Birinci Dünya Savaşı'na Giden Yol
#1
Birinci Dünya Savaşına Giden Yol
 
            Son yıllarda tarih yazımının mantalitesinin değişimi ile birlikte büyük felaketlerin ve toplumsal olayların siyasi tarih olarak yazımı sona ermiş bulunmakta. Günümüzde ses getiren ve atıf yapılan eserlerin önemli bir kısmı artık “Şu yılda şurası fethedildi, şu yılda şu antlaşma imzalandı.” Gibi kalıplardan uzak durmakta, o olayı toplum ve kişiler özelinde değerlendirmektedir. Bu bakış açısı şahsi görüşüme göre de en mantıklı ve sağlam tarih yazımı tarzıdır.
            Ülkeler ve imparatorlukları yöneten bizlerden başkası değil. İster demokrasiyle yönetilsin, ister diktatörlükle yönetilsin, günümüzde örneği kalmasa da krallık veya imparatorluk olsun[1]bunları yönetenler de bizlerin atalarıydı. Onlarında ihtirasları, maceraları, takıntıları, korkuları ve idealleri vardı. Ülkelerin yönetimleri bir avuç idarecinin elleri arasındaydı. Neorealist bakış açısının temellerinin atıldığı 1914 öncesi, basın, sivil toplum kuruluşları yeni yeni ortaya çıkmaktaydı. Ne yazık ki barışçıl sesler, sosyal darwinizm ve onun yoldaşı militarizmin altında ezilmekteydi. Alfred Nobel, Andrew Carneige gibi barış yanlıları her şeylerini bu yol için harcasalar da bir sonuca varamayacaklardı.
            Bu yazı Margaret MacMillan’ın “Barışa Son Veren Savaş” kitabının özeti mahiyetindedir. Yine bu yazıdan sonra, elimden gelirse ve tez çalışmamdan zamanım kalırsa birinci dünya savaşı ile ilgili Türkçe ve İngilizce kaynakları da forumun tarih bölümüne katmaya çalışacağım. Birinci dünya savaşıyla ilgili Türkçe’ye çevrilen kaliteli eserlerin azlığı göz önüne alınacak olursa bu gerekliliği elimizden geldikçe yerine getireceğiz. Yazıyı yazarken akademik üsluptan uzak durulacak, Murat Bardakçı’nın deyimiyle “Gazeteci Dili” kullanılacaktır.
            Duman’ın oluşturduğu konu kadar etkileyici olacak mı bu konu bilemiyorum ama sanırım konunun ilgilileri mutlaka dikkatlerini çekecek bir şeyler bulacaklardır. Son olarak kitabı özetlerken bölüm bölüm gitmeyi düşünüyorum. Elimden geldiği kadar uzatmadan ve savsaklamadan bitireceğimi umuyorum. Son’un, sonu olmaz ama son bir not daha, istediğiniz veya merak ettiğiniz konuyla ilgili bir kitap varsa belirtin. Sıradaki kitabımızı belirleyelim. Tabi ki belirteceğiniz kitabın kütüphanemde olup olmaması durumunu da gözden geçireceğiz J. Umuyorum eğlenirsiniz, tüm tarih aşıklarına selamlar, saygılar sevgiler.
 
 
Giriş: Savaş mı Barış Mı?
 
            Louvain… Şirin mi şirin, tarihi bir Flemenk şehri. Brüksel’den 20-25 kilometre uzakta. 1910 tarihli bir gezi rehberinde “Louvain ( veya Leuven ) sessiz sakin bir yerdir” diye yazıyordu. Tarihi kiliseleri, 200.000i aşkın ilahiyat çalışmasına ev sahipliği yapan, zengin bir elyazması koleksiyonuna ev sahipliği yapan bu şehir, bu gezi rehberinin yazıldığı tarihten dört yıl sonra alevler içinde kalacaktı. Louvain sakinlerinin aslında bir günahı yoktu. Tarafsız kalmak için büyük çaba sarfetmişlerdi. Onların tek bahtsızlığı Fransa ve Almanya’ya komşu olmaları ve Almanların, Fransa’ya giden yolu üzerinde olmalarıydı. Tarih boyunca önemli olmuştu bu küçük ülke. İngilizlerin birinci dünya savaşına girmeye zorlayan da bu küçük toprak parçası olmuştu. 1677’de bir Fransız diplomat şöyle demişti: “İngilizler Hollanda’yı kaptırmamak için gömleklerini satıncaya kadar savaşır”. Belçika toprakları o sırada İspanyol egemenliğindeydi ve bu topraklar İspanyol Hollandası olarak adlandırılırdı. İşte bu küçük ülke İngilizleri ve ABD’yi birinci dünya savaşına sürükleyen etkenlerden biriydi. Yine Rheims, Lusitania da ABD’de Alman sempatisini öldüren yolda eşit katkıyı yapmıştı.
            Louvain, Saraybosna’dan çok uzaktaydı. Arşidük orada ölmemişti. Saldırgan bir tavırları yoktu. Hatta savaş öncesindeki Belçika hükümdarı, II.Wilhelm’in ananesi Viktoria’nın kardeşiydi. Wilhelm Viktoraia’nın ardından gelen İngiliz kralı Edward’ın yeğeniydi. Edward’dan sonraki hükümdar olan V.George’un kuzeniydi. Yine Rus çarı’da kuzenlerinden biriydi. Peki aralarında böyle bağlar bulunmasına rağmen, taraflar neden savaşmayı seçmişti. Neden birbirlerinden nefret ediyorlardı.
            Şüphesiz ki birinci dünya savaşıyla ilgili hepimizin teorileri var. Bildikleri var. Kısaca saymak gerekirse: silahlanma yarışı, katı askeri planlar, ekonomik rekabetler, ticaret savaşları, sömürge yarışları, emperyalizm, ulus devlet fikirleri, ihtilal hevesleri, anarşistler ve teröristler, sosyal darwinizm, militarizm, Almanya ve Japonya’nın ihtirasları, Büyük Britanya gibi düşüşe geçenleri korkuları, Fransa ve Rusya için intikam, Avusturya için beka mücadelesi gibi gibi gibi … Her ülkede iç baskılar söz konusuydu, işçi hareketleri, boyunduruk altındaki ulusların bağımsızlık mücadeleleri, kilise karşıtlarıyla yandaşları ve tabi ki savaşa “evet” veya “hayır” diyenler. Bunların savaşa sebep olma veya engel olma konusunda yaptıkları nelerdi. Bir şey yapmışlar mıydı.
            Özellikle okul kitaplarımızda birinci dünya savaşı konusundaki yorum şudur: “Savaş kaçınılmazdı.” Bu yorumu yapmak elbette ki çok kolay ve tatmin edici. Buna hiçbir şüphe yok. Peki gerçek böyle miydi? Evet Avrupa’nın üzerinde kara bulutlar dolanıyordu lakin savaş çıktığında bu herkes tarafından kolaylıkla kabul edilen bir şey değildi. Kimse sonucun savaş olacağını düşünemiyordu. Zira Avrupa Napolyon’dan beri huzurlu bir kıtaydı. Evet, sömürgelerde veya Kırım gibi uzak coğrafyalarda savaşlar oluyordu ya da Fransa-Prusya savaşı gibi Avrupa’nın kalbinde olan savaşlar da ortaya çıkıyordu. Lakin bunlar kısa süreli çatışmalar olarak değerlendiriliyor ve kesin sonuçla sonu eriyordu.
            Avrupa savaşa giden yolda çok engel aşmıştı. Fas krizi, Bosna krizi, Faşoda krizi, Balkan savaşları… Hepsinden de barışla çıkmışlardı. Peki bu sefer değişen neydi? Avrupa bir vadide yürüyordu. Vadi dar yollarla ayrılıyordu. Hiçbiri vadinin sonunda nereye varılacağını bilmiyordu ama geri dönüp diğer yola sapmak da çok yorucu ve zahmetliydi. Örneğin Almanya, donanma programını iptal edip İngiltere’nin üstünlüğünü tanısa, savaşı önleyebilir veya İngiltere’yi yanına çekebilirdi lakin bunu halkına nasıl anlatacaktı. Tüm programın koca bir israf olduğunu nasıl söyleyecekti. Zaten Wilhelm ‘pısırık’ olarak anılıyordu. Geri adım atması halinde ne olacaktı? Almanlar Ruslardan çekiniyordu, Fransızların Ruslara yaklaşmasıyla kuşatılmış hissetti. Avusturya’ya sarıldı. Bu da onu Balkanlarda Rusya’yla karşı karşıya getirdi.
            İngiltere, Almanya’nın donanma programından korkuyordu. Görkemli yanlızlığını Fransa’nın kollarında giderdi. Avusturya, Sırbistan’dan nefret ediyordu. Geri kalmışlığını bir zafer ile üstünden atmaya niyeti vardı. Bu düşüncelere yoldaşlık eden planlar da vardı. Örneğin, savaş planları yıllar öncesinden yapılmıştı. Perondan kalkacak trenin, nereye nasıl, saat kaçta varacağı yıllar öncesinden saat gibi ayarlanmıştı. Seferberlikler başladığı anda savaş başlamış demekti. Çünkü kısmı seferberlik söz konusu değildi. Zaman hayati önem taşımaktaydı. Savaşı çok çabuk başlatıp, çok çabuk bitirmek gerekiyordu. 1900’lerin başlarında buna herkes inanıyordu. Lakin aradan 10yıl geçtikten sonra inanç yerini şüpheye çoktan bırakmıştı. “Total War” yani “Topyekün Savaş” artık konuşulur olmuştu. Lloyd George’un ifadesiyle, “Uluslar uçurumun kenarından altta kaynayan savaş kazanına doğru kayarken zerre kadar kaygı ve endişe belirtisi göstermediler.” Şeklindeydi. Bu savaşta ya herkes suçluydu ya da hiç kimse.
 
Bölüm 1: 1900’de Avrupa
 
14 Nisan 1900’de Fransa’da Paris Evrensel Sergisi açıldı. Üslup ve içerik bakımından sergi geçmişe övgüler yağdıran bir tarzdaydı. Her ülkenin bölümlerinde o ülkenin zenginlikleri yer alıyordu. Tablolar, heykeller, kitaplar, belgeler… Finler kürk sergilerken, Avrupalı sergi salonlarının çoğu Gotik ve Rönesans tarzındaydı. Almanya’nın salonunda Büyük Friedrich’in kütüphanesinin eşsiz bir replikası vardı. Tabi ki Fransızlara karşı olan zaferlere odaklanılmamıştı lakin batıda ki yeni rekabetin imaları sergi salonunda bulunmaktaydı. Bir tabloda fırtınalı bir deniz resmediliyordu ve şu yazıyordu: “Talihin yıldızı, cesur insanı demir alıp kendini dalgaların fethine adamaya davet ediyor.” Bu tablo Alman-İngiliz rekabetine göndermede bulunuyordu. Rusya bu sergide iltimaslı müttefik olarak özel bir konuma sahipti. Sergiye getirilen her şey büyük boyutlardaydı ve farklı salonlara konumlandırılmıştı.
            Bu sergi ihtilallerle ve savaşlarla başlamış olan yüzyılı noktalamak için uygun bir tercih gibi duruyordu. Savaşa yönelmek 19.yy’da pahalıydı ama o kadar kaçınmak da gerekmiyordu. Zira kapsamı da süresi de sınırlıydı ( Alman-Avusturya savaşı 7 haftada bitmişti ). Zaten siviller ve mülkler de çok zarar görmüyordu.
            Sergide görkemli eserler vardı. Örneğin elektrik sarayı 5000 ampulle aydınlatılmıştı. Yeni x-ışını makineleri vardı. 25 000 kilo kaldıran vinçler, toplu taşıma, hijyen gibi çeşitli kollardan çeşitli eserler yer almaktaydı.
            Avrupa yakın geçmişiyle gururlanmakta ve gelecek konusunda güven duyma konusunda ki heveslerinde tamamen haklıydı. 1870’ten sonraki 30 yıldaki ilerleme takdire şayandı. Daha kaliteli ve ucuz besinler alınabiliyordu. Tıptaki ilerlemeler akıl alıcıydı ve Avrupa nüfusu 100 milyon artarak 400 milyona yükselmişti. Sanayi ve tarım hızla ilerliyordu. Paris’in nüfusu devrim öncesi 600 000 ben , sergi zamanında 4 milyona ulaşmıştı. Budapeşte’nin nüfusu 1867’de 280binken, savaş başlarken 933bine ulaşmıştı. Avrupa gerçekten cenneti yaşıyor gibiydi. Bu nüfus artışına rağmen hayat standartları yükselmeye devam etmekteydi. Avrupa toplumları kendilerini daha büyük bir topluluğun üyesi sayıyordu. Fransız, İngiliz olmaları bir yana, onlar Avrupalıydı. Bu aydınlanmanın ve ufuk açılmasının şüphesiz en büyük tetikleyicisi gazetelerdi. 1900 yılında İngiltere’deki Daily Mail gazetesinin tirajı 1milyonun üzerindeydi. Avrupa toplumu globalleşme yönünde büyük gelişme gösteriyordu.1840’larda Thomas Cook adında bir girişimci tur düzenlemeye başlamıştı. Artık Avrupa halkı komşularını görüp, kıyas yapabiliyorlardı.
            Gelişmeler şüphesiz ki toplumsal alanla sınırlı değildi. Bürokrasi de bu gelişmeden nasibini almıştı. Artık yönetim eğitimli insan gücüne ihtiyaç duyuyordu. Ordularda “alaylılık” modası bitmişti. Okuma yazma bilen, eğitimli, harita okumayı bilen, iaşeden anlayan profesyonel bir ordu disiplini ve eğilimi vardı. Dışişleri artık hevesli gençlerin ve soyluların top koşturabileceği bir alan değildi. Diğer yanda kamuoyu denen bir güç ortaya çıkıyordu ve hükümetlerin üzerinde şaşılacak kadar bir gücü vardı.
            Stefan Zweig varlıklı bir ailenin çocuğuydu. Her türlü imkanı vardı. Yazarlık kariyerine 1900lerde hemen hemen yeni başlamıştı ve şöyle diyordu: “İnsanlar artık barbarlığa geri dönüşlerin mümkün olabileceğine inanmıyordu; Avrupa ulusları arasında bir savaş olabileceğine de ancak cinlere, perilere inandıkları kadar inanıyorlardı; anne babalarımız hoşgörü ve uzlaşmaların bağlayıcı gücüne tümüyle inanmış durumdaydı.” Bu toplumun yaygın görüşüydü. Zira ülkeler arasında interdependence (Türkçeye sanırım karşılıklı bağımlı olmak diye çevirebilirim) vardı. Zaten bir Avrupa savaşı çıksa da bankaların bunu finanse edemeyeceği herkesin dilindeydi.
            Gelişmelere ülkeler gözünden bakacak olursak Rusya’nın büyüme hızı yılda 3.25 düzeyindeydi ve bu oran Britanya ve ABD’nin hızına eşit veya çok az daha yüksekti. 1913 yılına geldiğimizde Avrupa’daki en büyük tarım üreticisiydi ama sanayide de diğer ülkelerle arasında pek bir fark kalmamıştı. Savaş başladığında sanayide de dünyada 5. Sıradaydı. Bu hızla büyürse Almanlar 1917’ye yenilmez bir güce ulaşacaklarını düşünüyorlar ve bu sebeple savaşı erkenden yapmak istiyorlardı.
            Britanya her zamanki gibi refah içindeydi. Lakin problemleri vardı, buna ileride değineceğiz.
            Fransa 1870-71 hezimetini çoktan unutmuştu. Alsas-Loren konusunu çoğu siyasetçi unutmuş ve yoluna bakıyordu. Bu bölge önemliydi lakin savaşmaya değmezdi. Zaten savaşırken harcanacak para, o bölgenin getireceği gelirin kat kat üzerinde olacaktı.
            Almanya en hızlı büyüyen ekonomiye sahipti. Gücünü doğuya ve güneye kaydırmaya çalışıyordu. Avrupa’nın merkezinde etkin bir güç olmuştu.
            Avusturya-Macaristan ile Osmanlı ise hala ayaktaydı. Bu şüphesiz başlı başına bir başarı sayılmalıydı. Diğer yanda İtalya yavaş yavaş sanayileşiyordu.
            Diğer yanda sessiz sedasız varlığını sürdüren ABD vardı. 1902 yılına gelindiğinde, ABD, Almanya ve İngiltere’nin toplam demir çelik üretiminden daha fazla üretim yapmaktaydı. Sigaradan, makinelere kadar her türlü ihracatı 1860-1900 arasında üç katına çıkmıştı. İç refaha da kavuşmuşlar, son Kızılderili direnişi de kırılmıştı. ABD’de klasik milliyetçi söylem gelişmeye başlamıştı. Tarihçi Jackson Turner şöyle diyordu: “Artık zamanı geldi! ABD etkisini yakın adalara ve diğer ülkelere yaymalıdır.”
            1910’da Amerikalıların Meksika’daki varlığı, Meksikalılarınkini aşmıştı. Venezuela konusunda İngiltere başbakanı Lord Salisbury’yi mektupla uyaran ABD dışişleri bakanı Richard Olney şöyle diyordu: “Bugün ABD bu kıtada hemen hemen egemen durumdadır ve nüfuzu altındaki alanda söz hakkı vardır. Sahip olduğu kaynaklara ek olarak coğrafi açıdan izole konumdadır. ABD durumun hakimidir ve tüm güçler karşısında yenilmezdir.” Elinizi buralardan çekin demenin kibar bir yoluydu bu söylenenler. ABD ardından Küba ve Porto Riko’yu aldı ve İngiltere Karayiplerdeki filosunu kendi karasularına çağırdı. Böylelikle ABD gerçekten de o bölgenin hakimi olmuştu.
            Sergiye yeniden dönecek olursak küçük bir topluluğun ne denli büyük bir zenginliğe kavuştuğunun en çarpıcı örneği sömürgelerle ilgili olan sergiydi. 1800’lerde Avrupa dünyanı %35’ini kontrol ederken, 1914’e geldiğimizde bu rakam %84’e ulaşmıştı. Askeri sanatlar sergisi ülkelerin gövde gösterisine dönüşmüştü. Her ülkeden silahlar, toplar getirilmişti ve kataloğun arkasındaki “savaş insanlık için doğaldır” yazısı dikkat çekiyordu.
            Britanya’yı sergide korkutan şey Boer savaşlarında sergiledikleri gaddarlığın Avrupa’da çok büyük yankı bulmasıydı. General Kitchener yerli kadınları ve çocukları toplama kamplarına atmış, bu yolla yiyecek ve barınak desteğini kesmek istemişti. Beceriksizlikle birleşen bu kötü yönetim o kampları, ölüm kamplarına çevirmişti. Çıkan karikatürlerde ölülerin önünde duran Kitchener bir kurbağa gibi çizilmişti. Serginin Transvaal bölümü de en çok dikkat çeken bölümlerden biriydi. Marsilya’ya gelen Madagaskarlı grup Afrikaner[2]sanılmış alkışlarla karşılanmıştı. Bir modacı hazırladığı şapkaya “Boer tarzı” adını vermişti. Kraliçe Victoria ile ilgili edepsiz karikatürler de ortalarda geziyordu, bu sebeple veliaht prens Edward bu sergiye katılmamıştı. Tüm bu tepkiler ittifaksız İngiltere’yi korkutuyordu. Bu sebeple ittifak aramaya koyulmuştu lakin bu Avrupa’yı ittifaklar sistemine sürükleyen bir adımdı. Ayrıca hızla silahlanmaya da başladılar. Peki ne olacaktı, “Görkemli Yalnızlık” sona mı erecekti. İttifak bulunduğunda bu güven mi verecekti, yoksa korkuları körükleyecek miydi?
Uluslararası ilişkiler literatürüne John H. Herz’in soktuğu “security dilemma” veya “güvenlik ikilemi” kelimelerinden şüphesiz o zamanki topluluğun haberi yoktu ve olamazdı da. Bunun için Avrupa ve dünya, büyük savaştan sonra 60 yıl daha beklemek zorundaydı. Lakin bugünkü bilgilerimizle şunu biliyoruz ve açıkça söylemekte bir beis görmüyoruz: Tarafların silahlanması ve müttefik arayışları şüphesiz ki korkularından kaynaklanıyordu. Onların savunma için yaptıkları bu faaliyetler ise karşı tarafta saldırganlık olarak değerlendiriliyor ve buna karşı yeni müttefikler aramaya ve daha hızlı silahlanmaya yol açıyordu. Bu durum şüphesiz ki sonsuza kadar devam edebilecek bir döngü oluşturamaz. Ülkeler sınırlarına geldiklerinde ve kazanacak ittifak kalmadığında artık kozlar paylaşılmak zorundadır. Birinci dünya savaşı başlamadan önce ittifak ve itilaf devletleri ufacık devletleri yanlarına çekmek için tabiri caiz ise kapılarında yatıyorlardı. Bulgaristan, Romanya, Belçika, Yunanistan gibi devletler bu süper güçlerin yanında esamesi okunabilecek güçler değildi. Lakin güçlerin o kadar eşit olacağı planlanıyordu ki bu küçük güçler dengeleri değiştirebilirdi. Bunun farkında olan bu küçük balkan devletleri ise son ana kadar zaman kazanmaya ve daha büyük tavizler almaya çalıştılar.
Giriş ve ilk bölümümüz kısa özet şeklinde yukarıda verildi. Bir sonraki bölümümüz Britanya’nın Görkemli Yalnızlığı olacak.


[1][1](Klasik anlamda imparatorluk ve krallıktan bahsediyorum. Monaco krallığından veya İsveç krallığından değil. Son klasik imparatorluklar olan Osmanlı ve Avusturya-Macaristan birinci dünya savaşı sonrası tarihin tozlu raflarına intikal etmiştir)
 
[2][Transvaal, Özgür Orange Devleti gibi devletler.
[+] 3 üye brkrs nickli üyenin bu iletisini beğendi.
Ara
Cevapla
 




Konuyu Okuyanlar: 1 Ziyaretçi



Strategyturk Forumları

Strategyturk Forumları tüm Türk stratejiseverler için büyük ve kaliteli bir platform olma amacı güder. Forum içerisinde çok sayıda strateji oyunu için bölüm ve bu bölümlerde haber konuları, rehberler, mod tanıtımları, multiplayer etkinlikleri ve üye paylaşımları için alanlar yer alır.