05-10-2019, 14:09
(Son Düzenleme: 08-03-2024, 15:25, Düzenleyen: Elefsar. Toplamda 1 kere düzenlenmiş.)
Kırk yıl önce, Stockholm Sendromu terimi, altı günlük bir banka soygununun sonunda icat edildi. Peki nedir bu Stockholm niçin rehine ve kaçırılma durumlarında tekrar tekrar karşımıza çıkıyor?
Çoğu kişi, çok sayıda yüksek profilli kaçırma ve rehin alma vakalarından (genellikle kadınları içeren durumlarında) bahsedilen "Stockholm Sendromu" ifadesini bilir.
Terim en çok 1974'te devrimci militanlar tarafından kaçırılan Californian adlı gazetenin kadın varisi Patty Hearst ile ilişkilendirilmiştir. Olayın üzerinden yaklaşık bir yıl geçtikten sonra Patty Hearst, San Francisco’da elinde tüfekle bir bankayı soymaya çalışırken yakalandı. Eski rehine, Tania takma adını almış ve kendisini kaçıran örgütün silahlı bir militanı olmuştu.
Daha yakın zamanda terim, Natascha Kampusch davasıyla ilgili medya raporlarında vurgulandı. Wolfgang Priklopil tarafından 10 yaşında kaçırılan ve sekiz yıl boyunca bir bodrum katında tutulan Kampusch'un, Wolfgang Priklopil'in öldüğünü duyduktan sonra yasını tutmuştur.
Terimin kriminoloji uzmanı ve psikiyatrist Nils Bejerot tarafından uydurulduğu ortaya çıktı. Psikiyatrist Dr. Frank Ochberg, fenomeni araştırdı ve daha sonra Amerika Birleşik Devletleri Koruyucu Hizmetler Görev Gücü'nün rehine durumları için stajyer yetiştiriyordu.
Kriterleri şunları içeriyordu:
Öyleyse, Stockholm’ün tutsakların, ölümden korktuklarına rağmen, rehinecilere karşı olumlu duygular yaşamalarını ne sağlıyor?
2009 yılında Radio Sweden ile yaptığı röportajında Kristin Ehnmark durumu şöyle açıklıyor: "İçinde bulunduğun zaman tüm değerlerin ve yargılarının değiştiği bir olgu."
Guardian ile 2010 yılında yaptığı röportajında Kampusch, Stockholm Sendromu etiketini reddetti ve insanların belirli durumlarda rasyonel seçimler yapamıyacağını açıkladı.
“Sizi kaçıranla özdeşleşmek için kendini adapte etmeni çok doğal buluyorum” diyor. “Özellikle o kişiyle çok fazla zaman geçirirseniz. Bu empati ve iletişim ile ilgili. Suç çerçevesinde normallik aramak bir sendrom değil. Hayatta kalma stratejisidir.”
Çoğu kişi, çok sayıda yüksek profilli kaçırma ve rehin alma vakalarından (genellikle kadınları içeren durumlarında) bahsedilen "Stockholm Sendromu" ifadesini bilir.
Terim en çok 1974'te devrimci militanlar tarafından kaçırılan Californian adlı gazetenin kadın varisi Patty Hearst ile ilişkilendirilmiştir. Olayın üzerinden yaklaşık bir yıl geçtikten sonra Patty Hearst, San Francisco’da elinde tüfekle bir bankayı soymaya çalışırken yakalandı. Eski rehine, Tania takma adını almış ve kendisini kaçıran örgütün silahlı bir militanı olmuştu.
Daha yakın zamanda terim, Natascha Kampusch davasıyla ilgili medya raporlarında vurgulandı. Wolfgang Priklopil tarafından 10 yaşında kaçırılan ve sekiz yıl boyunca bir bodrum katında tutulan Kampusch'un, Wolfgang Priklopil'in öldüğünü duyduktan sonra yasını tutmuştur.
Terimin kriminoloji uzmanı ve psikiyatrist Nils Bejerot tarafından uydurulduğu ortaya çıktı. Psikiyatrist Dr. Frank Ochberg, fenomeni araştırdı ve daha sonra Amerika Birleşik Devletleri Koruyucu Hizmetler Görev Gücü'nün rehine durumları için stajyer yetiştiriyordu.
Kriterleri şunları içeriyordu:
- “Bir tür çocukçalaşma yaşıyorlar. Çocuk gibi, izinsiz yemek yiyemiyor, konuşamıyor veya tuvalete gidemiyorlar.”
- Küçük bir nezaket anlayışını bile gözlerinde büyütüyorlar.
- Rehineler, onları kaçırana karşı güçlü ve ilkel bir pozitif duygu besliyorlar. Sanki kendilerini bu duruma sokan rehineciler değilmiş gibi. Akıllarında yaşamalarına izin verenin rehineciler olduğunu düşünüyorlar.
Öyleyse, Stockholm’ün tutsakların, ölümden korktuklarına rağmen, rehinecilere karşı olumlu duygular yaşamalarını ne sağlıyor?
2009 yılında Radio Sweden ile yaptığı röportajında Kristin Ehnmark durumu şöyle açıklıyor: "İçinde bulunduğun zaman tüm değerlerin ve yargılarının değiştiği bir olgu."
Alıntı:1973 yılında İsveç’de Jan-Erik Olsson isimli bir adam Kreditbanken adlı bankaya silahlar ve patlayıcılarla girdi. Havaya ateş açtı, “Herkes yere yatsın, parti başlıyor!” diye bağırdı. Bu sırada müşteriler ve birçok banka görevlisi dışarı kaçtı. Soyguncu dört banka görevlisini rehin aldı. Banka polisler tarafından kuşatıldı.
Arabulucu, soyguncuyla iletişime geçtiğinde, soyguncunun talepleri yüklü miktarda para, biraz mühimmat, cezaevinden bir arkadaşının kendi yanına getirilmesi ve bankanın önünde hazır bir araba bulundurulmasıydı. Soyguncunun dediğine göre talepleri yerine getirilirse bu arabaya arkadaşıyla birlikte binip gidecekti.
Polis hükümlü olan arkadaşını dışarı çıkararak bankaya getirdi, bankanın önüne onlar için bir araba bırakıldı. Parayı da kendisine teslim etti. Ancak soyguncu paraları ve arkadaşını alıp kaçamıyordu; çünkü polis kuşatmayı kaldırmıyordu.
Polis tavanda bir delik açtı, iki soyguncu polisin içeriye uyuşturucu gaz vereceğini düşünerek (ve doğru tahmin ederek) rehinelerden birisinin boynuna ip bağlayıp tavana astı, ancak rehinenin ayakları yere değdiği için ölmüyordu. Soyguncular polise, eğer içeriye uyuşturucu gaz verirlerse bu rehinenin uyuyacağını ve artık ayakları yere değmeyeceği için de boğularak öleceğini söylediler.
Bu kuşatma altı gün sürdü. Altıncı gün polis içeriye girdi ve soyguncular silahlarını atarak teslim oldular. Bu sırada şaşırtıcı bir şekilde rehineler kendilerini soyguncuların önüne atarak siper ettiler ve polisin soyguncuları vurmasını önlemeye çalıştılar, aynı anda “Sakın onlara ateş etmeyin!” diye bağırdılar.
Soyguncular tutuklandıktan sonra garip bilgiler gelmeye devam etti. Rehinelerden biri olan Elizabeth Smart’ın kaçma şansı olduğu halde kaçmadığı öğrenildi.
Daha ilginç olan, bu olaydan sonra rehinelerin soyguncuları hep desteklemiş olmalarıdır. Rehineler mahkemede soygunculara karşı ifade vermekten kaçındılar; hatta aralarında para toplayıp onların mahkeme masraflarını karşılamalarına yardımcı oldular. Sık sık onları hapishanede ziyaret ettiler.
Soygundan yıllar sonra History Channel üzerinden yayınlanan bir belgeselde konuşan bir rehine şöyle diyordu:
"Soyguncu beni öldürmeyeceğini, sadece bacağımdan vuracağını söyledi. Ne kadar nazik ve düşünceli bir insan olduğunu düşündüm."
Guardian ile 2010 yılında yaptığı röportajında Kampusch, Stockholm Sendromu etiketini reddetti ve insanların belirli durumlarda rasyonel seçimler yapamıyacağını açıkladı.
“Sizi kaçıranla özdeşleşmek için kendini adapte etmeni çok doğal buluyorum” diyor. “Özellikle o kişiyle çok fazla zaman geçirirseniz. Bu empati ve iletişim ile ilgili. Suç çerçevesinde normallik aramak bir sendrom değil. Hayatta kalma stratejisidir.”