Eline sağlık, vaktim olsa hepsini okurdum. İlk beğeni benden gelsin.
Strategyturk Forumları
>
Genel Forumlar
>
Kültür Forum
>
Edebiyat
>
Fantastik Kurgu & Bilimkurgu Hikayelerim
>
Fantastik Kurgu & Bilimkurgu Hikayelerim
|
Aşağıdaki 1 üye Athule nickli üyenin bu iletisini beğendi:1 üye Athule nickli üyenin bu iletisini beğendi.
• Penetrator God
30-05-2021, 20:29
(Son Düzenleme: 18-10-2022, 20:03, Düzenleyen: Penetrator God. Toplamda 1 kere düzenlenmiş.)
Silindi.
Aşağıdaki 1 üye Penetrator God nickli üyenin bu iletisini beğendi:1 üye Penetrator God nickli üyenin bu iletisini beğendi.
• Athule
28-06-2021, 23:39
(Son Düzenleme: 18-10-2022, 20:03, Düzenleyen: Penetrator God. Toplamda 1 kere düzenlenmiş.)
Silindi.
28-10-2021, 19:32
(Son Düzenleme: 18-10-2022, 19:56, Düzenleyen: Penetrator God. Toplamda 1 kere düzenlenmiş.)
Rahmet Kılıcı - 1. Bölüm Elf avcıları yine peşimdeydi. Gerçeği söylemek gerekirse, bunu birkaç gündür zaten biliyordum. Bunu ilk, şişman hancının gözlerinde, adamın o suçluluk dolu bakışlarının benim bakışlarımla karşılaşmayı reddetmesiyle fark etmiştim. Bunu ikinci olarak, köşede sürekli duran ara sıra yattığım hayat kadının acıyan bakışlarında ve onu isteksiz bir gülümsemeyle örtme çabasında görmüştüm. Genelde yaptığım gibi o günde yemek almak için gittiğim o sefil meyhanedeki müşteriler, içeri girdiğim anda sessizleşmişti. Ancak bu sefer ki üzeri tuhaf deri paçavralarıyla kaplı sırtında büyük bir kılıç taşıyan elf ile karşı karşıya kaldıkları için insan kasaba halkının varlığımdan rahatsız olma sessizliği değildi. Bu daha çok belanın az önce kapıdan içeri girdiğini bilen adamların sessizliğiydi ve şimdi öyle değilmiş gibi davranmak ve beni kandırmak için ellerinden geleni yapıyorlardı ama ben insan davranışları arasındaki farkları çok iyi biliyordum. Üzerime bir tembellik, umursamazlık çökmüştü sorma gitsin. Farkında olduğum gerçeğe rağmen, bir yanım hala bunun böyle olduğunu kabul etmeyi reddediyordu. Yanıldığımı, gördüğüm işaretlerin bir kaçağın paranoyası olduğunu ummak istiyordum. Son üç kasabadaki kalış sürelerim giderek normalden daha uzun sürmeye başlamıştı, varlığımın işaretlerini örtme çabalarım ise yok denecek kadar azalmıştı. Bu davranışlar alışkanlıklarımla tersti. Bırak artık gelsinler diye düşündüm. Eğer cesaretleri varsa beni geri almaya çalışsınlar. Ancak derinlerde bu kovalamacalardan yorulup yorulmadığımı sürekli merak ediyor ve sorguluyordum. Şimdi tam zamanıydı sanırım. Handaki odamdan birkaç küçük eşyamı alarak pencereden hemen atladım. Arkada karanlık bir sokağa giden bir yol vardı, altımda hızlı bir inişin kolayca gerçekleştirilebilecek kadar bir çıkıntı beni karşıladı. Hancının bana endişe içinde bakışlarını inceledikten sonra bu odayı özellikle seçmiştim. Şişman hancı acaba yokluğumu merakıyla mı yoksa odanın kirası için mi beni kontrol etmeye geldiğinde mi gittiğimi fark edecekti? Bunu düşünüyordum doğrusu. Bu ne kadar sürebilirdi ki? Belki bir hafta, belki de beni satan kişi eğer hancıysa harekete geçmesi daha kısa sürebilirdi. Sokakta birkaç yalnız sıçan ve bir çöp yığının kenarında uyuyan bir mülteci elf serserisi dışında hiç kimse yoktu. Bir süre duraksadım ve ırkdaşım olan adama tiksintiyle baktım. İmparatorluktan kaçtıktan sonra daha fazla bu meselelere karışmamayı karar vermiştim. Elflerin sözde özgür olduğu bir ülkeydi burası ve kesinlikle bir elfin yokluğu daha fark edilmeyecek miydi? Elbette bu zavallı şey şehirde yaşayan diğer tüm elfler gibi bir aptaldı. Fakat içinde doğduğu halkının çoğunluğunun korkmuş koyunlar gibi yaşayarak özgürlüklerini boşa harcamayı seçeceklerini nereden bilebilirdi? İki seçeneği vardı yerel yönetici insanların elflerden beklediği gibi uysal bir köle gibi davranarak insanların çöplerini yiyerek yaşamaktı. Diğer seçenek ise insan şehirlerinin yakınlarında ormanlarda pislik içerisinde sürünerek insanlarla saklambaç oynamak zorunda kalan elf klanlarından birine katılmaktı ya da savaşmak... O zaman seçimi açıktı. Büyük kılıcımı sırtımdan çekerken köle elf uyandı. Elf ani bir korkuyla ciyakladı ama onu duymazdan geldim. Şimdi, ara sokağın gölgelerinde gizlenmiş başka kişilerde geliyordu. Her iki tarafta en az ikişer adam vardı ve bir tanesi de yukarıda gibiydi. Dinlemeye başladım ve yukarıdaki kil kiremitlerde en ufak çıtırdama seslerini bile duyabiliyordum. Evet, şüphesiz bir okçuydu. Tabii acemiler beni sıkıştırdıklarını düşündüler. Kendimi ana caddeden uzaklaştırmak için ara sokağın sonuna atarak doğru koşmaya başladım. Tabii giderayak o köle elfin sefaletinden başını gövdesinden ayırarak kurtarmıştım. Sonuçta onun bağrışmaları yüzünden yerim tespit olmuştu ve başladığım bir işi de yarım bırakmayı sevmiyordum hiç adetim değildi. Buradan, dolambaçlı yollar, kanalizasyonlar ve asılı çamaşır iplerinden oluşan bir labirente çıktım ama orası çok karanlık görünüyordu. Kasaba muhafızlarını da devriye geziyordu ve onları koşuşturmacaya dâhil etmek istemiyordum. Avcılarımın neden beni en başta yakalatmak için gardiyanlara rüşvet vermediğini merak etmiştim. Bu kesinlikle işlerimi daha zora sokardı. Ne olursa olsun, beni fark ettikleri zaman yerel yöneticilerden de kaçmak zorunda kalacaktım. Ya da hızlı olursam kendim onlardan yardım isteyebilirdim ama bir elfin anlatacaklarına ne kadar kulak asıp yardım etmekte istekli olabileceklerini kestiremiyordum. Belki beni kovalayanları kısa süreliğine engelleyebilirlerdi ama dediğim gibi riske pek değmezdi. Kasabalı dilenci insan korkuyla bağırdı ve sarhoş bir şekilde ayağa fırladı ama ben çoktan onun yanından rüzgar gibi geçmiştim. İki uzun figür yaklaşıyordu gölgelerden, zar zor görüntülerini seçebiliyordum ama şimdi şehir yönetimi tarafından kovalamacanın fark edildiğini gördükleri için avcılar daha hızlı hareket ediyorlardı. Avcıları aslında öldüremeyeceğimden değildi bu kaçmam hatta bu köpekleri katletmekten büyük haz duyardım ama zamanlama doğru değildi. İlk onlar saldırmalıydı. En sonunda tam da istediğim gibi önümü paralı askerler kesti. Kılıcımla yay ile atılan ilk oku yana savuşturdum. İkinci adam bir açıklıktan yararlanmayı umarak çaresizce ileri atıldı yumruğumla onu karşıladım. Derimdeki işaretler parlamaya başladı. İçlerindeki lanetli büyü etimden dışarıya taşıyordu. Yumruğum adamın miğferini delip geçerek doğrudan kafatasını ezerek içinden geçti. Diğer adam korkudan sersemlemiş bir halde yalpalayarak durdu. Dehşetle hayrete düşmüştü. Benim hakkımda sanırım uyarılmamışlardı. Aptallar. Yumruğumu geri çektim işaretler yeniden güçlü parladı ve söndü. Avcının ise ağzından ve kulaklarından kanlar fışkırıyordu yere yığıldı. Şimdiye kadar ilk avcı çoktan ölmüş son nefesini vermişti diğeri kılıcını üzerime sallayarak geldi. İkincisini de ustaca kafasından tutarak kendime çektim. Yumruğumu büyüyle sertleştirip kafatasını ezerken üçüncü adamın kılıcı omzumu derinden yaraladı ve o acıyla bir tekmeyle tuttuğum adamın kafasını bedeninden ayırarak bedenini tuğla duvara fırlattım. Diğer adam çarpmanın etkisiyle cesedin altında kaldı. Yumruğum koyu kırmızı kanla kaplıydı. Bir arbalet oku başımın yanından geçti, kulağım sesiyle çınladı ve bulunduğum yere yaklaşmakta olan daha fazla adamın çizmeli ayak seslerini de duyabiliyordum. Ölü yoldaşını üzerinden kaldırmak için uğraşan yaralı avcının üstünden atlayarak ara sokağa fırladım. Koşarken çamaşır iplerini kestim ve arkamdaki engelleri görebilmek için varilleri devirdim. Kesinlikle peşimden hala hızla geliyorlardı. Adamların ettiği küfürleri ve çatılardaki arbaletçinin pozisyon almak için çabalayışlarını duyabiliyordum. İlk gördüğüm yapının açık panjurundan içeri daldım. Fırından çıkan büyülü gelen yeni ekmek kokusuyla dolu bir mutfağa girdim ve oturduğu masadan ayağa kalkarken bir insan kadın çığlık attı. Evinin içerisinde aniden beliren neredeyse kendi boyunda büyük bir kılıç taşıyan, dar zırhlı çekici bir elfin görüntüsü hiç şüphesiz hoş bir manzara değildi. Kadın ayağa kalktı ve göğüs dekoltesini şüphesiz beklediğimden daha fazla ortaya çıkaran bir gecelikle önümde duruyordu ve şaşırtıcı derecede alımlı görünen kadını duvara korkudan yaslandığını fark etmiştim. Ona gülümsedim ve kadın tekrar çığlık attı. Sanırım yakışıklı yüzümden etkilenmişti. Tezgâhtan kokusuna dayanamadığım için yolda yerim diye taze pişmiş bir somun aldım ve tek çıkış yolu olan kulübenin ön kapısına koştum. Zaten bir asker pencereden o sırada tırmanmaya çalışıyordu, bu kadının bir kez daha çığlık atmasına ve bayılarak yere düşmesine neden oldu. Diğerleri ise neredeyse ön kapıdan girmek ve beni kıstırmak üzereydiler, o yüzden bir an önce çıkmak zorunda kalmıştım. Bir an durmak zorunda kaldım. Kapının önünde duran adamı çok iyi tanıyordum. Kestane rengi pelerin ve simsiyah saçları o ruhsuz siyah gözlerini zar zor kapatıyordu. Boynunda açmış olduğum taze yaradan bahsetmiyordum bile. Lanet olası şifa iksirleri ve iğrenç iyileştirme büyüleri. Neden ölmesi gerekenler ölü kalamıyordu ki? "Seni tekrar görmek güzel." Dedi. Arbaletini kaldırıp oku göğsüme doğrulttuğunda avcının sesi yüzü gibi soğuk bir mırlama gibi çıkıyordu. Çatıdaki ayak seslerini sahibi de oydu. "Geçen sefer olanları düşünürsek, tekrar denemeye karar vermene çok şaşırdım." Dedim. "Artık meselemiz sadece altın değil, kişisel bir hal aldı köle!" Ah, benimle böyle konuştuklarında insanları daha çok seviyordum. Her şey olması gerektiği gibi geliyordu sanki. "Peki bu sefer kafanı sonsuza kadar kaybedeceğinden korkmuyor musun?" diye sordum. "Eskiden olduğun gibi değilsin. Son zamanlarda dikkatsiz bir hale geldin artık. Pes etme zamanın geldi!" Diğer saklanan avcı pencereden çıktı ve üzerime gelmeye başladı bu anda Sokaktan gelen diğerlerinin bağırışlarını da duyabiliyordum. Gerçekten iki seçeneğim vardı: Pes etmek ve daha sonra tekrar kaçma şansı ummak... Ya da savaşma şansımı denemek... İlki gerçekten bir seçim bile değildi. Kılıcımın kabzasını daha sıkı kavradım ve avcılara gülümsedim, ağır ağır ölümcül. Vücudumdaki işaretler mavi ışıklar saçarak parlamaya başlamıştı. "Beni istiyorsanız gelin de alın," diye tıslayarak üzerlerine saldırdım...
Aşağıdaki 1 üye Penetrator God nickli üyenin bu iletisini beğendi:1 üye Penetrator God nickli üyenin bu iletisini beğendi.
• cemal
02-01-2022, 03:43
(Son Düzenleme: 18-10-2022, 19:56, Düzenleyen: Penetrator God. Toplamda 1 kere düzenlenmiş.)
İnkarcılar 1. Bölüm Her şey çok kötü bir şekilde sarpa sardı. Kervan soygunu için yaptığım alelacele planlar hiç beklediğimiz gibi gelişmemişti. Öncelikle Anders ile beklediğimiz şey içerisi inkârcı büyücüler ile dolu, siyah bir araba değildi. Daha da kötüsü bu lanetli arabaya, gözleri gün ışığıyla kamaşan onlarca tapınakçı muhafızının eşlik etmesiydi. İkincisi, Anders ile kaçabileceğimiz hiçbir yer de yoktu. Üzerinde durduğumuz taş çıkıntıdan Denerim’e uzanan tek güzergâh, alt taraftaki toprak yoldu. Bu gri kaya parçasının yola uzamaması gibi, yol da sonsuz büyüklükteymiş gibi görünen turkuaz denize uzanıyordu. Sert dalgalarla ve onlardan daha da sert rüzgârla dövülmüş yetmiş metrelik bir tepeydi. Üçüncüsü ve asıl can yakıcı olanı da büyücü avcılarının, kurduğumuz tuzağın yani yere gömdüğümüz patlayıcıların üzerinden geçtikleri sırada meydana gelecek patlamadan sonra bulunduğumuz tepenin her yerini didik didik arayacak olmalarıydı. Dürbünü heyecanla indirdim, “Yaratıcı’nın gelini adına Anders! Her sırada dört muhafız var. Sekiz kere dört, on beş, on altı, on yedi…” yüzümü buruşturdum ardından sakin bir şekilde, “Otuz iki kişiler,” dedim. “Demek Jowan, silahlı, otuz iki lanet tapınakçı muhafız şu an kurduğumuz tuzağı doğru ilerliyor?” dedikten sonra Anders, kahverengi pelerininin başlığını geri atıp başını sallamakla yetindi. Yeni doğmakta olan güneş Anders’ın yüzünde parlıyordu. Anders ile tamamen farklı insanlardık. Benim saçlarım gece karasıyken, onun saçları buğday sarısıydı. Ben esmerken o beyaz tenliydi. Benim gözlerim maviydi, onunkiler elaydı. Aynı zamanda karakter olarak görünüşümüz gibi çok zıttık birbirimize. Anders dürbünü elimden alırken ela gözlerini kaldırıp, “Sana söylemiştim demekten nefret ediyorum,” dedi. “Öyleyse söyleme o zaman,” dedim. “Ancak,” dedi Anders, “Geçen gece sana söyledikleri bir yalandan ibaretti. Basit bir kart oyunuyla hiç mi hiç ilgilenmiyordu.” Anders, eldivenli parmaklarının ikisiyle yolu işaret edip, “Bu sabah kuzeydeki anayoldan kenti terk etmediğine eminim,” dedi. Üçüncü parmağını da kaldırdı. “Ve bence adı Isolde bile değildi,” dedi. Isolde. Bu doğruysa o güzel dolandırıcıyı bulduğum zaman, o yüzündeki her kemiği tek tek kıracaktı. Kafamı bir ah çekerek taşa vurdum. Paramı da ona kaptırmıştım hem de hepsini. Bir gece önce, hem kendimin hem de Anders’ın tüm birikimini ortaya koymuştum. Başlangıçta hiç de fena gibi gitmiyordum. Ayrıca Denerim şehrindeki kart oyununda tek turda kazandığımız en yüksek bahis, kendimize ait bir ev satın almamıza da yetiyordu. Kokuşmuş hanların çatı katlarından kurtulabilecektik. Ne var ki, kaderimizde yoktu demek ki. Oyunun düzenlendiği zengin mekâna girmem yasaktı. Arkadaşım Anders yanımda olmayınca hata yapmaya da daha açık hale gelmiştim. Özellikle çenesi kuvvetli çekici, havalı bir kadından gelen iltifatlardan dolayı hata yapmamak imkansız olmuştu benim için. Dolandırıcı kadının kazandığım altınları kasadan tahsil ederken, koluma girip dudaklarıma ateşli ilk öpücüğü kondurduğunda beni kandırdığını hiç hissetmemiştim. Topuklarımı kaldırırken taşa vurup,” Bir daha asla kumar oynamayacağım,” diye yemin ettim.” Ve asla flört etmeyeceğim.” Anders, “Tabanları yağlayacaksak eğer bunu tapınakçılar tuzaklarımıza yaklaşmadan önce yapmalıyız,” diyerek benim daldığım düşüncelerimi böldü. Yaklaşan tapınakçılara dürbünüyle bakan Anders’e dönüp,” Gerçekten mi?” dedim. Rüzgâr Anders’ın uzun saçlarından bir tutamını havalandırdı. Uzakta bir martı ise bu sırada iğrenç bir cıyaklama sesiyle bağırdı. Martılardan nefret ederdim, her zaman başıma pisliyorlardı. Anders, “Tapınakçıların sayıları artıyor” diye mırıldandı. Dalgalar sanki kelimelerini boğuyordu. Fakat sonra daha sesli bir şekilde, “Kuzeyden yirmi kişi daha geliyor,” dedi. Bir an için nefesim kesilir gibi oldu. Arabayı koruyan otuz iki tapınaklıyı bir şekilde baş edebilsek bile, diğer yirmi tapınakçı kaçmaya fırsat bulamadan bizi enselerlerdi. Ciğerlerim o güzel dolandırıcıdan öç alma düşüncesiyle birlikte havayla doluyordu. Beraberinde içimden ise bildiğim bütün bedduaları saydırıyordum. Fakat şimdi bu düşüncelerin hiç sırası da değildi çünkü çevremiz onlarca büyücü avcısı tarafından sarılmak üzereydi…
Aşağıdaki 1 üye Penetrator God nickli üyenin bu iletisini beğendi:1 üye Penetrator God nickli üyenin bu iletisini beğendi.
• SchrödingersCat
17-01-2022, 12:27
(Son Düzenleme: 18-10-2022, 19:57, Düzenleyen: Penetrator God. Toplamda 2 kere düzenlenmiş.)
Vahşi Çorak Topraklar - 1. Bölüm Yer Doğu Topluluğu, New York Şehri. Yıl 2097. Bundan tam 20 yıl önce 23 Ekim 2077'de bilinen dünya sona erdi. Füze ve bombalar gökten yağdı, dünyayı alevler içinde yuttu, Büyük Savaş olarak bilinen olay patlak verdi. Şehirler ve milletler teker teker düştü ve insanlık nükleer bir karanlık çağa adım attı. Pek çoğu bunun insan uygarlığının sonu olduğuna inandı, ancak aslında tarihin yeni ve kanlı bir bölümünün sadece başlangıcıydı. Küresel uygarlığımızın çöküşü, nükleer bombaların getirdiği zararı tam olarak tespit etmemizi imkânsız hale getirdi. Yörüngedeki uydulardan bakıldığında, küresel bir felaketin açık işaretleri vardı ve dünya okyanuslarının çoğu zehirli radyasyon yüzünden yeşil renk görünüyordu. Büyük Savaş'ın bizlere bıraktığı en acı miras, yayılan yakıcı radyasyon oldu. Nükleer ateşten kurtulan bitki ve hayvanların çoğu, bir hafta sonra düşen ışın yağmurları tarafından öldürüldü. Bundan da hayatta kalmayı başaranlar ise, 2080 yılına kadar tamamen mutasyona uğradı. Amerika anakarasının neredeyse yarısı yok edildi. Birçok büyük Amerikan şehri, Pittsburgh ve Las Vegas gibi birkaç istisna dışında, bombalar tarafından haritadan silindiler. Toplumun hızla dağılmasıyla ayakta kalan şehirler bile zamanla yıkıldı. Nüfusun büyük bir bölümü ölmüş ya da bölünmüş olsa da geriye kalan vatandaşları yeni bir uygarlık başlatmak için yeteri kadar birlikte kalabildiler. Büyük Savaş'tan sonra ortaya çıkan radyasyon ya da zorunlu FEV'e maruz kalmanın sonucuyla pek çok yaratık oluştu. Radyasyon, bombalarının düşmesinden üç yıl sonra birçok yeni tür kendiliğinden bir anda doğdu. Bu yeni türler, mutasyon öncesi hallerinden daha büyük, daha sert ve daha tehlikeliydi. Bunlar sadece bitki ve hayvanlardan oluşmuyordu, insanlarda buna dâhildi. Radyasyona ağır şekilde maruz kalması, bazı insanları, gulyabanilere dönüştürdü. Kalıcı olarak çürüyen ciltleri korkutucu, insan dışı bir görünüme sahip olmasına rağmen genellikle aralarından bazıları zihinsel yetilerinin büyük bir bölümünü muhafaza edebildiler. Akıl yürütme ve iletişim kurma yetenekleri sağlam kaldı. İroni olarak, fiziksel bozulmalarına rağmen, duyuları ve ömürleri arttı. Fakat bunu radyasyondan uzak kalabilenler yapabildi. Şimdi aradan geçen onca yıl sonra ben ve kız kardeşim bu dünyanın vahşi doğasının içinde, dağların yukarılarında saklanarak hayat mücadelemize kaldığımız yerden hala devam ediyoruz. Kırsalda gezinen haydutlara veya yaratıklara yakalanmamak için çok dikkat ediyoruz. Bu benim hikâyem, bu bizim kıyametimiz. Seçimler ve fedakârlıklardan geçen zorlu yollar. Biz ne pahasına olursa olsun hayatta kalacağız...
Aşağıdaki 1 üye Penetrator God nickli üyenin bu iletisini beğendi:1 üye Penetrator God nickli üyenin bu iletisini beğendi.
• Takeda Akane
Aşağıdaki 1 üye Takeda Akane nickli üyenin bu iletisini beğendi:1 üye Takeda Akane nickli üyenin bu iletisini beğendi.
• Penetrator God
17-01-2022, 21:01
Aşağıdaki 1 üye Penetrator God nickli üyenin bu iletisini beğendi:1 üye Penetrator God nickli üyenin bu iletisini beğendi.
• Takeda Akane
22-01-2022, 22:06
(17-01-2022, 23:58)Takeda Akane : Takipçinim Fallout evreninde geçen bir hikaye kaçmaz. Oyunlarını da çok severim şahsen.
Aşağıdaki 1 üye Penetrator God nickli üyenin bu iletisini beğendi:1 üye Penetrator God nickli üyenin bu iletisini beğendi.
• Takeda Akane
21-03-2022, 03:04
(Son Düzenleme: 18-10-2022, 19:57, Düzenleyen: Penetrator God. Toplamda 3 kere düzenlenmiş.)
Deus Ex 2100: Illuminati Savaşı - Hayran Bilimkurgu "Bir insan, olduğundan daha büyük bir şeyin larva halinden başka bir şey değildir ve gerçek potansiyellerine erişebilmeleri için biçimlendirilmeleri gerekir." -Adam Weishaupt, Illuminati'nin kurucusu “21. yüzyılda insanlığın karşılaştığı en büyük düşman bir despot veya diktatör değildi. Bunun bir mikrop olduğu ironisini kimse gözden kaçıramazdı. Milyonlarca, insan AIDS salgınları tarafından öldü. Tüberküloz ve İspanyol Gribi ardından şimdiye kadarki en büyük tehdidimizle karşı karşıyayız: Geçen yıl ortaya çıkan yıkıcı bir veba olan "Gri Ölüm". Ama bu veba bir doğa kazası mıydı yoksa bilimin bir tasarımı mıydı? New York'taki Yeni Dünya Biyomedikal Sağlık Merkezinden doktorlar öyle düşünmüyorlardı. Bu veba hakkındaki yaptıkları analizleri, kökeninin kesinlikle doğal olmadığını ve aslında dünya dışı olabileceğini gösteriyordu. Vebadan etkilenenler hakkında ise kamuoyu tarafından acımasız spekülasyonlar yapılmaya devam ediyordu. Hastalık genellikle yoksul halka daha hızlı bulaşmış gibi görünüyordu, bu bir işgalin başlangıcı olabilir miydi? Eğer öyleyse çok mantıklı bir durumdu çünkü dünyanın sosyal, politik ve askeri dokusunu bozmanın daha etkili bir yolu henüz tasarlanmamıştı. Eğer teoriler doğruysa, liderler insanlardan neyi saklıyorlardı? Yaklaşmakta olan savaşa nasıl hazırlıklar yapılmalıydı? Gerçek cevapları sadece onlar biliyordu. Atlanta'daki Hastalık Kontrol Merkezi'nden alınan bir bültene göre, Gri Ölüm salgını kırsal topluluklara hızla yayılıyor. Şimdiye kadar, veba büyük kentsel alanlardaki yayılım oranı küçüktü. Rapor, kırsal enfeksiyonların şu anda bölge nüfusunun yüzde 8, 7'sine ulaştığını, altı ay önce yüzde 2,4 olduğunu belirtiyor. Kent merkezlerinde enfeksiyon oranı son altı ayda %22, 4'ten %28, 6'ya yükseldi. Tüm bölgelerde veba, enfeksiyonun ilk 100 günü içinde %93'lük bir ölüm oranı taşımaktaydı. CDC bülteni, vebanın kökeni, vektörleri veya tedavisine yönelik araştırmalarda hiçbir ilerleme kaydedilmediğini, ancak hükümet araştırma programlarının hız kesmeden devam ettiğini belirtti.” -New York Midnight Sun Gazetesinden alıntı İlluminati 2030'lu yıllardan beridir nano teknolojik büyütme bilimini geliştirmekle ilgileniyordu. Çok gizli olan "D-Projesi" olarak adlandırılan çalışmalar üzerinde araştırma yapmaya başladılar. Bu proje, doğuştan nano büyütmeleri bünyelerinde kabul edebilen insanların yaratılmasını içeriyordu. Projenin planları arasında mekanik olarak arttırılmış olanların yaşadığı Darrow Eksikliği Sendromunu tamamen ortadan kaldırmakta vardı. Ancak işler hiç planlandığı gibi gitmedi ve insanlar nanitlere maruz kaldıklarında ölümcül bir hastalığa yakalandılar. Bu yeni yayılan nano virüs nedeniyle İlluminati dünyada pek çok araştırma tesisinin kontrolünü kaybetmeye başladı. Tüm kurtarma çabaları da sonuçsuz kalınca tesisler kapatıldı ve yaşanan başarısızlık örtbas edilmeye çalışıldı. Fakat gizli araştırma tesislerinde yaşanan felaketten kısa bir süre sonra patlak veren bir diğer büyük olay Illuminati'nin üçüncü büyük projesi olan genetiği değiştirilmiş organizmalardı. Proje kapsamında yaratılan yaratıklar tesislerdeki yaşanan çöküşten sonra büyük bir çoğunluğu kaçarak şehirlere yayılmışlardı. Bu transgenetik klonlanmış yaratıkların bazıları ayrıca çok tehlikelilerdi ve zehirli maddeler tükürebiliyorlardı. Tüm bu olaylar neticesinde 2072'de Amerika Birleşik Devletleri toplumsal çöküşün eşiğine gelmişti. Federal hizmetler kriz durumuyla baş edemediği için Gri Ölüm vebası nedeniyle milyonlarca insan hastalanmış ve ölmeye başlamışlardı. Hayatta kalan Amerika vatandaşları ise yönetime isyan ediyordu. Hastalığın yayılmasıyla suç oranı da arttıkça şehirlerde şiddet yaygınlaşıyordu. Durum o kadar kötü bir hale gelmişti ki artık yerel şehir parklarında veba kurbanlarını gömmek için toplu mezarların kazılmaya başlandığı görülüyordu. O zaman bile, kamu hizmetleri ve ordu ölüleri zamanında toplayamadığı için birçok ölü ve ölmekte olan vatandaş sokaklarda bırakılıyordu. Buna rağmen, hükümet eleştirilere kulak asmadan normal bir şekilde işlemeye çalışıyordu. İlluminati'nin bu kargaşayı fırsat bilerek sahneye çıkışıyla ise işler kopma noktasına gelmişti. İlluminati eylemleriyle tehdit edilen Amerika Başkanı ülke çapında sıkıyönetim ilan etme kararı aldı ancak bu kararın ardından 24 saat içinde Amerika başkanı süikaste uğradı ve Birleşik Devletleri'nde sosyal düzen tamamen çöktü. Ülke genelindeki valiler, başkanlık direktifini uygulamayı reddediyordu. Savunma Bakanı istifa etti. Askeri komutanlar şehirlere asker göndermeyi reddediyorlardı. Ardından İlluminati tarafından tüm eyaletlerdeki elektronik iletişimi tamamen ortadan kaldırılarak yeni bir karanlık çağa, bir çöküşe sürükledi. 2072'nin sonlarında Amerika Birleşik Devletleri tamamen İlluminati ve ona bağlı büyük şirketlerin eline geçti. Bunlar arasında Dünya Ticaret Örgütü ve Kutsal Düzen adlı örgütler yer alıyordu. Her ikisi de yeniden dirilen İlluminati'nin araçları olarak birbirlerine sıkı bir şekilde bağlandılar. İlerleyen aylarda Illuminati tarafından Ambrosia adı verilen Gri Ölüm'e karşı bilinen tek aşı geliştirildi fakat halka dağıtılan aşının kısa sürede ne yazık ki, vücut tarafından hızla metabolize edilidiği ve etkilerinin geçici hale geldiği tespit edilmişti. En iyi ihtimalle virüse karşı 48 saate kadar bağışıklık sağlamaktaydı ve 48 saat sonra kişi ilacı kullanmaya devam etmezse bir kez daha Gri Ölüm'e yakalanma riskiyle karşı karşıya kalmaktaydı. Başarısız aşı denemesinden sonra yayılmaya ise son sürat devam eden Gri Ölüm virüsünün ise insan genomunun yapısında çeşitli mutasyonlara uğratan farklı genetik hastalık varyantları doğurmaya başlamıştı. Yeni virüsün özellikle en baskın olduğu yer olan Chicago'da Amerika Birleşik Devletleri'nin Illinois eyaletinde yer alan bir şehrinde hastanelerde sağlıklı fakat fizyolojik özellikleri insanlardan çok farklı bebekler doğmaya başlandığı tespit edilmişti. Ardından bölgeye Illuminati tarafından büyük bir araştırma tesisi kurulmuştu ve yeni doğan bebek deneklerdeki hastalığın bozduğu gen havuzunun genlerinin taşıyıcısının kim olduğunun bilinmemesi sebebiyle durumu kontrol altına almanın tek yolunun bölgenin izole edilmesi gerektiğinde karar kılınmıştı. Deneylerin yapıldığı bölge ve etrafındaki şehirler yüksek teknolojili surlarla kapatılmış, dış dünya ile iletişimi kesilerek soyutlanmıştı. Tüm çabalara rağmen yapılan deneylerde, hiçbir denekte anlamlı bir fonksiyon görülemedi. Yeni virüs üzerindeki deneyler başarısızlığı nedeniyle bitirildi fakat kobaylar görevliler tarafından şehirde takip edilmeye devam edildi. Her şeyin kontrolü altında olduğunu düşünen Illuminati bilim insanlarının ise yanıldıklarını fark etmesi yirmi yıl sürecekti. Daniel Denton bu dünyada yaşamak uğruna sırlarla dolu tam on yedi yıl geçirmişti. Sırrı açığa çıkarsa hayatı ellerinden çekip alınacak, sonraki hayatını bir kobay gibi kliniklerde üzerinde işkencelerle dolu deneyler altında sürdürecekti. Bir gün korktuğu oldu ve sırrı ortaya çıktı ancak olaylar öngördüğü gibi gelişmemişti. O gün onun için artık her şeyin bittiğini düşündüğünde yeni bir kapı açıldı önünde. Ancak kapı tehlikelerle dolu bir yere gidiyordu. Daniel o kapıdan içeriye girdiğinde Illuminati'nin gerçek yüzünü keşfedecek ve bu oyunun içinde ne kadar küçük kaldığını görecekti. Kendini içinde bulduğu yeni büyük bir direniş, ona güvenmesini söyleyen yeni yabancılar, sevdiği kişiler ve ailesinin hiçbirinin göründüğü gibi olmadığını çok sonradan anlayacaktı. Madalyonun diğer yüzünü, o ayrıntılara saklanmış büyük sırları fark ettiğinde gözlerini o yöne hiç çevirmek istemedi. Çünkü maskeler kalktığında tüm o korkutucu çirkin suretler önüne serilmeye başlamıştı…
Aşağıdaki 1 üye Kodazot nickli üyenin bu iletisini beğendi:1 üye Kodazot nickli üyenin bu iletisini beğendi.
• Penetrator God
03-05-2022, 15:41
17-06-2022, 18:55
(Son Düzenleme: 18-10-2022, 19:58, Düzenleyen: Penetrator God. Toplamda 2 kere düzenlenmiş.)
Kara Kergitler - 1. Bölüm Yıl 1257... Kergitlerin Sarranid istilası neredeyse tamamlanmış durumdadır. Sancar Han tarafından yönetilen ordular, gözlerini yeni topraklara dikmiştir. Kalradya’daki diğer her krallık aynı kaderle yüzleşmek üzeredir, ta ki rahmetli Janakir Han’ın diğer oğlu olan hanlığın mirasçısı Dustum Han’ın sancağı altında toplanmış ve vasalı Bahestur Han tarafından yönetilen savaşçı grubu kara kergitler, Sancar Han’ı devirmek için tehlikeli bir planı uygulamaya koyana kadar. Bu destansı maceraya ise bir at hırsızı ve çok iyi bir iz sürücü olan Borcha’nın dahil olmasıyla ise işler daha da ilginç bir hal alacaktır… Ormanın iç kesimlerinde taş manastırı çevreleyen açıklığın hemen dışında durdum ve çömeldim. Kuzeyin gür ormanlarında nasıl sessizce ilerleyeceğimi biliyordum ve ıssız harabelere dallardaki bir esintiden ya da geçen yılın yaprakları altında gezinen böceklerden daha usulca yaklaşmıştım. Dalgalı sabah sisinin arasından kuzeyindeki manastır harabesini seçebiliyordum. Ek binaların yıkık ve çatısız duvarları, kırık bir eğri şeklinde ana harabelerin güneyine doğru uzanıyordu. Bir zamanlar keşişlerin muhtemelen sebze yetiştirdikleri yerde huş ağaçları ve birkaç genç meşe büyümüştü. Açıklığın geri kalanı kısa süre önce açılmış patikaların böldüğü çimenlerle ve dikenli çalılarla doluydu. Yabani otların bürüdüğü bir mezarlığın taş çitinin hemen ötesine dört tente kurulmuştu. Bir kamp bulmuştum; buna şüphe yoktu. İyi de kimin kampını? Kahvaltısını toplayan bir ağaçkakanın uzaklardan gelen takırtıları daha yakından ve yüksek sesle çıkan çelik çınlamalarıyla bölünüyordu. Zaten benim dikkatimi çeken de bu doğaya aykırı ses olmuştu. Bu kadar yakındayken konuşan çok sayıda adamın sesini duyabiliyordum, ama henüz manastırın yeni misafirlerini görebilmiş değildim. İki gün önce bir grup kergit beni zengin bir tüccara ait bir atı çalmaya kalktığım için bu gür ormanın sınırın kadar kovalamıştı, ormana varınca da atlarını durdurup sövüp ağaçlara ok yağdırmışlardı. Bozkırda yetişmiş bu savaşçılar güçlü atlarla dörtnala koşturmayı sevdikleri için de çabucak çevrelendikleri bu sıkışık koruluklara girmekten hiç hazzetmezlerdi. Ormanda yolculuk etmek yavaş olsa da iç kesimleri hala haydutlardan ve kergitlerden saklanmak için güvenliydi. Gündönümünün hemen sonrasıydı; Sancar Han olarak bilinen aşağılığın buradan yalnızca birkaç kilometre uzaklıktaki Shariz yakınlarında Sarranid sultanlığı ordularını yenmesinin üstünden üç ay, ardından tüm Kalradya’ya meydan okumasından beriyse bir aydan biraz daha fazla zaman geçmişti. Soluma doğru dönerek yaşlı bir meşenin arkasına geçtim. Bana yol göstermesini istercesine ağacın kabuğunu hafifçe okşadım, sonra da eski bir iz sürücü geleneği olarak parmaklarımı gözlerimin önünden geçirdim. Ormandaki sis perdesi şimdiden dağılmaya başlamıştı ve beklemeye başladım. İyi eğitimli bir yol bulucu, bu diyarda içgüdülerini takip ederken sabırlı davranmayı bilmeliydi. Bu sırada kulağıma karşılıklı bir konuşmanın, ne bu sabah ne de yakın bir zamanda bitecekmiş gibi gelmeyen bir tartışmanın bölük pörçük sözleri gelmeye başlamıştı. “Bakışını gevşet bıçağın zaten nerede olduğunu biliyorsun. Ona bakmayı bırak!.” “Gözlerini yumma! Ha öyle yapmışsın, ha kılıcını yere atmışsın. Akılsız bir kuzu musun sen?” “Rakibinin silahını seyredersen çok geç kalmışsın demektir. Gözlerinle takip edemiyor musun?“ Bir taş atımından daha kısa bir mesafede yaşı yirmiyi geçmeyen ve beyaz denilebilecek kadar açık sarı saçları olan bir delikanlı kendisinden yaşlı bir adamla karşı karşıyaydı; iri kıyım, yara izleriyle kaplı bir kergitli. Her ikisi de kocaman birer savaşçı kılıcı taşıyordu ve tekrarlayıp durdukları idmanları keşiş giyimli bir adam tarafından gözlemleniyordu. Bu adamlar büyük ihtimalle kara kergit askerleriydi; bulmayı ve aralarına katılmayı ümit ettiğim adamlardı. Şöhretlerinde doğruluk payı varsa Sancar Han’ın alışılmadık davetine günler içinde cevap vermeleri işten bile değildi. Kara kergitler dört bir yana dağılmışsa da oradan sadece birkaç günlük yolculuk mesafesindeki Dirigh Aban’nın güneyindeki dağlarda bulunan gizli bir dağ kalesinde bir kolları mevcuttu. Sancar Han’ın kergitlerinin tam zıttı olan içgüdüleri gereği kamplarının ormanda kurarlardı ve anlaşılan sahipleri çok uzun zaman önce terk edilmiş bu eski manastırı bulmuştu. Bana göre bu yar esrarengiz ayinlerin düzenlendiği gizli tapınakları andırıyordu. Asıl maksat ne olursa olsun bu harabe doğaçlama yoluyla bir eve, Shariz’deki cenk meydanına Sancar Han’ın oraya kurdurttuğu kokuşmuş çadır kentin civarını keşfederlerken kara kergitler bekleyip burayı idman yapabilecekleri bir sığınağa dönüştürülmüştü. Mezarlık duvarının arkasından demir kın renkli iri bir aygıra binen bir atlı çıktı. Adamın taşıdığı şeritli ve eklemli bir kergit tarzı yayı görünce irkildim. Fakat adam bir kergitli değildi. Saçları uzun, gür ve kahverengiydi; sivri burnunun altında gür bir bıyık sarkıyordu. Adam atını döndürüp ek binaların kıvrımı boyunca dörtnala koşturdu, sonra tekrar yön değiştirerek otların arasında gidip geldi. İlk başta bu anlamsız hareketlerden bir şey anlayamadım; ta ki okçuluk antrenmanı yaptığını anlayana dek. Adam, hedefi teşkil edebilecek bir şeyi gözüne kestirdiğinde onun yanından dörtnala geçerken, bazen ondan uzaklaşırken bazen de atını aniden durdurup sabit dururken ok atıyordu. Bu adamları yalnızca namlarından tanımama rağmen bu binicinin kergitlerin gücünden zarar görmüş, yaşadıklarından ders çıkarmış ve silahlarını kabullenip onlara uyum sağlamış bir sarranidli olduğunu kestirebiliyordum…
04-10-2022, 18:04
(Son Düzenleme: 18-10-2022, 19:58, Düzenleyen: Penetrator God. Toplamda 1 kere düzenlenmiş.)
Tanrı'nın Rüyası "Bir beden öldüğünde, Ona ne olacak? Kemikleri kuruyup yok olacak, Ama ruhu, aynı zamanda solacak. Bu dünyada, bu topraklarda, Tekrardan küllerinden mi doğacak? Ya da yeni hayatta, Bedensel sınırlara hapis olmadan, Zamanın zincirlerine bağlı kalmadan, Ebedi yolda mı uçacak? Daha sonra arınacak, her şeyi bilecek, her şeyi görecek, Şimdiye kadar sorulan her sorunun cevabını alacak. Ve yaratıcısına "Nereden geldik, nereye gidiyoruz?" diye soracak. Ardından kayıp geçmiş günlerin gizemleriyle buluşacak. İşte o zaman ruh nihayet aradığı ebedi huzuru kavuşacak." Fanilerin dünyası Nephilim'de çeşitli tanrılar vardır ve her birinin görevi farklıdır. Günümüze kadar bilinen on altı tane tanrı vardı. Ancak şimdilerde geriye sadece on tanesi kalmıştır. Fakat bilinenlerin dışında özel bir tanesi vardı ki o insanlık tarihi boyunca asla görülmemişti ve adının bile artık nadiren söz edilmesine rağmen hala tamamıyla unutulmamıştı. Adının Yaratıcı Absalom olduğu Antik Çağ da Yeni Tanrılar tarafından iddia edildi. Tüm âlemlerin yaratıcısı olarak bilinen tek ve ilk bir tanrıydı. Her şeyin gücünün kaynağı ondan geliyordu. Neredeyse yaratılıştaki her varlık onu kabul etmişti. Tüm uzayı, yıldızları, galaksileri ve gezegenleri o yaratmıştı. Yaratıcı Absalom evrenin başlangıcı ve sonuydu. Yarattıkları arasında en önemlileri; Hiçlik diyarı Oblivion, ruhlar diyarı Veil ve fani dünya Nephilim'di. Bilinmeyen Kayıp Doğuş Çağının sonlarına doğru Eski Olanları kendi suretinden yarattı. Nephilim dünyasının işleriyle yedi tanrı görevlendirmişti. Eski Olanlar ilk iş olarak yıldızların ışığından insanları yarattı ve tanrıların evi olan Nexus ile tanrıların hapishanesi olan Nemesis'i oluşturdular. Ne yazık ki bunlar dışında Yaratıcı Absalom hakkında çok fazla kişisel ayrıntı yoktur. Tüm kozmosu yaratacak kadar kudretli olduğu ve kendi gücüyle doğduğu bilinmesi dışında, gerçek doğası ve niyeti bilinmemektedir. Yaratıcı Absalom'un evrenden ayrıldığı ve artık biz çocuklarıyla konuşmayacağı birçoğumuz tarafından inanılmaktadır. Absalom'un gerçekten neden yarattığı evrenden vazgeçtiği belirsizliğini binlerce yıl geçmesine rağmen koruyor. Absalom'un varoluş için kurduğu dengenin dayanağı, iki ana karşıt prensipten oluşmaktadır. Örneğin; ışık, karanlık, hayat, ölüm, düzen ya da kaos gibi. Uzun zaman önceydi, Nephilim dünyası yeni yaratılmıştı ve o zamanlar hiçbir insanın egemenliği altında değildi. Eski günlerde bu olgunlaşmamış ama verimli topraklar harikaydı ve kuvvetliydi. Kozmos tarafından göz ardı edilen genç ölümlü ırklardan biri olan insanların büyüme potansiyelleri yaratıcıları olan Eski Tanrılar tarafından pek önemsenmemişti. Zamanla insanlığın sonradan Nephilim olarak bilinecek bu topraklara ayak basmasına izin verdiler. İlk insan kabileleri gemilerle Nephilim'e yelken açtılar. Yeni kıtaya yerleştiler. Ardından kısa bir süre içinde tüm zenginlik ve doğal yaşam kayboldu ve her şey insan halkları elinde berbat oldu. İnsanlığın birbirleriyle ve çevreleriyle bitmeyen savaşlarıyla Nephilim'in büyülü diyarının atmosferi bozuldu. Ve bunun sonucunda Eski Tanrılar doğrudan dünyaya tezahür etmeseydi, dünya ilk günlerin kötü niyetli günahkar insanlığının egemenliği altında yok olurdu. Eski Tanrılar insanlık arasından on bir tane büyücü seçtiler ve onları ölümsüz yaptılar. Eski Tanrılar seçtikleri Yeni Tanrılara güçlerinin büyük bir kısmını dünyayı yönetmek, anlaşmazlıkları çözmek ve tüm toprakları birleştirmeleri için verdiler. Sonunda Eski Tanrılar dünyadan çekildiler ve Yeni Tanrıların bir zamanlar insan olan kökenleri unutuldu. İnancın Kutsal Lordları adlı bir dinin kurulmasına yol açtılar ve Yeni Tanrılar olarak kabul edildiler. Yeni Tanrılar uyum içinde dünyaya yeniden şekil verdiler. Yeni Tanrıların en genci ve erkekleri arasında en yakışıklısı olan Nehrim ilk yüzyıllarda tanrıların mekanı olan Nexus'tan ayrılarak tek başına dünyanın yeryüzünü dolaşmaya çıktı ve gittiği her yeri kendi zevkine göre diğer tanrıların ortak izni olmadan yeniden değiştirdi. Ona Eski Tanrılar tarafından bahşedilmiş sonsuz güçleri bir süre sonra farkında olmadan acımasızca ve düşüncesizce kullanmaya başlamıştı. Kendine hizmet etmeleri için kanından insanlar yarattı. Onlara normal insanlara kıyasla daha uzun ömür ve büyülü güçler kazandırdı. Şeytani Lord Nehrim ve onun hizmetkârları bir bela gibi insanlığın üstüne çökmüştü. İnsanlara binalar ve şehirler inşa ettirdi. Köleliştirilmiş insanlar büyük acılara katlanmak zorunda kaldılar. Yıllar geçtikçe Nehrim'in deliliği, nefreti yalnızca insanlara değil, aynı zamanda kendi yarattığı halkına ve diğer tanrılara yayılacak kadar büyüdü. Yeni Tanrılar Nehrim ile halkını ölüme mahkûm etti ve gökyüzünden alev alan devasa gök taşları yolladılar krallığının üzerine. Bu çarpışmalar o kadar şiddetliydi ki dünyadaki kıtaları büyük parçalara böldü ve böylece, günümüzdeki yaşadığımız dünyanın şekli yaratılmış oldu. Gençlik ve güzellik tanrısı Nehrim'in ise fiziksel şekli yok edildi ve ruhu güçlerinden mahrum haliyle Nemesis'e sürgün edildi. Savaştan bıkmış olan hayatta kalmış insanlar ve Nehrim'in kanından doğanlar kıtalara yayılarak dağıldılar. Nehrim'den doğanlar ile insanlar arasında barınan büyük bir kin vardı ancak Nehrim'in kana susamış öfkesinden iki ırkta kendi payına düşeni fazlasıyla almıştı ve yorgunlukları daha ağır basmıştı. Böylece insanlık ile nehrimler sakin bir armoni içinde yaşamlarını sürdürmeye başladılar. Zamanla nehrimler olarak anılmaya başlanan uzun ömürlü olan bu halkın kulaklarının uçları evrimleşerek sivrildi ve uzun süren ömürleri biraz daha kısaldı. Nehrim'in onlara verdiği sihir armağanları bile sönmüştü. Eski kudretlerinin sadece gölgesi kalmıştı üzerlerinde. Dünyaya çarpan gök taşlarının enkazlarından hayat bularak ortaya çıkmış ufak tefek boylarda ve tıknaz olan yeni insanlar kendilerine skyborn olarak adlandırmıştı. Kıtalarda onlarca yeni medeniyet doğdu ve yüzlerce şehir inşa edildi. On yıllar boyunca İnsanlar, nehrimler ve skybornlar barış içinde yaşadılar. Fakat krallıklarında tahtta olan iktidar ve egemenlik açlığı bir şiddet ve savaş arzusu dönemiyle dünyada er ya da geç tekrardan yükseldi. Neredeyse iki bin yıl boyunca bu kaos çağı sürdü ve bir kez daha, insanlık dünyayı yıkımın eşiğine sürükledi. Üç ırk birbirlerine, onlara armağan edilmiş dünyalarına ve tanrılarına saygı gösteremediler ve böylece uyumlu barış içinde yaşayamadılar. Bir gün gökyüzünden Yeni Tanrılar ışık saçarak ortaya çıktı. İnsanlık onlara sihir ve oklarla karşılık verdiler. Gözleri kan ve ahlaksızlığa olan susuzlukları yüzünden kör olmuştu. Ancak bu çabaları nafileydi. Tanrılara hiçbirinin sihir ve oku değmiyordu bile. Böylece insanlık korkuyla dizlerinin üstüne çöktüler ve secde ettiler. Yeni Tanrılarla karşı karşıya olduklarını fark ettiler. On tanrının hepsi aynı anda yeri göğü inleterek konuşmaya başladı, sesleri saf ve netti. "İnsanların zayıf bir ruhu ve şımarık bir kalbi vardır. Kalplerinizdeki çiçek sadece ilahi rehberlikle açılabilir. Başınızı bize doğru eğerek çekinmeyin! Bizler insanlığın aptallığının yükünü omuzlamak ve insanlığı korumak için Eski Tanrılar tarafından görevlendirildik." Fani halklar tanrıların sözlerindeki bilgeliği anlayamadı ve onları ele geçiren son tanrının onlara verdiği zarardan dolayı güvenemediler. Yeni olanlar insanlara doğru yaklaştı ve onları ışıklarıyla donattı: "Kuşkularınız yersiz değildir, evet. Nehrim kötüydü! Fakat bu cehaletinden geldi. Yeni olan bizlerin ve babalarımız eski olanların dünyadaki bu durumun farkında olmasına rağmen bir süre sessiz kalarak bir şey yapmamış olmamızın sebebi Nehrim'in ilk test edilen seçilmiş olan olmasıydı. O tanrısallığının bilinci altında ezildi ve kökenindeki insanlık kırıntılarının zaaflarına teslim oldu. Bu onun kalbini tahrip etti. Bizlerse ona uymadık, bizler farklıyız. Biz barışın ve huzurun habercileriyiz. Bizi takip edin ve dünya bir zamanlar olduğu gibi tekrardan bir çiçek gibi açsın. Saltanatımız sonsuza dek sürecek, çünkü bizler artık sizin gibi etten ve kemikten değiliz. Bizler, Yeni Tanrılarız. " İnsanlar, nehrimler ve skybornlar önlerinde duran on kişinin tanrılığını kabul etti. Huşu ve anlayışla dolu, dizlerinin üzerine tekrar düşerek af için ağlayarak yalvardılar. Böylece Yeni Tanrıların çağı başladı. Eski Tanrıların sınavından başarıyla geçmiş olan Yeni Tanrılar gerçek tanrılar olarak son kez doğrulandı. Dünyada Nehrim'in deliliğinin bıraktığı izler artık tamamen iyileştirilmişti. Yüce Onlar tarafından dünyaya o zaman Nephilim adı verilmiştii. Sonsuzların çağı ve Yeni Tanrıların yükselişi başladı. Absalom'un Nephilim'i yaratmadan uzun zaman önce Cenneti yarattığıyla ilgili bir teori daha vardı. Kozmosun yaratılışıyla ilgili kanıtlanmış ya da pek kabul görülmüş bir teori değildir. Fakat teoriye göre ilk çocuklarını, kendi görüntüsüyle oluşturmuştu. Fakat zamanla çocuklarından uzaklaştı. Çünkü onu taklit etmeye çalıştıklarını görmüştü. Onun için bir şey yapmıyorlardı. Sadece tanrı gibi davranıyorlardı. Sonuçtan memnun olmayan Absalom cenneti geride bıraktı, cehennemi ve Nephilim'î yarattı. Cenneti ve cehennemi arasına koyarak ayırdı. Bu teoride cennet "Veil'i" cehennemde "Oblivion'u temsil ediyor. Fakat nihayetinde dünyada da insanların günah işlemeye devam ettiğini gören Absalom evreni bu yüzden terk ettiği öne sürülüyor. Fakat bu teori Eski Olanlar ile Yeni Olanlar hakkında ve diğer ırkların oluşumuyla ilgili bilgi içermediği için önemsenmemektedir. İkinci Kozmos Yaratılış Teorisi: Absalom'un, Nephilim'i yaratmadan uzun zaman önce Cenneti yarattığıyla ilgili bir teori vardı. Kozmosun yaratılışıyla ilgili kanıtlanmış ya da pek kabul görülmüş bir teori değildir. Fakat teoriye göre ilk çocuklarını, kendi görüntüsüyle oluşturmuştu. Fakat zamanla çocuklarından uzaklaştı. Çünkü onu taklit etmeye çalıştıklarını görmüştü. Onun için bir şey yapmıyorlardı. Sadece tanrı gibi davranıyorlardı. Sonuçtan memnun olmayan Absalom cenneti geride bıraktı, cehennemi ve Nephilim'î yarattı. Cenneti ve cehennemi arasına koyarak ayırdı. Bu teoride cennet "Veil'i" cehennemde "Oblivion'u temsil ediyor. Fakat nihayetinde dünyada da insanların günah işlemeye devam ettiğini gören Absalom evreni bu yüzden terk ettiği öne sürülüyor. Fakat bu teori Eski Olanlar ile Yeni Olanlar hakkında ve diğer ırkların oluşumuyla ilgili bilgi içermediği için önemsenmemektedir... Hiçbir varlık yoktu. Cennet ya da cehennem için galaksilerdeki yıldızlar ya da dünyalar için onların üstündeki denizler ve gökyüzü için tüm evren sessizdi. Sonra hiçlikten gelen Absalom'un sesi yankılandı ve sadece ilk sözüyle büyük bir patlama yaşandı ardından istediği her şey oldu. Hayal ve fikir, umut ve korku beraberinde sonsuz olasılıklar ve dedi ki: "İlk çocuklarım, ilk göz ağrılarım siz insanları yaratıyorum, sizler baskın olacaksınız her şeyi yapabileceksiniz." Sonra cennetin merkezine altın ve elmastan bir şehir çağırdı. Gül kokulu sokaklar kondurdu içlerine. Orada, ilk evlatlarının yapacakları harikaları görmeyi sabırla bekledi. Ama çocukları başlarına buyruk oldular. Kısa sürede yaratıcıya olan övgü dolu ilahileri söylemeyi bıraktılar ve yaratıcının sesi cenneti salladı: "Sizi kendimden yarattım ve cennette isteğinize göre her şeye hâkimiyet verdim. Yine de beni unutmaya çalıştınız." Böylece yaratıcı yanlış yaptığını anladı. İlk yarattıklarına sırtını döndü ve cennetten yani evinden insanlığı kovdu. Cehennemi yarattı ve fani dünya Nephilim'i onları oraya yerleştirdi ve şöyle dedi: "Burada, her konuda sadece ben hükmederim, dünyada, gökyüzü, deniz, kış, yaz, karanlık, ışık, hayvanlar ve doğa sadece benim irademle dengededir. Burada size yeni bir hayat verdim ilk doğanlarım. Bana hak ettiğinizi kanıtlarsanız cennetime tekrar girebileceksiniz.Hak etmeyenler yaşadıkları müddetçe dünyada kalacak ve öldüklerinde cehenneme gidecekler." Yine de çocuklarını hala çok seviyordu ve yaratıcı rüya ve fikirden oluşan ruhların, umut ve korku ile sonsuz olasılıkların olduğu fani dünyasına indi, sonra yaratıcı şöyle dedi: "Siz ilk evlatlarıma son armağanımı verdim. Kalplerinizde beni hatırlayanların gerçek bir aşkla sönmez alevleri yanarsa her gece rüyalarında beni görebilecekler." Ve sonra yaratıcı cennete geri döndü ve oradan çocuklarının dünyada yaratacağı harikaları görmeyi bekliyordu. İşte tüm bunlar bana yaratanın açıkladığı gerçeklerdi: Bir cennet, bir cehennem, bir yaşam, bir ölüm, bir tanrı var. O da bizim yaratıcımız Absalom. Ama yozlaşmış insanlık dünyada da rahat durmadı.Geçen yüz yıllar içinde kendi yarattıkları sahte tanrılara sevgilerini vermeye başlamışlardı. O günahkârlar ne bu dünyada ne de ötesinde bir huzur bulamayacaklardı. Her şey yaratıcı tarafından bilinir ve yalanlar değerlendirilir. Bu dünyadaki her şeyin bir sonu vardır. Yaratıcı insanlığa büyük bir kederle izledi. Bu sefer tekrar denemek istedi ve onların görünümünden diğer insansı olan çocuklarını yarattı: Nehrimliler ile skybornlar ve diğer irade sahibi olacak alt ırklar. Fakat yaratıcı bu sihirli yeni mistik âlemin gerçekten dikkatine layık olduğunu görene kadar kullarının dualarına karşılık vermeyi reddetti. İnsanlar yeni kardeşlerinden hiç hoşlanmadılar. Ayrıca babalarının onları terk etmelerine alındılar. Zamanla gururları ve kıskançlıkları arttı. O zaman dediler ki: "Babamız artık bizi terk etti. Bizler onun öz çocukları ve cennetinin halkıydık. Dünyada ise tanrı olmalıyız. Onu yeni doğanlara karşı yönetelim ve babamızdan daha büyük tanrılar olalım." İlk günahlar işlendi. İnsanlar diğer kardeş ırklara fısıldadılar ve gerçek tanrılar olduklarını iddia ettiler. Önlerinde eğilmelerini emrettiler. Yeni cahil ırklar zaman içinde yaratıcı yerine onlara ibadet etmeye başladı. Böylece insanlık , onları aldatarak gerçek yaratıcıdan uzaklaştırdı. Yaratıcı cennetteki tahtından olanları izliyordu ve öfkeyle, sahte tanrılara küfretti ve bizzat dünyaya inerek onların bazılarını ibret olması için sonsuza kadar yanacakları cehennemdeki zindanlara kilitledi. Yaradan yarattıklarının kusurlarından dolayı içerlendi. Ardından cenneti terk etti. Binlerce yıl geçmesine rağmen bizlere dönmedi. Babamız bizden geriye kalanları derin bir yalnızlık içinde hapsetti. İlk Doğanlar: Bilinmeyen Kayıp Doğuş Çağı'nın başları Absalom'un evrenindeki en aktif çağıydı. Nephilim'in o zamanlar renksiz olduğu ve sisle örtülü olduğu bir çağdı. O zamanlar dünya arazisinde ne bir insan ne de diğer canlılar henüz bir etki bırakmamışlardı. Nephilim'in yeryüzünde hükümdar olan gri sert kayalıklardan oluşan kilometrelerce uzunlukta olan yanardağların derinliklerinden doğmuş olan Ebedi Ejderhalardı. Bu doğuş doğrudan Absalom'un planladığı bir şey değildi, ancak evrendeki diğer her şey de olduğu gibi fani dünya Nephilim'de gücünü Yüce Absalom'dan alıyordu. Bir süre ejderhaların hüküm sürdüğü boş gri bir kaya parçasıydı sadece Nephilim. Fakat bir anda Absalom istedi ve sıcak, soğuk, yaşam ve ölüm, aydınlık ve karanlık Nephilim'e geldi. İlk ışık, tüm fani canlı hayatın doğuşunun kaynağı oldu. Ancak, insansı yaratıklar karanlıktan doğdular. Bu ilk doğan ilkel insansılar arasından zamanla büyüsel güçlere sahip yedi kişi seçildi ve Yaratıcı Absalom güçlerinin bir bölümünü onlara verdi. Bu yedi yeni tanrı, Nephilim'in yönetimine geçti. İkamet edecekler yeri tanrılar diyarı Nexus'u ve tanrılar hapishanesi Nemesis'i yarattılar. Nephilim'deki ilk icraatları Ebedi Ejderhaların önlerinde diz çökmelerini istemek oldu. Ejderhalar ise yanardağları anneleri, Absalom'u da babaları olarak görüyorlardı. Zayıf insansıların egemenlikleri altında doğuşuna şahitlik etmişlerdi ve onlardan daha üstün oldukları su götürmez bir gerçekti onlara göre. Yeni tanrıların kendi aralarından değil de, insanlar içinden seçilmesine de ayrıca kızdılar. Yedi Yüce Lordu ise kutsal olan emirlerine rağmen tanrıları olarak kabul etmediler. Nephilim'de İlahi bir aykırılık sonucu doğan Ebedi Ejderhalar, Yüce Lordları Nephilim'deki dünyadaki hakimiyetleri için bir tehdit olarak yaftaladılar ve onlara meydan okudular. Yüce Lordlar ile en az onlar kadar sonsuz güçleri olan Ebedi Ejderhalar arasında toplanan mistik ordular tarafından çok uzun ve yıkıcı bir savaş başladı. Ölümsüz Ejderhalar bu süreçte ilkel insansı kabilelerine çok büyük zararlar verdiler. Hatta Absalom devreye girmese insan türünü neredeyse yok etmek üzereydiler. Fakat savaş, Absalom'un desteğiyle Yüce Lordlar tarafından kazanıldı ve ejderhalar yenildi. Yeni Olanların yönetimi altında Nephilim'de yeni düzen kuruldu. Topraklar iyileştirildi. Canlıların yaraları sarıldı. Diyarın yeniden inşaatına başlandı.Mağlup Ebedi Ejderhaların hayatta kalanları tekrardan yanardağların içindeki volkanlara dalıp saklandılar. Fakat dünya üzerinde küçük boyutlarda olan onlara benzeyen fakat konuşamayan vahşi torunları göklerde uçmaya devam ettiler. Sonradan Eski Olanlar olarak adlandırılacak yedi lord, ejderhalar ile yapılan savaşlar sonucunda Nephilim'deki insansı türlerin her şeye rağmen neredeyse tükenmiş olduklarını gördüler. Yaşamın tekrardan dengesini kurmak için yıldızların ışığından ilk o zaman gerçek insanları yarattılar. Zaman içinde Absalom'un insansı yaratıklarının türü tükendi. Ancak kurduğu ekolojik sistem devam ediyordu. Yeni doğan insanlar ise daha kısa yaşamalarına rağmen, atalarına kıyasla daha zeki ve güçlüydüler. Yeni kurulan insan egemenlikleri zenginlik içinde yayılmaya başladı. En az bir yüz yıl geçti ve Eski Olanların devri bitmeye ve Yeni Olanlar'ın olayları gelişmeye başlamıştı...
18-10-2022, 19:59
(Son Düzenleme: 18-10-2022, 20:02, Düzenleyen: Penetrator God. Toplamda 2 kere düzenlenmiş.)
Mount & Blade II: Bannerlord Vlandia Krallığının Yükselişi - Hikaye Kurgusu - 1. Bölüm
Osrac hayatının uzun yıllarını dünyayı dolaşarak geçirmişti. Denizlere yelken açtığı bu dönemlerde pek çok garip topraklar gördü. Fakat son birkaç aydır ilk defa kaybolduğunu hissediyordu. Hepsi farklı fırtınalarda batmış birkaç gemiyle denize açılmıştı. Beş kez yaşanan bu gemi kazalarında kalıntılarına tutunarak ölümden mucizevi şekillerde kurtulabilmişti. Bu üst üste yaşanan fırtınaların onu nereye götürdüğüne dair hiçbir fikri yoktu. Güneş her zaman ki gibi doğuyor ve masmavi deniz dalgalanıyordu ama gece çöktüğünde yıldızların hepsi Osrac’a farklı görünüyordu. Güvendiği eski takımyıldızları kaybolmuş sanki sönmüştüler. Tüm bunların bir ilahi güçle mi yönlendirildiğini yoksa tesadüfen mi mümkün olduğunu bilmiyordu. Tek bilebildiği evinden artık çok uzakta olduğuydu. Osrac uzun yıllardır evine gitmemişti. Canı gibi sevdiği ve özlem duyduğu Geroia. Tüm ailesi ve sevdiği herkes onun artık öldüğünü düşünüyor olmalıydı. Geri dönüp dönemeyeceğini ise bilmiyordu, bu yüzden geçmişini unutmak ve önünde duran geleceğe bakmak daha kolayına geliyordu. Ancak geçen bunca yıldan sonra bile, her şeyin bu noktaya nasıl geldiğini düşünmek Osrac’a kapanmamış taze bir yara gibi acı veriyordu. Demirkol Osrac denirdi ona. Geroia’nın eski kontlarındandı. 1030’da doğmuştu. 1046’de babası ölünce klanının başına o geçti. İki yıl sonra 18 yaşındayken sevdiği bir kadınla evlendi. İki tane güzel bir çocuğu oldu, şimdiye kadar eğer yaşıyorsalar artık yetişkin olmuş olmalılardı. Osrac onları görmeyi her şeyden çok istiyordu ama bunu şu an yapamayacağını biliyordu. Geroia’da ki hayatı 1054 yılında aptal bir turnuvada aniden sona erdi. Yapılan bir turnuvada oldukça iyi dövüşmüştü. Osrac ardından hanenin leydisi üzerinde oldukça iyi bir etki bırakmıştı. Hatta leydi ona gizli bir aşk mektubu bile yazmıştı. Fakat hem Osrac hem de leydi evlilerdi ve Osrac bu ilişkinin aptalca olacağını düşünüyordu. İşin kötü tarafı mektup eline geçtiği sırada Osrac leydinin eşiyle masa başında yemek yiyordu. Eşi bunu öğrenince Osrac’ı düelloya davet etti. Fakat Osrac düelloyu kazanmıştı ama istemeyeceği bir biçimde kötü bir şekilde sonuçlanmıştı. Çünkü Osrac leydinin eşini öldürmüştü. Çaresizlik içerisinde üzerine atılan adamı savuşturan Osrac adamın kafa üstü geriye doğru düşmesine neden oldu ve devamında sert bir şekilde başını taşa çarptı. Osrac katil olmuştu bu yüzden kaçmak zorunda kaldı. İstemeden bile olsa ölmesine neden olduğu kişi aynı zamanda Geroğia kralının yakın akrabasıydı ve haberler ona ulaşınca Osrac'ı cezalandırmak için asılmasını emretti. Gemiyle Lokti’ye kaçarak geçtiği sırada bir fırtına çıktı ve Osrac’ın gemisini alabora etti. O günden sonra bir daha evini görememişti çünkü uyandığında okyanus onu isimsiz bir limanın kıyılarına taşımıştı. O bölge de Geroia adlı diyarın yerini bırak adını bile duyan yoktu. Zaten dönmek istese bile dönemezdi çünkü memleketinde hayati tehlikesi vardı. Mart 1070 yılıydı ve bunca geçen yıl sonra Osrac işlerin değişmek üzere olduğunu düşünüyor ya da öyle umuyordu. Osrac denizcilerden birinden yakında pek çok krallığa ev sahipliği yapan Kalradya adında yeni bir diyarın topraklarına demir atacağını öğrendi. Geroia’ya dönmenin bir yolunu henüz bilmiyordu bu yüzden bu yeni topraklarda elinden gelenin en iyisini yapmayı hedefliyordu. Önünde tam olarak neler var bilmiyordu. Sadece denizcilerin onu bırakacağı kasabayı merak etmeye başlamıştı. Şehre Charas dendiğini duydu ve Kalradik İmparatorluğuna bağlıydı. Osrac tüm şüphelerine rağmen bu yeni şehirde her şeyin memleketi Geroia’da ki gibi olmasını umuyordu ama zaman onun ne kadar yanıldığını gösterecekti. Sonunda Charas'a geldi. Beklediği gibi hoş bir karşılama olmadı. Önce saldıraya uğradı ve bir haydut tarafından bayıltılarak soyuldu. Sonra o sıralarda meyhaneden çıkmakta olan bir tüccar tarafından fark edildi. Tüccar Osrac’ı evine kadar taşıdı yaralarıyla ilgilendi karnını doyurdu. Bilinci artık tamamen açılmış olan Osrac tüccara teşekkür ettikten sonra evinden ayrılırken tüccar ona bir iş teklifinin olduğunu söyledi. Tüccar haydutların eline düşen kardeşini kurtarmasını istiyordu. Osrac’ın ise paraya ihtiyacı vardı ama tüccara da minnet borcunu ödemek istiyordu bu yüzden kabul etti fakat tek kişi için fazla tehlikeli olan bu görev için öncelikle civar köylerden birkaç tane adam toplaması gerekiyordu. Tüccar ona masraflar için 100 altın verdi ve evinden uğurladı. Osrac kırsal bölgeyi gezdi bu sırada ve krallığın yoğun nüfuslu olmadığını keşfetti. Sadece birkaç köy hatta daha az şehir gördü. Köylerden önce kimse onun yanına katılmak istemedi. Ancak eninde sonunda onun yanına katılacak beş tane adam bulabilmişti. Adamlarıyla birlikte Osrac tüccarın kardeşini kaçıran haydutların izini sürmeye başladı ve kısa bir sorgulamadan sonra gizli sığınaklarını buldular. Gizli sığınaklarına girmeden önce daha fazla adam topladı ve bir gün sonra haydutlara saldırdı. Bir vadide bulunuyordu yerleri. Osrac ve adamları vadiyi haydutlardan temizlemeye başladılar. Çarpışmalar sonucunda fazla zorlanmadan Osrac ve adamları haydutları yendiler ardından uzun zamandır kayıp olan tüccarın kardeşini özgür bıraktılar. Ertesi gün Osrac Charas’a döndü. Ödülünü aldığı sırada tüccar haydutların şehrin içinden de yardım aldığını söyledi. Nöbetçi kaptan yozlaşmıştı ve onları içeri alan oydu. Şehirde haydutlar vardı ve bir şey yapılmalıydı çünkü masum insanlar kaçırılıyorlardı. Bu yüzden Osrac bu hainlere karşı küçük bir orduya önderlik etmesini teklif eden tüccarın teklifini tekrardan memnuniyetle kabul etti. Gece yarısı başlatılan saldırı da hiçbir şeyden haberi olmayan haydutları Osrac ve adamları alt etmeyi başardılar. Gün boyunca bazı kaçak yağmacıları takip ettiler ama sonunda tüm haydutların varlığı şehirden temizlenmişti. Tüccar bu durumu şehrin lorduna iletti. Osrac güzel bir şekilde ödüllendirildi. Osrac heyecan verici bir üç gün geçirmişti yeni topraklarda. Yaşanan bu yeni olaylar Osrac’ın umutlarını yeşertmişti. Osrac bu yeni krallıkta bir ordu kurmayı ve Geroia’da ki gibi tekrar kont olmayı artık ilk hedeflerinden biri haline getirmişti... |
|
Konuyu Okuyanlar: 1 Ziyaretçi