07-05-2017, 19:49
İsmail Saymaz - Çay Güzeli
İletişim Yayınları, s.31-34
Cumhuriyet Caddesi üzerindeki, şehrin en meşhur kitabevinin camekânına, kapağında “Karne” adlı son şiirimin olduğu edebiyat dergisi asılmıştı. Camekâna bakarken, yüreğimde heyecan ve çarpıntı, aklımda yalnızca şu soru vardı: Acaba Emel, ona ithaf ettiğim bu şiiri camekânda görmüş olabilir miydi?
Şairlik yolculuğum, Sümerbank işi gocuğumun içinde bir boy daha küçülerek, Zümrüt Rize gazetesinin kapısını çalmamla başlamıştı. Ertesi günkü gazeteyi dizmekle meşgul olan mürettip, “Ne isteyisun?” dedi. Utançtan kıpkırmızı kesilmiştim. Elimi gocuğumun cebine götürüp bir tomar kâğıt çıkardım, mürettipe uzattım: “Şiir yazmıştım da...” Mürettip, şiirlere göz gezdirdi. Karşısındaki, tüyleri yeni bitmiş gencin şair olabileceğine ihtimal vermediğinden olsa gerek, “Bunlari sen mi yazdun?” dedi. “Evet,” dedim. Durdu, “Tamam,” dedi, “iki gün sonra gazetede çıkar.”
O gün tarifsiz bir sevinç ve gurura boğulmuştum. Daha 16 yaşındaydım ve şehrin en büyük günlük gazetesinde şiirim yayımlanacaktı. Siyah-beyaz basılan Zümrüt Rize'nin “Şairlerimiz" sayfasında “İsmail Saymaz” da olacaktı. Artık valilikte, babamın çalıştığı belediye binasında, camilerin avlularında ve ayyaşların biriktiği kayıkhanede bile şiirlerim okunacaktı. Çay fiyatlarını iğneleyen mahalli âşıklar ve atma türkücülerin, eğitim meselesine işaret eden emekli öğretmenlerin ardından, bir “genç şair” olarak ben de geliyordum.
Değil mi ki memlekette her dört gençten beşi şairdi; işte ben, o beşinci delikanlıydım. Ben zengin kafiyeli şiirlerin şairiydim. Türkü kıvamında; yedi, sekiz ve on bir ayaklı şiirler yazıyordum. Sanki dizelerin arasından ya bir kavalın ucu ya bir kemençenin sapı görünüyordu. Şiirlerim kesinlikle hüzünlü, kesinlikle isyankârdı.
Gerçek şu ki ben henüz Attilâ İlhan’ı tanımamıştım.
Yıl, 1996'ydı ve benim için "aşk" bir şiirde bile hayli mahrem bir konuydu. Aşk, satır aralarımda gizlenmişti ve belki bir imadan ibaretti. Hem, imadan ötesini bilmiyorduk ki. O yaşıma kadar, değil sarılıp öpmek, bir kızın elini bile tutmamıştım.
Zaten Emel’i de henüz tanımamıştım. Önce Attilâ İlhan’ı mı, yoksa Emel’i mi tanıdım; şimdi kestiremiyorum. Fakat ikisini de çok sevdiğimi itiraf etmeliyim.
Esmer ve kömür gözlü bir kızdı Emel. Ona, dershanenin çıkışında gördüğüm anda sırılsıklam âşık olmuştum. El kadar şehre sığamadığım zamanları yaşıyordum. Rize Kalesi'nden Ziraat Çay Bahçesi’ne, kendi kendime ondan bahis açarak ve sonra “Hayır, bana bakmaz,” diye ağlayarak, kaç sefer gidip geldiğimi bir tek ben bilirim. Bir de şiir defterim...
Emel’den ve Attilâ İlhan’dan sonra bütün “düzenim” bozulmuştu. Kafiyeler paramparça, dizeler kırık dökük, kıtalar un ufak olmuştu. Aşk, bütün masumiyeti ve edepsizliğiyle şiirime girmişti. “Kara sevda”dan girip “Bahçemde solmuş bir gül"le bitiriyordum. Varsa yoksa aşk, varsa yoksa Emel'di.
Ne var ki üniversite sınav sonuçları açıklandığında Emel ve ben kilometrelerce uzaktaki iki ayrı şehre düşmüştük. Ayrılık, elbette kaçınılmazdı. Arkadaşça bir veda için buluştuğumuzda ve hiç beklemediğim bir anda, “Biliyor musun, ben de seni...” dedi. Emel’in ellerine uzandığımı, başımın döndüğünü, “Neden bugünü bekledin?” diye sorduğumu hatırlıyorum. Bir cevabı yoktu. Esasen vaktimiz de yoktu.
İki gün sonra beni Konya’ya uğurlamak için otogara gelenlerin içerisinde Emel de vardı. En son Emel’e sarıldım, “Sana şiirler, mektuplar yazacağım,” dedim. Otobüs, sahil yoluna döndüğünde, Emel’in ağladığını gördüm. Yalan yok, ben de ağladım. “Dağların denize dik indiği” Rize’den kalkıp bir tepsi gibi dümdüz olan Konya’ya ayak bastığımda içimde Emel’den yadigâr, ağaç kovuğunu andıran bir ayrılık sancısını taşıyordum. Günlerim Emel’i düşünmekle, gecelerim karşılıksız mektuplar yazmakla geçti. Sonra, Attilâ İlhan...
Şiirdeki “üçüncü şahsın” ben olduğumu fark edince, “sessizce bir cigara yakardım.” Nihayet bir gece oturdum, son şiirimi yazdım. Ertesi gün Emel’e gönderdim. Yanıt vermeyecekti, “beni sevmiyordu, bilirdim.”
KARNE
Çok haneli bir hüzündü defterde kalan
Ve parmak hesabı gülüşleriniz
Geçer not almıyor dudağımızdan
Oysa
Kırmızı kurdelanız olacaktı
Biz olacaktık yakanızda
Kavrayabilseydik sizi;
Bir kenti saçına dolayan kızın
İnsanları eteğinde aramasını...
Karadan
Maviye çalmışken önlüğünüz
Değişmeyen bir siz vardınız
Bir de
Dört yalnızlık bir sevdayı götürmez kuralı
Korkarım,
Sınıfta kaldınız.
Aylar sonra sömestr tatili için Rize’ye döndüğümde Emel'in yanıt vermediği o şiir, şehrin tek edebiyat dergisi olan Mavi-Yeşil'in kapağına konmuştu. Dergi de meşhur kitabevinin camekânına yerleştirilmişti. Camekânın önünde, aklımı meşgul eden soruyla baş başaydım: Acaba Emel, camekândaki şiiri görmüş müydü? Dalgın halde Cumhuriyet Caddesi’nde yürürken, tesadüf bu ya, Emel'le karşılaştım. Boynuma sarıldı, saçındaki karayemiş kokusunu içime çektim.
“Seni özledim,” dedi.
“Ben de...”
Susuştuk.
“Nasılsın?” diye sordum.
Fısıldar gibi, “Biz de yeni gelmiştik, geziyorduk,” dedi.
O an biraz arkasındaki yakışıklı çocuğu gördüm. “Çöp gibi bir oğlan, ipince...”
“Şiir için teşekkür ederim,” dedi, “Hâlâ yazıyor musun?”
“O benim son şiirimdi, artık yazmıyorum,” dedim.
Sonra vedalaştık.
Dudağımda karayemiş kokusu kaldı.
İletişim Yayınları, s.31-34
Cumhuriyet Caddesi üzerindeki, şehrin en meşhur kitabevinin camekânına, kapağında “Karne” adlı son şiirimin olduğu edebiyat dergisi asılmıştı. Camekâna bakarken, yüreğimde heyecan ve çarpıntı, aklımda yalnızca şu soru vardı: Acaba Emel, ona ithaf ettiğim bu şiiri camekânda görmüş olabilir miydi?
Şairlik yolculuğum, Sümerbank işi gocuğumun içinde bir boy daha küçülerek, Zümrüt Rize gazetesinin kapısını çalmamla başlamıştı. Ertesi günkü gazeteyi dizmekle meşgul olan mürettip, “Ne isteyisun?” dedi. Utançtan kıpkırmızı kesilmiştim. Elimi gocuğumun cebine götürüp bir tomar kâğıt çıkardım, mürettipe uzattım: “Şiir yazmıştım da...” Mürettip, şiirlere göz gezdirdi. Karşısındaki, tüyleri yeni bitmiş gencin şair olabileceğine ihtimal vermediğinden olsa gerek, “Bunlari sen mi yazdun?” dedi. “Evet,” dedim. Durdu, “Tamam,” dedi, “iki gün sonra gazetede çıkar.”
O gün tarifsiz bir sevinç ve gurura boğulmuştum. Daha 16 yaşındaydım ve şehrin en büyük günlük gazetesinde şiirim yayımlanacaktı. Siyah-beyaz basılan Zümrüt Rize'nin “Şairlerimiz" sayfasında “İsmail Saymaz” da olacaktı. Artık valilikte, babamın çalıştığı belediye binasında, camilerin avlularında ve ayyaşların biriktiği kayıkhanede bile şiirlerim okunacaktı. Çay fiyatlarını iğneleyen mahalli âşıklar ve atma türkücülerin, eğitim meselesine işaret eden emekli öğretmenlerin ardından, bir “genç şair” olarak ben de geliyordum.
Değil mi ki memlekette her dört gençten beşi şairdi; işte ben, o beşinci delikanlıydım. Ben zengin kafiyeli şiirlerin şairiydim. Türkü kıvamında; yedi, sekiz ve on bir ayaklı şiirler yazıyordum. Sanki dizelerin arasından ya bir kavalın ucu ya bir kemençenin sapı görünüyordu. Şiirlerim kesinlikle hüzünlü, kesinlikle isyankârdı.
Gerçek şu ki ben henüz Attilâ İlhan’ı tanımamıştım.
Yıl, 1996'ydı ve benim için "aşk" bir şiirde bile hayli mahrem bir konuydu. Aşk, satır aralarımda gizlenmişti ve belki bir imadan ibaretti. Hem, imadan ötesini bilmiyorduk ki. O yaşıma kadar, değil sarılıp öpmek, bir kızın elini bile tutmamıştım.
Zaten Emel’i de henüz tanımamıştım. Önce Attilâ İlhan’ı mı, yoksa Emel’i mi tanıdım; şimdi kestiremiyorum. Fakat ikisini de çok sevdiğimi itiraf etmeliyim.
Esmer ve kömür gözlü bir kızdı Emel. Ona, dershanenin çıkışında gördüğüm anda sırılsıklam âşık olmuştum. El kadar şehre sığamadığım zamanları yaşıyordum. Rize Kalesi'nden Ziraat Çay Bahçesi’ne, kendi kendime ondan bahis açarak ve sonra “Hayır, bana bakmaz,” diye ağlayarak, kaç sefer gidip geldiğimi bir tek ben bilirim. Bir de şiir defterim...
Emel’den ve Attilâ İlhan’dan sonra bütün “düzenim” bozulmuştu. Kafiyeler paramparça, dizeler kırık dökük, kıtalar un ufak olmuştu. Aşk, bütün masumiyeti ve edepsizliğiyle şiirime girmişti. “Kara sevda”dan girip “Bahçemde solmuş bir gül"le bitiriyordum. Varsa yoksa aşk, varsa yoksa Emel'di.
Ne var ki üniversite sınav sonuçları açıklandığında Emel ve ben kilometrelerce uzaktaki iki ayrı şehre düşmüştük. Ayrılık, elbette kaçınılmazdı. Arkadaşça bir veda için buluştuğumuzda ve hiç beklemediğim bir anda, “Biliyor musun, ben de seni...” dedi. Emel’in ellerine uzandığımı, başımın döndüğünü, “Neden bugünü bekledin?” diye sorduğumu hatırlıyorum. Bir cevabı yoktu. Esasen vaktimiz de yoktu.
İki gün sonra beni Konya’ya uğurlamak için otogara gelenlerin içerisinde Emel de vardı. En son Emel’e sarıldım, “Sana şiirler, mektuplar yazacağım,” dedim. Otobüs, sahil yoluna döndüğünde, Emel’in ağladığını gördüm. Yalan yok, ben de ağladım. “Dağların denize dik indiği” Rize’den kalkıp bir tepsi gibi dümdüz olan Konya’ya ayak bastığımda içimde Emel’den yadigâr, ağaç kovuğunu andıran bir ayrılık sancısını taşıyordum. Günlerim Emel’i düşünmekle, gecelerim karşılıksız mektuplar yazmakla geçti. Sonra, Attilâ İlhan...
Şiirdeki “üçüncü şahsın” ben olduğumu fark edince, “sessizce bir cigara yakardım.” Nihayet bir gece oturdum, son şiirimi yazdım. Ertesi gün Emel’e gönderdim. Yanıt vermeyecekti, “beni sevmiyordu, bilirdim.”
KARNE
Çok haneli bir hüzündü defterde kalan
Ve parmak hesabı gülüşleriniz
Geçer not almıyor dudağımızdan
Oysa
Kırmızı kurdelanız olacaktı
Biz olacaktık yakanızda
Kavrayabilseydik sizi;
Bir kenti saçına dolayan kızın
İnsanları eteğinde aramasını...
Karadan
Maviye çalmışken önlüğünüz
Değişmeyen bir siz vardınız
Bir de
Dört yalnızlık bir sevdayı götürmez kuralı
Korkarım,
Sınıfta kaldınız.
Aylar sonra sömestr tatili için Rize’ye döndüğümde Emel'in yanıt vermediği o şiir, şehrin tek edebiyat dergisi olan Mavi-Yeşil'in kapağına konmuştu. Dergi de meşhur kitabevinin camekânına yerleştirilmişti. Camekânın önünde, aklımı meşgul eden soruyla baş başaydım: Acaba Emel, camekândaki şiiri görmüş müydü? Dalgın halde Cumhuriyet Caddesi’nde yürürken, tesadüf bu ya, Emel'le karşılaştım. Boynuma sarıldı, saçındaki karayemiş kokusunu içime çektim.
“Seni özledim,” dedi.
“Ben de...”
Susuştuk.
“Nasılsın?” diye sordum.
Fısıldar gibi, “Biz de yeni gelmiştik, geziyorduk,” dedi.
O an biraz arkasındaki yakışıklı çocuğu gördüm. “Çöp gibi bir oğlan, ipince...”
“Şiir için teşekkür ederim,” dedi, “Hâlâ yazıyor musun?”
“O benim son şiirimdi, artık yazmıyorum,” dedim.
Sonra vedalaştık.
Dudağımda karayemiş kokusu kaldı.