24-05-2021, 16:14
(Son Düzenleme: 18-10-2022, 19:55, Düzenleyen: Penetrator God. Toplamda 1 kere düzenlenmiş.)
Işığın yokluğunda gölgeler büyür…
Dışarıdan bir ejderhayı andırıyordu ama içinde sıradan hiçbir ejderha da bulunmayan korkunç bir güç barındırıyordu. Karanlık onun etrafında dönüyordu çünkü karanlık aslında onun ruhuydu…
“Lekelenmiş Eski Tanrı’nın çağrısında bizlere katılın kardeşlerim. Bizlere uyumadan nöbet tuttuğumuz gölgelerde katılın. Tahammül edilemez acılarla yerine getirdiğimiz asla bitmeyecek görevimizde bize katılın. Şayet bu şanlı yolumuzda bizlere eşlik ederken düşerseniz, fedakarlığınızın asla unutulmayacağına ve bir gün Yaratıcı’nın yanındaki sizlerin arasına katılacağımızı emin olun. Daha büyük bir iyilik adına kendinizi karanlık lekenin kollarına bırakmaya hazır olun.”
İlk Bölüm: 9 Mayıs 2018
Final Bölümü: 9 Nisan 202111-12-13-14-15-16-17-18-19. Bölümleri Wattpad üzerinden okuyabilirsiniz.
GİRİŞ BÖLÜMÜ
Amaranthine adlı diyarın topraklarının eteklerinde küçük bir çiftlikte yaşayan, çok özel bir kızın etrafında şekillenecek destansı bir fantastik hikâye.
Ağabeyi ve babası tarafından hiç sevgi görmemiş, annesini ise doğar doğmaz kaybetmiş olan Bertha nefret dolu bir çocukluk geçirir.
Kendisini her zaman ailesinden daha farklı biri olduğunu hisseder. Bir gün büyük bir Gri Muhafız savaşçısı olup komutanın adamlarına katılmayı ve Derin Yollarda ki kara nesil ordularından Thedas’ı korumayı düşler.
Fakat babası tarafından Gri Muhafızlara katılması yasaklanıyor. Ama Bertha asla hayırı cevap olarak kabul eden bir insan değildir. Tek başına yollara koyuluyor. O şehirdeki büyük turnuvaya katılmaya ve ciddiye alınmaya kararlıydı.
Ancak çıktığı bu yolda onu hiç beklemediği şeyler bulacaktır. Soyluların aile dramları, iktidar savaşları, ihtirasları, aşk, entrika, kıskançlık, şiddet ve ihanetler ile uğraşmak zorunda kalacak. Ayrıca kendisinin de bilmediği gizemli özel bir kaderi olduğunu keşfedecek.
Bertha tehlikelere atılıp, tüm engellere rağmen olmak için can attığı Gri Muhafızlık için çabalarken öldü bildiği annesinden haber alıyor ve kendi hakkında bildiği her şeyin sadece bir yalandan ibaret olduğunu öğreniyor.
Sizleri güçlü bir kızın yaşayarak anlatacağı üzgün ama şanlı bir hikaye bekliyor.
BÖLÜM 1 - HAYALLERİM
“Savaşta, zafer. Barış içinde, tedbir. Ölüm de fedakârlık.”
Gri Muhafız Sloganı
Tarih: 9:33 Ejderha Yılı…
Thedas’ın güneydoğu krallığı olan Ferelden’in kuzeydoğusu kıyısı boyunca uzanan Amaranthine arlığı topraklarındaki yüksek bir tepenin üzerinde duruyordum. Bakışımı kuzeye çevirmiş ve yeni doğan güneşi izliyordum.
İnişli çıkışlı sanki bir Bronto’nun sırtını andıran vadiler ve tepeler, gözün alabildiğince uzanıyordu önümde. Bronto, çoğunlukla yer altında yaşayan devasa boynuzları olan güçlü hayvanlar. Cüceler tarafından yönetilirler.
Güneşin koyu turuncu ışınları sabah sisinin içinden parıldayarak, etrafa ruh halime uyum sağlayan büyülü bir hava veriyordu. Normalde ne bu kadar erken kalkarım, ne de babamın öfkesini üzerime çekeceği için evimden bu kadar uzaklaşıp, bunca yükseklere tırmanırdım.
Ancak bugün bunu içimden artık umursamak gelmiyordu. Özellikle bugün, beni yirmi bir yıldan beri baskı altında tutan onlarca kural ve görevi yok saymaya hazırdım. Sebebini bilmediğim bir şekilde bugün, diğerlerinden farklı hissediyordum. Sanki kaderimin çizileceği gün, bugün gibiydi.
Benim adım Bertha. İki çocuktan en küçüğü ve kız olanı, ayrıca babamın gözdesi arasında en son sırayı alan kişi, bugün nedense uzun yıllardır yaşamadığım kadar çok heyecanlıydım. Tüm gece gözüme uyku girmemişti.
Uykulu gözlerimle sürekli yatakta dönüp durmuş ve bir an önce güneşin doğmasını beklemiştim. Bugün özel bir şey yaşanacağını hissediyordum. Sanki elime hayatımı değiştirebilmem için geçecek ilk ve son fırsatım olacaktı.
Sonsuza dek bu çiftlikte mahsur kalarak ömrümün geri kalanı boyunca huysuz yaşlı babamla ve aptal ağabeyimle ilgilenmek zorunda kalmayı düşünmeye bile tahammül edemiyordum. Hayatım boyunca sadece tek bir şeyin hayalini kurmuştum o da: Gri Muhafızlara katılabilmek. Benim için yaşamın tek amacı buydu. Sizlere izin verirseniz hayranı olduğum bu savaşçılardan biraz bahsetmek istiyorum.
Gri Muhafızlar, Thedas’ın tümünde Yıkım’ın lideri olan Baş iblisleri ve onun kara nesil ordularıyla savaşmaya adanmış olağanüstü yeteneklere sahip savaşçılardan oluşan antik bir düzen. Ana karargâhları Anderfels’in güneyinde bulunan Weisshaupt Kalesi’dir, fakat diğer birçok ülkede de askeri varlıklarını sürdürmektedirler.
Beşinci Yıkım’ın bitiminde eski arlımız Rendon Howe’un hain olduğu ortaya çıkmış ve infaz edilmiştir. Ardından Amaranthine toprakları ise Ferelden Monarşisi tarafından büyük hizmetlerinden ötürü bir ödül olarak Gri Muhafızlara verilmiştir. Ayrıca tüm yönetim hakları hükümlerinden sıyrılmıştır.
Gri Muhafızlar, kişiyi karakter, yetenek veya beceri bakımından değerli bulursa, ırksal, sosyal, ulusal ve hatta suçlu bir geçmişi olsa bile göz ardı ettikleri herkesçe bilinen bir gerçektir. Küçük sayılarına rağmen, Gri Muhafızlar, şu ana kadar yenilen her bir Yıkım’da büyük etkileri olmuştur ve bu nedenle, yüzlerce yıl boyunca dünyanın bir bütün olarak ayakta kalması için yaptıkları faaliyetler insanlık için hayati önem taşımaya devam etti.
Gri Muhafızlar eyaletleri inceleyerek, seçkin ordularına halktan ya da soylular arasından bile katılmaya gönüllü olanları ya da büyük özenle kendi seçtikleri kişiler için gezerler. Bir Gri Muhafız komutanı statü gözetmeksizin istekleri dışındaki kişilerinde gruplarına katılmaya zorlayabilirler. Yine de bu olumsuz tepki çekeceğinden pek tercih etmezler.
Fakat bu olay, nadiren gerçekleşiyordu. Çünkü bir muhafız kolay seçilmiyordu. Buna layık görülenler kaliteli zırhlar ve iyi dövülmüş silahlarla donatılırlar. Ancak komutan tarafından katılımcılar onaylansa bile hala gerçek bir Gri Muhafız sayılmazlar.
Bunu Gri Muhafızlara katılmaya giden herkes maalesef bilmez. Öncelikle gizemli bir iştirak ayinine sokulur katılanlar. Bu sınav bir Gri Muhafız ve bir Gri Muhafız Komutanı gözetiminde yapılır. Seremoni sırasında kişi veya kişilere bir kâse dolusu kara nesil kanı içmesi gerektiği söylenir. Ancak bu genellikle ölümlerle sonuçlanır. İçen herkes hayatta kalmamaktadır. O ana kadar bu ödenecek bedel katılımcılardan gizlenir.
Hayatta kalanlar ise sonsuza kadar lekelenerek değişirler. Artık yaşlanmaları durur ve çevrelerindeki kara nesil hareketlerini görmeden uzun mesafelerden hissedebilirler. Yine de otuz ya da bilemedin kırk yıl içinde vücutları içlerindeki leke yüzünden zarar görür ve kaçınılmaz sonlarıyla yüzleşerek ölürler.
Bu efsanevi grup hakkında tüm bunları nasıl bildiğime aranızda şaşıranlar olabilir, sanırım hayatım boyunca yakaladığım her fırsatta bu konularla alakalı çok fazla kitap okuyup araştırma yaptığım içindi. Gri Muhafızları tanımak benim hayata olan bakış açımı değiştirdi ve belki de onlara olan sevgim sayesinde şu ana kadar hayata tutunabildim.
Onlar sanki benim gerçekten hiç tanışamadığım ama uzaktan bildiğim ailem gibiydiler. Öz babam ve ağabeyimden bana daha derinden olan bağlarla yakındılar. Bir gün Yüce Yaratıcı’nın beni onlara kavuşturacağını hissediyordum. Eğer gerçekten olur da bunu başarırsam; ömrümün geri kalanında, kalbimde Yaratıcı’ya ve Gelini Andraste’ye olan inancımın gücüyle ve Gri Muhafızlara olan adanmışlıkla beraber şanlı yolumda ilerleyecektim.
BÖLÜM 2 - GERÇEKLERİM
“Yaratıcı, Gri Muhafızlara üzüntüyle gülümsüyor, bu yüzden Mabet diyor ki, hiçbir fedakârlık onlarınkinden daha büyük değildir.”
Ufku izliyordum, Gri Muhafızlardan gelecek bir hareketlilik görebilmeyi umuyordum. Çiftliğimize uzanan tek yol olan bu noktadan gelmek zorunda olduklarını biliyordum ve onları gören ilk kişi olmayı umuyordum.
Etrafa dağılmış vahşi Halla sürüleri isyan ediyor, otlakların daha lezzetli olduğu dağın aşağısına inmek için hep beraber homurdanarak ses çıkarıyorlardı. Halla: ormanlarda yaşayan boynuzlu büyük beyaz kürklü bir geyik türüdür.
Dalish Elfleri kültüründe zerafetin ve güzelliğin sembolü olan bu akıllı hayvanlar tarafından bile olsa, dikkatimin dağılmasını istemiyordum. Onları umursamamaya çalışıyordum. Yıllarca ev işleriyle ilgilenip, babamın ve ağabeyimin uşaklığını yapmamın dayanılabilir hale getiren tek şey, bir gün buradan ayrılacağıma dair beslediğim umuttu.
Bir gün, Gri Muhafızlar geldiğinde, beni küçümseyen herkesi şaşırtacak ve aralarına seçilen kişi ben olacaktım. Sonra hızlı bir hareketle Gri Muhafızlara ait at arabasına atlayarak, eski olan her şeye veda edecektim. Beni hiçbir zaman ciddiye almayan babam, tabii ki beni ne Gri Muhafızlara ne de herhangi bir iş için aday olarak görmüyordu.
Babam tüm sevgisini ve ilgisini ağabeyime ayırmıştı. Büyüğüm olan kardeşimle aramda sekiz yaş vardı. Hayatım oldukça zorlayıcı hale geldi ben daha doğar doğmaz. Ya yaşça birbirimize uzak olmamızdan ya da hiçbir ortak noktamız olmadığı için her zaman benden uzak dururdu kardeşim. Bir araya geldiğimizdeyse, küçük düşürücü sözleriyle ve hırpalayıcı hareketleriyle, bana hiç huzur vermezdi .
Babam ise çoğu zaman varlığımdan haberdar değilmiş gibi gözükürdü. Bunun hissettiğim bir diğer sebebi ise benim doğduğum gün annemin vefat etmesiydi. Onun ölümünden hep beni sorumlu tuttuklarını düşündüm.
Yüzüme karşı bunu itiraf etmeseler bile içlerindeki bana karşı olan nefretin kaynağının bu olduğuna neredeyse emindim. Bu yüzden hiçbir zaman doğum günü kutlamam yapılmadı. Çünkü o kötü günü hatırlatıyordu onlara.
İşleri daha kötü bir hale sokan ise ağabeyimin benden daha uzun ve güçlü olmasıydı. Her fırsatta bunu bana fark ettirirdi. Bende çok kısa sayılmazdım ama bacaklarım, ağabeyimin devasa gövdesi karşısında titrerdi.
Babamsa bu durumu düzeltmek bir yana, sanki bundan hoşlanıyormuş gibi görünüyordu. Ağabeyim dövüş eğitimi alırken, ben ev işleriyle ilgilenmek ve onun körelen kılıçlarını bilemem için yollanırdım.
Babam bundan sesli olarak bahsetmese bile, hayatımın sonuna kadar burada kalıp, büyük işler başaracak ağabeyimi izlemek zorunda kalarak geçirmemi planladığı belliydi. Babamla ağabeyimin benim için gerçekleşmesini istedikleri tek dilekleri, kaderimin ailemin ihtiyaçları için bu çiftlikte unutulup gitmekten başka bir şey olmamasıydı.
İşin garip tarafı ise, ağabeyimle babamın nedense bazen benden korktuğunu da hissediyordum. Bu durum, bana attıkları tüm bakışlarda, yaptıkları tüm hareketlerde belli oluyordu. Nedenini bilmesem bile, ağabeyim ve babamda kıskançlık veya tedirginlik gibi bir his uyandırdığımı fark etmiştim.
Belki bunun sebebinin onlardan daha farklı olmam, onlar gibi hareket etmeyip, konuşmuyor olmamdan kaynaklanıyor olabilirdi. Onlar gibi bile giyinmem yasaktı. Babam en güzel giyecekleri mor ve kızıl cüppeleri ve en gösterişli kılıçları ağabeyim için ayırırken, ben ise sadece en ucuzundan paçavraları giyerdim ya da bunlar genellikle ağabeyimin eskittiği kıyafetler olurdu.
Defalarca yıkamama rağmen üstlerindeki pis koku gitmezdi, yırtık pırtık delik içindeydiler. Sürekli iğneyle dikiyordum ve benim için fazla büyüktüler. O şeylerin içindeyken kendimi hiç kadın gibi hissetmiyordum. Uzun saçlarım olmasa neredeyse erkek gibiydim. Bana dayatılmış tüm bu zorluklara rağmen, elimdekilerle yapabileceğimin en iyisini yapmaktan geri durmazdım.
Üzerime oturmayan cübbemin etrafına bir kuşak sararak, onu giyilebilir hale getirirdim. Yaz da gelmiş olduğuna göre artık cübbemin kollarını kısaltarak, hafifçe esen rüzgârların bir kıza göre yapılı duran kollarımı serinletmesine izin verebilirdim.
Sahip olduğum tek pantolon kalitesiz keten kumaşından yapılmıştır ve ayaklarıma geçirdiğim en ucuz deriden imal edilmiş botların bağcıkları, kaval kemiğimin ardında birleşiyordu. Yani kısacası, tam bir dilenci gibi giyiniyordum.
Fakat fiziksel özelliklerim açısından hiç de bir dilenciye benzer halim yoktu. Uzun ve hayli çeviktim. Heybetli ve asil görünümlü çenem, yüksek elmacık kemiklerim, ela renkteki gözlerim ile yanlış işe verilmiş bir savaşçıya benziyordum.
Dalgalar halinde sırtımın hizasına inen düz kahverengi saçlarım, ışıkta parıldayan gözlerle birleşiyordu. Her gün ağabeyimin geç saatlere kadar uyumasına izin veriliyordu. Bense sabahın beşinde kaldırılarak çiftliğimizdeki hayvanlarla ilgilenmek zorunda bırakılıyorum.
Deliksiz uyku ardından doyurucu bir yemek ziyafeti çekiyordu. Diğer taraftan ben öğlene kadar aç çalıştırılıyorum. Özellikle bugün en iyi silahlarla donatılarak babamın desteğiyle Amaranthine Şehrinde efsanevi Gri Muhafız Komutanı Ireial’ın şerefine tertiplenen büyük bir turnuvaya seçmeler için gönderilecekti.
Haftalardır bunun için antrenmanlar yaparak hazırlanıyordu. Bana ise bunu izlemem için bile izin verilmeyecekti. Bir kere babamla bunun hakkında konuşmaya çalışmıştım. Fakat babam konuyu kesin bir dille kapattığı için, bir daha onunla böyle bir tartışmaya girmek istemedim.
Ancak bu durumu hiç de adil bulmuyordum. Âmâ ben babamın belirlediği yazgıya karşı çıkmakta kararlıydım. Babamla yüzleşecek ve onun cevabı ne olursa olsun, mücadeleye katılmak için gidecektim ve bunu kazanarak kendimi Gri Muhafızlara tanıtacaktım.
Babamın beni durdurmasına imkanı yoktu. Bunları düşünmek bile şimdiden midemde düğümlenmeye benzer bir his uyandırıyordu.
BÖLÜM 3 - ŞAFAK SÖKÜYOR
“Onları koruyacaksın ama yine de fırsat bulduklarında senden nefret edecekler. Ne zaman aktif bir şekilde yüzeye sürünen bir Yıkım tehdidi yoksa insanlık sana ne kadar ihtiyaç duyduklarını unutmak için elinden geleni yapacaklar ve aslında bu bizler için iyi bir şey. Bunu yapman için seni zorlasalar bile onlardan uzak durmalıyız. Zamanı geldiğinde zor kararlar verebilmemizin tek yolu budur.”
Kristoff, Kutsal Çağ’da Orlais’li Gri Muhafız Komutanı İştirak Ritüeli Konuşması
Yeni doğmaya başlayan güneş artık epeyce yükselmişti ve mor gökyüzünün üzerine nane yeşili bir katman ekliyordu. İşte tam o an ufukta beliren kafileyi tespit ettim. Dimdik ayaklarım üzerinde doğrulmuştum ve tüylerim diken dikendi.
Ufukta silik şekilde görünen at arabalarının kaldırdığı tozlar, etrafa yayılıyordu. Seçebildiğim her yeni at arabasıyla beraber, kalbim daha hızlı atmaya başlıyordu. Bu mesafeden bile Griffon armalı koyu gökyüzü mavisi renkli at arabalarının güneşin altında parlayışını görebilmek mümkündü, tıpkı sudan fırlayan bir Muhafız Balığının asaletine sahiptiler.
Tamı tamına altı araba saydıktan sonra artık daha fazla dayanamayacağımı fark ettim. Göğsümde hızla atan kalbimle, hayatımda ilk defa sıkıntılarımı unutarak, düşe kalka tepeden aşağı inmeye başladım. Kendimi onlara gösterene kadar durmak niyetinde değildim.
Var gücümle tepeden aşağı inerken, ne soluklanmak için duruyor ne de vücudumu çizikler içinde bırakan dalları umursuyordum. Bir açıklığa vardığım zaman durup, önümde uzanan yaşadığım alana baktım. Uzaktan bu sessiz sakin görünen çiftliğin içinde, çatıları sazla örtülmüş, duvarları kille sıvanmış yapılar yer alıyordu.
Evimizin bacasından çıkan dumanı görünce, ailemin çoktan uyanmış olduğunu ve kahvaltılarını hazırladıklarını anladım. Amaranthine’ın liman kentine bir buçuk günlük mesafede olan bu huzursuzlukla dolu yerleşkenin bir zamanlar amacı, olası tehlikeleri önceden tespit edebilmekti. Tıpkı bölgenin sınırlarında yer alıp, tarımla uğraşan diğer köyler veya çiftlikler gibi, burası da vatanımızın çarkında işleyen dişlilerden sadece biriydi.
Tozu dumana katarak koşuyordum, çiftliğimize uzanan son açıklığı da hızla geçtim. Beni gören tavuk ve köpekler, dehşetle önümden çekildiler ve ardımdan ses çıkararak bağırmaya başladılar. Fakat ne bu hayvanlar ne de herhangi bir şey için yavaşlamak niyetinde değildim. Hızla evimin yolunu tutmaya devam ettim.
Ortadan ayrılan evimizin tek odasının bir tarafında babam, diğer tarafında ağabeyim uyuyordu. Eve bitişik haldeki tavuk kümesi ise benim uyumak için kaldığım kısımdı. İlk başlarda ağabeyimle birlikte yatıyordum, fakat onun zamanla büyüyüp, kabalaşması ve babamın gözünde daha özel bir yere gelmesiyle beraber, yanlarında istenmediğimi anlamıştım.
Başlarda buna çok bozuluyordum, ama zamanla kendime ayrılan bölümde hayvanlarla birlikte memnuniyet duymaya ve hatta ağabeyim ile babamdan uzak olduğum için keyif almaya bile başlamıştım. Zaten evin istenmeye kişisi olduğumu düşündüğümden, kümese yollanmamla beraber artık bundan iyice emin olmuştum. Hızla ön kapıdan içeri daldım, hızımı kesmeden ilerlemeyi sürdürdüm.
“Baba!” diye bağırdım, bir yandan soluklanmaya çabalarken. “Gri Muhafızlar geliyorlar!”
Çoktan üzerine en güzel kıyafetlerini geçirmiş olan babam ve ağabeyim, kahvaltı masasının üzerine çökmüşlerdi. Haberi alır almaz yerlerinden fırladılar. İkisi de suratıma bile bakmadan ve omuzlarını çarparak, doğru evden dışarı fırladılar.
Peşlerinden koşuyordum, onlarla beraber ufku izlemeye başladım.
Ağabeyim, “Ben kimseyi göremiyorum” dedi kalın sesiyle. Geniş omuzları ve kısa kesilmiş saçları olan ağabeyim, bana her zamanki gibi küçümseme dolu olan kahverengi gözlerini çevirdi.
“Bende göremiyorum” diye onayladı babam. Şaşırmadığım şekilde her zaman yaptığı gibi onun yanını tutarak.
Onlara, “Geliyorlar!” diye karşılık verdim. “Yemin ederim!”
Babam bana dönerek, omuzlarımdan sertçe tuttu.
“Geldiklerini nereden biliyorsun?” diye emreder gibi sordu.
“Onları gördüm.”
“Nasıl? Nereden?”
Köşeye sıkışmıştım. Şüphesiz ki babam, onları görebileceğim tek yerin tepenin üstü olacağını çok iyi biliyordu. Bu yüzden ne cevap vermem gerektiğinden emin olamadım.
“Ben… Tepeye tırmanmıştım-”
“O kadar uzaklaşmaman gerektiğini biliyordun! Ayrıca bugün ağırdaki hayvanları yemleyip sulamayı da unutmuşsun.”
“Ama bu sıradan bir gün değil ki. Onları görebilmek istiyordum. Bu benim hayalim.”
Babam bana öfkeyle dolu bir bakış attı.
“Derhal içeri gir ve ağabeyinin kılıçlarını getirdikten sonra, silahlarının kınını cilalamaya başla. Muhafız konvoyu geldiği zaman, oğlumu en iyi haliyle takdim edebilmek istiyorum.”
Benimle işi biten babam, tekrar ağabeyimle beraber yolu izlemeye koyuldu.
Ağabeyim, “Sence turnuvayı geçebilecek miyim?” diye babama sordu.
Babam, “Bu fırsatı kaçırman senin aptallığın olur” diye cevapladı ve sonra konuşmasına devam etti:
"Geçen birkaç yılda ellerindeki adam sayısı epey bir düştü. Hasat bu kadar kötü olmasaydı, kapıları gezerek katılımcıları toplamaya tenezzül bile etmezlerdi. Dik dur, göğüs dışarı ve kafa hafif yukarı.
Doğrudan gözün içine bakma, fakat bakışların etrafta da dolaşmasın. Güçlü ve kendinden emin dur. Sakın ola ki herhangi bir zayıflık belirtisi gösterme. Gri Muhafızlar katılmak istiyorsan, sanki çoktan onun bir mensubuymuş gibi davranmayı unutma."
Babamın talep ettiği pozisyonu alan kardeşim, “Emredersin, baba” dedi.
Arkasını dönerek babam, bana ters bir bakış attı.
“Sen neden hala buradasın?” diye sordu. “Doğru içeri!”
İki arada kalmıştım, yerimden kıpırdayamadım. Her ne kadar babamın emirlerine karşı çıkmak istemesem bile, onunla konuşmam gerekiyordu. Ne yapmam gerektiğini düşünürken kalbim heyecandan duracak gibiydi.
Babamın sözünü dinleyip, kılıçları getirdikten sonra içimden geçenleri onunla paylaşmanın en iyisi olacağına karar verdim. Doğrudan onun karşısına dikilmenin, işleri daha da kötü yapacağının farkındaydım.
BÖLÜM 4 - ASLA PES ETME
“Bizler Gri Muhafızlarız! Birimiz ve hepimiz! Savaş adalet için, kalkan intikam için! Düşmanlarımızı ezmek için! Birimiz ve hepimiz!”
Gri Muhafız Şarkısı
Eve girip ağabeyimin odasında silahın bulunduğu kısma ilerledim. Ağabeyime ait kılıca yaklaştım. Bu kılıcın gördüğüm en güzel şey olduğunu düşünürdüm her zaman. Kusursuz bir işçiliğin ürünü gümüş kabzayla taçlandırılan kılıcı ağabeyime alabilmek için babam yıllarca çalışıp durmuştu. Yerinden aldım, her zaman olduğu gibi bu sefer de ağırlığı karşısında şaşırmıştım. Kılıçla beraber evden dışarı çıktım.
Kılıcı sahibine verdikten sonra, babama yaklaştım.
“Cilalamadın mı?” diye sordu ağabeyim.
Sinirlenen babam henüz ağzını açmadan, ben konuştum.
“Baba, lütfen. Seninle konuşmam gerekiyor!”
“Sana cilalama-”
Öfkeli gözleri bana çevrili olan babam, meraklanmıştı. Yüzümdeki ciddi ifadeyi görünce dayanamadı ve sordu, “Evet?”.
“Ben de ağabeyimle beraber takdim edilmek istiyorum. Gri Muhafızlara katılabilmek için.”
Ağabeyimin yükselen kahkahası, beni utandırdı. Ancak babam gülmemişti. Bilakis, suratındaki düşünceli ifade hepten derinleşti.
“İstediğin bu mu?” diye sordu bana.
Hevesli şekilde kafamı salladım.
“Yirmi bir yaşındayım. Yani katılmak için uygunum.”
Omzunun üzerinden bana küçümseyen bir bakış atan ağabeyim “Bunun yaş ile ilgisi yok.” dedi “Ben varken, gerçekten de seni seçebileceklerini mi düşünüyorsun?”
“Seni alacak olsalar, sanırım bir ilk olurdun. Çok küstahsın, her zaman olduğun gibi.” diye ekledi ağabeyim.
Ona dönerek, “Sana bir şey sorduğum yok” dedim ve ardından tekrar, kaşları halen çatık olan babama döndüm.
“Baba yalvarırım” dedim. “Bana bir şans tanı. Tüm istediğim bu. Zaman içinde kendimi kanıtlayacağım.”
Babam olumsuz manada kafasını salladı.
“Bak kızım, sen bir asker değilsin. Kardeşin gibi hiç değilsin. Çiftçilik bizim işimiz. Hayatın burada, benim yanı başımda geçireceksin. Sana verdiğim görevlerin hepsini hakkıyla yerine getireceksin. İnsanlar, kendilerini hayallere fazla kaptırmamalı. Yaşamını olduğu gibi kabullen ve onu sevmeyi öğren.”
Kalbim kırılmıştı. Kurduğum tüm hayaller, gözlerimin önünde yıkılıyordu. Hayır, diye düşündüm. Bunun olmasına izin veremem.
“Fakat baba-”
“Sessizlik!” diye kükredi babam. “Seninle daha fazla uğraşamam. İşte, geliyorlar. Yoldan çekil ve onlar buradayken sakın yanlış bir hareket yapayım deme.”
İlerlemeye başlayan babam, beni sanki bir eşyaymış gibi iterek, yoldan uzaklaştırdı. Babamın beni iten avucu, adeta göğsüme saplandı.
Yaklaşan gürültüyü duyan hayvanlar fırlayarak yolun kenarından kaçışmaya başladılar. Kafilenin geldiğini haber veren büyük bir toz bulutunun ardından çiftliğe giren bir düzineye yakın at arabasından çıkan ses, adeta bir gök gürültüsü gibiydi.
Kafile, bize yakın bir mesafede durdu. Şahlanan atlar, burunlarından soluyorlardı. Kalkan tozun içinde kalan kafileyi görmeye çalışıyor, askerlerin üzerindeki zırh ve kılıçları seçebilmeye uğraşıyordum.
Gri Muhafızlara daha önce hiç bu kadar yaklaşmamış olduğumdan, aşırı heyecanlanmıştım. Kafilenin en önündeki askerin atından inmesi ile, hayatımda ilk defa gerçek bir Gri Muhafız İle karşı karşıya geldim.
Gri Muhafız armalı parlayan gümüş zincir zırhı ve sırtında asılı duran uzun bir yayı, belinde de takılı çift hançeri olan bu adam, otuzlarının başlarında olmalıydı. Arkadan bağlı uzun saçı, kirli sakalı, yaralarla dolu suratı ve savaştan kırdığı burnu ile gerçek bir askerdi. Hayatımda bu kadar sağlam yapılı bir adam hiç görmemiştim. Kafiledeki herkesten daha iri ve geniş omuzları olan bu askerin suratındaki ifade, onun yetkili biri olduğunu belli ediyordu.
Sıraya dizilmiş hazırola geçmiş bekliyorduk. Ardından adam toprak yola atladıktan sonra yanımızda ilerlemeye başlamıştı. Mahmuzları şakırdıyordu. Gri Muhafızlara katılmak demek, savaş meydanlarında geçirilecek onurlu bir yaşam, şan, şöhret, zafer ve zenginlik manasına geliyordu. Kişinin ailesini de onurlandıracak böylesi bir yaşam için atılması gereken ilk adımdı bu.
İçi büyük turnuva için ağzına kadar katılımcılarla dolu olan geniş, at arabalarını inceliyordum, bunların fazla kişi alamayacağını biliyordum. Çünkü burası büyük bir arlıktı ve bu askerlerin daha gezmeleri gereken onlarca yer olmalıydı. Seçilme şansımın düşündüğümden bile az olduğunu fark edince, yutkundum.
Kendi ağabeyim de dahil, diğer dövüşçüler olan tüm adayları yenmem gerekecekti ve bunu düşünmek, beni iyice kaygılandırıyordu. Sessizce bizi inceleyen askere bakıyordum, umut dolu gözlerim istemeden onunkilerle buluştuğunda nefesim, tıkanacak gibi olmuştu. Adam yavaşça ilerliyordu.
At arabalarının pencerelerinden bize bakan kalabalığa gözüm takıldı. Her ırktan genç ya da orta yaşlı erkek ve kadınlar vardı. Her biri kendileri veya aileleri için bu turnuvaya adlarını yazdırmalarına rağmen, içten içe yaşadıkları ama Gri Muhafızlara yansıtmak istemedikleri şeyi yani tedirginliği yüzlerinden okuyabiliyordum. Pek çoğu seçilebilmek için bildiği tüm duaları içlerinden okuyor, bazıları ise korkularına teslim olup titriyordu. Aralarında çoğunun iyi bir Gri Muhafız olamayacağı baştan belliydi.
Bu adil değildi. Çünkü bana göre, en az onlar kadar turnuvaya katılma hakkım vardı. Ağabeyimin benden sadece iri ve güçlü olması, benimde oraya çıkıp, seçilemeyeceğim anlamına gelmemeliydi. Babama karşı içim büyük bir öfkeyle doldu.
Babama doğru yaklaşan asker, tam önümüzde durdu. Ona bakarak “Benim adım Nathaniel Howe. Yüksek kıdemli bir Gri Muhafız’ım. Burada bulunuş sebebimizi bildiğinizi farz ediyorum.” dedi. Bu muhafızı tanıyordum. Eski Arlımız rahmetli Rendon Howe’un oğluydu.
Sonra dikkatini ağabeyimi çevirip baştan aşağı süzen adam, etkilenmiş gibiydi. Adam da oldukça uzun olduğu halde boyu ağabeyimin sadece burnuna geliyordu. Kılıcının kınını tutarak, sıkılığını görmek için yerinden çekti, ardından suratında sırıtan bir ifade belirdi.
Ağabeyime “Henüz kılıcını hiçbir savaşta kullanmadın değil mi dostum?” diye sordu.
Hayatımda ilk defa o an ağabeyimin endişelendiğini görmüştüm.
Yutkunan ağabeyim, “Hayır, komutanım. Ancak onunla çok fazla idman yaptım ve umuyorum ki-”
“Ha! Umuyormuş,”
Kâh kayı basan asker, dönüp de diğer Gri Muhafızlara bakınca, onlar da eşlik ederek ağabeyime gülmeye başladılar.
Utançtan suratı kızaran ağabeyimin bu hali, beni şaşırtmıştı. Çünkü genelde başkalarını utandıran kişi, hep kendisi olurdu.
“O zaman unutturma da karanesile senden korkmaları gerektiğini söyleyeyim. Hani idmanlarda çok iyiymişsin ya!”
Muhafızlardan oluşan güruh tekrar kahkahalara boğuldu.
"Ardından babama dönen asker, kirli sakalını okşayarak, “Oğlunun malzemesi sağlam” dedi. “Bu işimize yarayabilir. Cüssesi uygun. Gerçi deneyimi yok ama neyse. Elemeleri geçebilmek istiyorsa, daha çok çalışması gerekecek.”
Bir an durdu.
“Seni koyabilecek bir yer buluruz sanırım. Biraz sıkışacaksın.”
Kafasıyla yük arabalarından birini işaret etti.
“Çabuk ol. Fikrimi değiştirmeden hemen önce bin.”
Büyük bir sevinçle yerinden fırlayan kardeşim, hızla arabaya doğru ilerledi. Babamın yaşadığı sevinç, gözümden kaçmamıştı. Ancak yine de Gri Muhafızın görmesini istemediğin den belli etmese de onun böyle ayrıldığını görmek, babamı hüzünlendirmişti.
Asker atına doğru ilerlemeye başlamıştı ki, daha fazla dayanamadım ve “Efendim!” diye bağırdım.
Öfkeyle bana dönen babam bile artık umurumda değildi.
İlerleyişini kesen adam, yavaşça bana doğru döndü.
Kendimden eminmiş gibi bir tavırla ileri doğru bir adım attım, aslında heyecandan bayılacak gibiydim.
“Beni incelemediniz, efendim.” dedim.
Şaşıran asker, bunun bir şaka olup olmadığını anlamak ister gibi baktı bana.
“Öyle mi yapmışım güzelim?” diye sorduktan sonra, kahkahalara boğuldu.
Fakat artık ne onun ne de diğer adamların kahkahalarına aldırmıyordum. Bu benim tek fırsatımdı. Başka bir şansın daha çıkmasını bekleyemezdim.
“Ben de Gri Muhafızlara katılmak istiyorum!” dedim askere.
Adam bana doğru ilerlemeye başladı.
“Gerçekten mi?”
Eğleniyormuş gibi bir havası vardı. Sonra bana cevap şansı tanımadan avazı çıktığınca bir kahkaha daha attı ve diğerleri de gene ona katıldı.
“Seni gören düşmanlarımızın kaçacak yer arayacaklarından hiç şüphem yok.”
Gururum kırılmıştı. Bir şeyler yapmam gerekiyordu. Bu işin peşini bırakamazdım. Asker tam benden uzaklaşmaya başlamıştı ki, ileriye fırlayarak bağırdım, “Efendim! Büyük bir hata yapıyorsunuz!”
Asker tekrar bana döndüğünde kalabalık, nefeslerini tuttu.
Bu sefer askerin bakışları sertleşmişti.
Omzumdan çekiştiren babam, “Salak kız, içeri gir!” diye bağırdı fısıldayarak.
“Girmeyeceğim!” diye bağırdım, babamın elinden kurtuldum.
Askerin bana yaklaştığını gören babam, geriye çekildi.
Asker öfkeyle, “Bu dönemde bir Gri Muhafıza hakaret etmenin cezasının ne olduğunu biliyor musun?” diye sordu.
Bu işin geri dönüşünün olmadığını biliyordum.
“Lütfen onu affedin, efendim” dedi babam. “O henüz çok cahil ve-”
Asker “Seninle konuşan yok babalık” diyerek babama attığı bakış, onu geri çekilmeye zorladı.
Ardından tekrar bana dönen asker, “Bana derhal cevap ver.” dedi.
Yutkundum, nutkum tutuldu. İşler hiç de kafamda planladığım gibi gitmiyordu.
Başımı önüme eğmiştim. Hafızamı yokladıktan sonra, “Gri Muhafızlara hakaret etmenin, Ferelden Kralı’nın kendisine hakaret etmekten hiçbir farkı yoktur.” diye cevapladım.
“Evet, bu,” dedi asker sonra “Aferin tatlım. Yani istesem şu an sana kırk kırbaç cezası verebilirim demek oluyor.”
"Hakaret etmek istememiştim, efendim. Tek istediğim fırsat. Lütfen! Hayatım boyunca bunun hayaliyle yaşadım. Rica ediyorum. İzin verinde katılayım. "diye karşılık verdim.
Askerin suratındaki sert ifade biraz yumuşadı. Bir süre bana baktıktan sonra, başını salladı.
“İtiraf etmeliyim gerçekten çok güzelsin. Ayrıca cesursun ama kayıtlar bir hafta önce kapandı. Belirli listenin dışındaki kişileri alamıyoruz. Kusura bakma, yapamam. Emirler böyle.”
Bunu dedikten sonra bana hiç bakmadan atına doğru ilerledi ve hızla hayvanın üstüne çıktı.
Yıkılmış haldeydim, köyden ayrılmak için harekete geçen kafilenin ardından bakakaldım. Gelmesiyle gitmeleri bir olmuştu.
Gördüğüm son şey, yük arabasının arkasında oturan kardeşimin, benimle dalga geçen suratıydı. O buradan uzağa, daha iyi bir hayata doğru gözlerimin önünde yol alıyordu.
Sanki içimde bir şeyler ölmüş gibiydi. Demin yaşananların içimdeki heyecanı dindi.
Omuzlarımdan yakalayan babam, “Yaptığının ne kadar salakça olduğunun farkında mısın, şapşal kız?” diye öfkeyle bağırdı. “Senin yüzünden ağabeyin de seçilemeyebilirdi!”
Babamın ellerini sertçe ittim ve onun verdiği karşılık, elinin tersiyle vurmak oldu. Hızla yere yapışıp suratımı çarptım.
Canım yandı, öfkeyle yerden babama baktım. Ömrümde ilk defa babama karşılık vermek istiyordum ama zor da olsa kendimi tuttum.
“Git ve koyunlara yem ver. Derhâl! Ve geri döndüğün zaman, benden yemek falan bekleme. Bu gece hiçbir şey yemeyecek ve yaptığın hatayı düşüneceksin.”
“Senden nefret ediyorum!” diye bağırarak, öfkeyle oradan ayrıldım. Evimden bir an önce uzaklaşmak için tepeye doğru yöneldim.
Babam ardımdan “Bertha!” diye bağırıyordu.
Her şeyi geride bırakmak istiyordum. Koşmaya başladım, o sırada gözlerimden süzülen yaşların bile farkında değildim.
BÖLÜM 5 - KAYBOLMUŞ
“Her ırktan erkekler ve kadınlar, savaşçılar, büyücüler, barbarlar ve krallar… Gri Muhafızlar karanlığın dalgasını durdurmak için her şeylerini feda etti ve galip geldi.”
Duncan Ferelden’in Eski Gri Muhafız Komutanı
İçimde dolup taşan öfkeyle, saatlerce tepelerde dolaşmıştım. En sonunda yorgunluktan oturacak bir yer buldum ve buradan ufku izlemeye koyuldum. Derin düşünceler içine dalarak, uzakta kaybolan at arabalarını ve arkalarından kaldırdıkları tozu uzun süre izledim.
Burayı bir daha kimsenin ziyaret etmeyeceğini biliyordum. Artık benim kaderim, elime geçecek başka bir şans umuduyla, yıllarca bu çiftlikte beklemekti. Tabii eğer dönerlerse ve babam da izin verirse. Hayır, bu ihtimal imkansıza yakındı. Gerçekleşecek tek şey vardı o da: ömrümün geri kalanını babamla o evde tek başına geçirecek olmamdı.
Babamın ayrıca bunu burnumdan getireceğine dair hiçbir şüphem yoktu. Ben, babamın uşaklığını yaparken yıllar geçecek ve onun gibi önemsiz, sıradan bir hayatın içerisinde hapsolarak yok olacaktım. Kardeşim ise bu sıralarda belki zafer, şöhret gibi şeylerin peşinde koşacaktı.
Ailemin beni böyle küçük düşürmüş olmasına tahammül edemiyordum. Beni bekleyen hayat bu olmamalıydı. Bundan emindim ve bu gidişata bir çözüm bulmak için saatlerdir kafa patlatıyordum. Ancak acı da olsa, yapamayacağım bir şey olduğu gerçeğini kabul etmek üzereydim. Hayatın bana dağıttığı kağıtlara isyan edemezdim.
Bu halde saatlerce oturduktan sonra, umutsuz bir şekilde yerimden doğruldum. Çok iyi bildiğim bu tepelerde tekrar dolaşmaya ve sürekli daha yükseğe doğru çıkmaya başladım. En sonunda ise kaçınılmaz olarak en yüksek noktaya, yani Halla sürüsünün olduğu yere geri dönmüştüm.Tepeye tırmandıkça güneş batmaya başlamıştı ve havaya yeşilimsi bir ton katıyordu.
Acelem yoktu, bu yükseklikten harika görünen Amaranthine’nın manzarasını bir kez daha hayranlıkla seyretmeye başladım. O an içimde biriken öfkeyi boşaltma isteği uyandı. Bunun için uzanıp yerden pürüzsüz bir taş aldım. Kafam o an pek yerinde değildi, sanki karşımda babam ve ağabeyim varmış gibi tüm gücümle elimdeki taşı fırlattı verdim.
Hızla fırlayan taş, uzakta üzerinde sevimli bir sincabın bulunduğu ağaçlardan birinin dalını yerinden düşürdü. Neyse ki hayvana bir şey olmamıştı. Hayvanı neredeyse öldürecek olduğumu fark ettikten sonra bunu bir daha yapmamaya karar verdim, çünkü bana hiçbir zararı olmayan bir hayvanın canını bu şekilde yakmak istemiyordum.
Ağabeyimin şu anda nerede olabileceğini düşünüyordum. Hala çok öfkeliydim. Muhtemelen bir gün içinde Amaranthine Şehrine varırlardı. Onu şehrin girişinde karşılayan şık giyimli insanları ve onurlarına yapılacak töreni kafamda canlandırabiliyordum.
Ferelden Kralının ve Kraliçesinin, yanında ünlü Gri Muhafız komutanı ve diğer savaşçıları da onları selamlamak için orada olacaklardı. Büyük turnuva sonrası eğer kazanırsa ağabeyime kışlalarda kalacakları bir yer temin edilecek, komutanın özel arazisinde Vigil’s Keep kalesinde en iyi silahlarla eğitimine başlayacaktı.
Kıdemli bir Gri Muhafızın yanında silahtarlık görevine atanacaktı. Sonra bir gün eğer şanslıysa hayatta kalarak Gri Muhafızlık unvanını alacak ve şahsına özel atına binip, onun için özel olarak dövülmüş bir kılıcı kuşandıktan sonra, kendi silahtarına emirler yağdıracaktı.
Thedas’ın kurtarıcılarından biri olacaktı. Tüm dünyadaki festivallerin ve Kralların, Kraliçelerin yemek masasının ayrılmaz bir parçası haline gelecekti. Bu büyülü yaşam şansı, parmaklarımın arasından kayıp gitmişti.
Kendimi tükenmiş hissediyorum. Tüm bu olumsuz düşünceleri kafamdan uzaklaştırmaya çalışıyor, fakat bunu pek başaramıyordum. Kafamın derinliklerindeki bir ses, sanki bana haykırıyordu. Pes etmemem gerektiğini, beni bundan daha önemli bir yazgının beklediğini söylüyordu. Gerçi bunun ne olduğunu bilmesem bile, en azından bu yerde olmadığını biliyordum.
Her zaman kendimi diğerlerinden daha farklı hissetmiştim. Hatta belki biraz daha özel biriymiş gibi. Diğer insanlar beni anlayamıyor ve üstüne üstlük bir de küçümsüyorlardı. Kendini beğenmiş bir insan asla değildim ama hissettiğim buydu işte.
Tepenin en üstüne çıkmıştım, her zamanki tanıdığım Halla sürümü gördüm. Benim için bu hayvanların özellikle de bu sürünün önemli bir yeri vardı. Bu tepenin eteklerine yıllardır çıkıyordum ve onlar ile tesadüf üzeri karşılaşmıştım.
Zamanla arkadaşlar gibi olmuştuk. Aslında onlar dostum diyebileceğim tek canlılardı. Beni hiç sıkılmadan dinleyerek, derin yalnızlığımda bana destek oluyorlardı. Canım çok sıkıldığında hep buraya onları ziyarete geliyordum.
Onları görünce moralim hemen düzelirdi. Hayvanlar bir arada duruyor ve kayda değer ne kadar ot varsa çiğniyorlar. Hep yaptığım gibi can sıkıntısından onları saydım. Fakat ardından dehşete düştüm. Çünkü içlerinden biri eksikti. Tekrar ve tekrar saydım. Sahiden de birinin kaybolmuş olduğuna hala inanamıyordum.
Daha önce sürüden doğal yollar dışında tek bir hayvan bile kaybolmamıştı. Bunun arkasında hastalık veya yaşlılık olsa hemen anlardım. Endişelenmeye başlamıştım. Hallalarımdan birinin tek başına, vahşi hayvanların arasında kalmış olabileceği düşüncesi beni kahretti. Böylesine masum ve kutsal bir şeyin acı çektiğini görmek dayanabileceğim bir şey değildi.
Tepenin kenarına ulaştım. Buradan etrafı incelemeye başladım. Hayvanı uzaktaki tepelerden birinde tespit ettim. Bu sürünün asisi olandı. Hayvan kaçarak batıda ki ormana girmişti. Bunu görünce yutkundum.
Çünkü o ormana sadece hallaların değil, insanların da girmesi yasaktı. Çiftliğin sınırları dışında kalan bu yere girilmemesi gerektiğini neredeyse yürümeye başladığım günden beri biliyordum. Bu yüzden daha önce oraya adımımı dahi atmamıştım. Efsanelere göre oraya giren kişiyi kesin bir ölüm beklerdi.
İçerisinin canlı delirmiş ağaçlarla ve vahşi kurt adamlarla kaynadığı söylenirdi. Kararan gökyüzüne bakıyordum, ne yapmam gerektiğini düşünüyordum. Hallamı öylece bırakıp bu duruma kayıtsız kalamazdım. Eğer hızlı olursam, eski dostumu zamanında kurtarıp, tepeye geri dönebileceğimi düşündüm.
Son bir kez sürüme baktıktan sonra, gökyüzünde toplanmaya başlayan bulutların altından batıya, yani lanetli olduğu iddia edilen ormana doğru hızla koşmaya başladım. Kendimi güçsüz hissetsem de, bacaklarımı zorluyordum. Zaten istesem bile artık geri dönemeyeceğimin farkındaydım.
Yaptığım bu işin, bir kâbusun içinde uyanıp kurtulmak için koşmaktan hiçbir farkı olmadığını biliyordum.
BÖLÜM 6 - KARŞILAŞMA
“Gri Muhafızlar, dünyayı kötülükten korumak için fedakârlıklarla dolu zorlu bir yaşam süren yalnız nöbetçilerdir. Bunun için çok az kişi gönüllü olur: acı, yalnızlık ve şiddetli bir ölümün uğruna edilen yemin. Fakat Gri Muhafızların yolun da mutlak cesarette yer alan en önemli erdemlerden biridir. Kendilerini bu davaya adayanların alacakları tek ödül, geride bıraktıkları eski benliklerinden daha ulu bir şey haline geleceklerini bilmeleridir.”
Ireial Ferelden Gri Muhafız Komutanı ve Amaranthine Arlı
Hızımı hiç kesmeden tepeleri aşarak, lanetli ormanın sınırına vardım. Hallaya ait izler, ağaçların başladığı noktada kesiliyordu. Ayaklarımın altında kalan yaprakları ezerek, bu ürkütücü yerin içine doğru ilk adımlarımı attım.
Ormana girer girmez etrafımı saran ağaçlar, gökyüzünü kararttı. Burası, dışarıya göre epey soğuktu. Daha girişte olmama rağmen bir esinti hissetmeye başlamıştım. Fakat bu esintinin kaynağı tek başına karanlık veya soğuğun kendisi değil, şu an adını koyamadığım başka bir şey gibiydi sanki. Bir şeylerin beni izlediğini düşünmeye başlamıştım.
Gövdeleri iki yetişkin insan kalınlığında olan tarihi ağaçların, rüzgârda sallanan ve çatırdayan dallarını izliyordum. Ormanın elli metre kadar içine girmiştim ki, ne tür bir hayvana ait olduğunu bilmediğim sesler duymaya başladım. Dönüp arkama baktığım zaman, giriş yaptığım yeri zar zor görebildim. Biraz daha ilerlersem buradan asla çıkamayacağımı düşünüp, tereddüt ettim.
Bu orman her zaman düşüncelerimin dışındaki gizemli bir yer olarak kalmıştı. Şimdiye kadar buraya girmeye cesaret edebilen hiçbir insan olmamıştı. Hatta buna babam ve ağabeyim bile dahil. Bu ormanla ilgili efsaneler hem korkutucu hem de akılda kalıcıydı.
Ancak bugünü benim için farklı kılan o şey her neyse bu efsaneleri umursamamak ve tüm tedbirleri elden bırakmama neden oluyordu. Çünkü içten içe sınırlarımı zorlamak ve evimden olabildiğince uzaklara gitmek istiyordum. Hayatın beni nereye sürükleyeceğini merak ediyordum.
Biraz daha gittikten sonra hangi yöne ilerlemem gerektiğinden emin olamadığım için durakladım. Yerdeki ezilmiş dalları takip etmeye karar verdim. O anda kara bulutların içinde saklanan yağmur taneleri kendilerini göstermişti ve şiddetli bir sağanak yağmur başlamıştı.
Sırıl sıklam ıslanmış bir şekilde ormanın derinliklerinde ilerlerken, tamamen kaybolduğumu fark etmem bir saati buldu. Arkamı dönerek geldiğim yönü anlamaya çalışsam bile, bunu başaramadım. Yağmur sonunda durmuştu ama ben yeterince üşümüş ve korkmuştum.
Ürpermeye başladım, tek çıkış yolumun ilerlemek olduğuna karar verip, yürümeye devam ettim. İlerdeki ağaçların arasından sızan güneş ışıklarını fark ettim, adımlarımı o yöne çevirip gitmeye başladım. Işığın düştüğü yerdeki küçük bir açıklığa ulaştım, karşımda gördüğüm şeyden sonra yerimden kıpırdayamadım.
Yeşil satenden önü açık bir elbise giyen elf kadını, sırtı bana dönük halde duruyordu. Sırtında asılı duran bir asa vardı. Bir büyücü olmalıydı. Kısa boyluydu ve dimdik duruyordu. Çok sakin ve umursamaz görünüyordu.
BÖLÜM 7 - KADERİM
Bayan elfin sağ omzunda gri muhafız armasını görmem ile kendimi hemen tek dizimin üstüne doğru atarak çökmem bir oldu. Derhal başımı eğdim çünkü gri muhafızlara yapılacak bir saygısızlığın cezasının hapis olacağını biliyordum.
“Ayağa kalk insan.” dedi elf. “Diz çökmeni isteseydim, bunu sana söylerdim.”
Yavaşça doğrularak bakışlarımı kadına çevirdim. Bana doğru ilerleyen kadın, bakışlarını üzerime dikti. Bundan rahatsız olmuştum.
Birden arkasını hızla dönen elf, yürümeye başladı.
Arkası bana doğru dönük olan elf, “Hava kararmadan önce geldiğin yoldan geri dönerek ormandan çık.”
Uzaklaşan kadını izlerken kafam karışmıştı. Sarsıcı ve gizemli bir karşılaşma olmuştu. Anlamsızca aniden olup bitivermişti. Gri Muhafızın bu şekilde ayrılmasına müsaade edemeyeceğime karar verdim ve onun peşinden koştum.
Elfin arkasından, “Burada ne arıyorsunuz?” diye seslendim. Demir ağacından yapılma kadim bir asa taşıyan elf, insanı şaşırtacak derecede hızlı yürüyordu. “Buraya ne için gelmiştiniz, acaba?” diye tekrarladım sorumu.
Elf, “Bilirsin işte muhafızlık işleri.” dedi omzundaki armayı işaret ederek.
Onu yakalamaya çalışıyordum. Kadın ardından açıklığı geçip, tekrar ormanın içine daldı.
“Fakat neden burası? Burada ne arıyorsunuz?”
“Ne çok soru soruyorsun” dedi elf. “Etrafı soruyla doldurup taşırdın. Bunun yerine dinlemeyi öğrenmelisin.”
Yoğun ağaçların arasından kadını takip ediyordum. Elimden geldiğince sessiz kalmaya çalıştım.
“Bende kayıp halla mı bulmak için buraya geldim.” dedim ortamdaki sessizliği bozmak ve onu konuşturmak için.
“Asil bir davranış. Ancak vaktini boşa harcadın.” dedi elf.
Gözlerim endişeyle açıldı.
"Ne demek istiyorsunuz?
“Bu yerde varlıklarını asla hayal edemeyeceğin tehlikeler var.”
Hala kadının peşinden ilerliyordum. Meraklanmış ve üzülmüştüm.
“Gerçi sözümü dinler misin bilmiyorum. İnatçı birine benziyorsun. Israrla yılmadan hallanı kurtarmak için peşinden gittin.”
“Ama cesur bir kızsın.” diye ekledi elf. “Güçlü bir iradeye sahipsin. Aşırı gururlusun da. Bunlar iyi özelliklerdir. Ancak bir gün sonunu da hazırlayabilirler.”
Elf yosun tutmuş kayalık bir yoldan kolayca çıkmaya başlamıştı.
“Gri Muhafızlara katılmak istiyorsun.” dedi.
Heyecanlanarak, “Evet!” diye haykırdım. “Peki, hiç şansım var mı?” Bunun gerçekleşmesini sağlayabilir misiniz?"
Gülen elfin ince ama derinden gelen kahkahası tüylerimi diken etti.
“Kaderin yolları çoktan çizildi. Fakat takip etmek senin elinde her zaman.”
Kadının ne kastettiğini anlamamıştım.
Yolun tepesine çıktığımız zaman, elf arkasını döndü ve gözlerimin içine baktı. Aramızdaki mesafe o kadar azdı ki, kadından yayılan büyüsel enerjinin tenimi yaktığını hissediyordum.
“Her şeyin olmasını ya da hiçbir şeyin olmamasını sağlayabilirim. Ancak sen kaderini sakın terk edeyim deme.”
İyice şaşırmıştım. Benim kaderim nasıl önemli olabilirdi ki? O an kendimle biraz gurur duymadım desem yalan olurdu.
“Bulmaca gibi konuşuyorsunuz. Anlamıyorum, benimle lütfen daha açık konuşabilir misiniz?”
Ancak tekrar kısa bir sessizlik ardından elf bir anda yerin altından fırlayıp onu saran sarmaşıkların arasında kayboldu.
Tüm bu olanlara inanamıyordum. Her tarafa dikkatli baktım, olası sesleri dinledim. Ancak kadına dair hiçbir ipucu yoktu. Acaba bunların hepsini hayal etmiş olabilir miydim, diye düşündüm. Bu gördüklerim bir çeşit düş müydü?
Bulunduğum yerin bana iyi bir görüş açısı sağladığını fark ettim. Etrafa biraz bakındıktan sonra, uzakta bir hareket gördüm. Ardından sesini de duyunca, halla mı bulduğumu anladım.
Yosunlu yoldan düşe kalka aşağı inerek, hallamın olduğu tarafa doğru, tekrar ormana girdim. Elf ile yaşadığım karşılaşmayı aklımdan bir türlü atamıyordum. Bunun gerçekten olduğuna inanabilmek, bana imkânsız geliyordu.
Komutanın muhafızlarından birinin burada ne işi vardı ki? Beni beklediği ortada gibiydi. Fakat neden? Hem şu kaderle ilgili söyledikleri de neyin nesiydi?
Ne kadar uğraşırsam uğraşayım, anlayamıyordum. Elf hem devam etmem için beni uyarırken, bir yandan da vazgeçmem için aklımı çeliyordu. İçim kötü bir hisle dolup, sanki izleniyormuş gibi hissetmeye başlamıştım.
BÖLÜM 8 - VAHŞİ
Başka bir yola doğru girdiğim sırada, karşılaştığım görüntü karşısında donup kalmıştım. En korkunç kâbuslarım gerçek olmuştu sanki. Vücudumdaki tüm tüyler diken oldu. Ormanın bu kadar içlerine dalarak ne büyük bir hata yapmış olduğumu o an anladım.
Tam karşımda, en fazla yirmi metre ilerde vahşi bir Sylvan duruyordu. Neredeyse iki katlı bir ev kadar büyük olan bu canlı kereste canavarı, ormanların en çok korkulan yaratıklarından biriydi. Daha önce bu tarz bir yaratığa hiç rastlamamış olsam bile hakkında yazılmış ve çizimlerinin olduğu kitaplardan çok okumuştum.
Hikâyelerde denir ki, dünyamızda biz faniler farkında olmasak ta yaşayan iblisler vardır ve insanlar her zaman içlerine girmek için tercih ettikleri avlar değildir. Bir iblisin insanın içine girmesi demek, güçlü iradeli büyücülerle, tapınakçılarla veya diğer istemeyeceği durumlarla uğraşması demektir.
Bazı iblisler, hayvanların hatta bitkilerin aracı olarak kullanmayı daha kolay bir yol olarak bulur. Tabii bu bedenler insanlar kadar uygun bir ev sahibi değildir. İşte bir iblisin içine girmiş olduğu ağaçlar Sylvan olarak bilinmektedir.
Genel olarak bunu yapan iblisler hiyerarşi de en zayıf olan öfke iblisleridir. Nadirde olsa bu tarz ağaçların bazılarında zekâ belirtileri gözlemlendiği olmuştur. Bu türleri daha az şiddete meyilli ve sakindirler, ancak bunlara oldukça nadir rastlanmaktadır.
Sylvan yavaş ama son derece güçlüdür. Kurbanlarına pusuya düşürerek saldırmayı tercih ederler. Öldürmek için tuzağa çekerler. Bir Sylvan ile normal bir ağaç arasındaki fark dikkatli şekilde bakıldığında anlaşılır derecededir fakat onlar doğal ortamlarında olduklarında neredeyse saptanamayan bir gizlenme yetenekleri vardır. Düzenli sık ağaçlar arasında hareketsizce gizlendiklerinde fark etmek çok zordur.
Bir Sylvan uzun boylu bir insanı andırır. Kapkara iki göz yuvası ile açılamayan bir ağza ve kök bacakları ve ayaklarla, kollar gibi uzanan dallardan oluşur. Bilinen tek zayıf yönleri doğal olarak ağaç olduklarından ateşe karşı çok duyarlı olmalarıdır.
Daha önce çiftlikteyken bu yaratığı gördüğünü söyleyen insanlarla karşılaşmıştım ama bunlara fazla inanmamıştım. Çünkü bu yaratıkla karşılaşan sıradan birinin sonunun ölüm olacağı baştan bellidir. Bu yüzden çiftçilerin iddialarına aldırmamıştım. O adamları bu hilkat garibesi hiç farkında olmadan saniyeler içinde öldürürdü muhtemelen.
Ayrıca o anlarda bile aklımda hala kısa bir süre önce karşılaştığım elf kadın vardı. Onunla ve bu Sylvanla olan karşılaşmam neyin belirtileriydi? İyi bir alamet miydi? Yoksa kötü mü? Bunu şu an bilmiyor ama çok merak ediyordum ve bunu ne olursa olsun öğrenecek kadar hayatta kalmalıydım.
BÖLÜM 9 - SON DUA
Geriye doğru temkinli bir adım attım. Yaratık gözlerini bana doğru çevirmişti. Elinin içinde ise baş aşağı dönmüş halde Hallam inliyordu. Sylvan’nın dikenli sarmaşıklarıyla doladığı hayvan ölmek üzereydi. Yaratık halinden memnun bir şekilde hayvana eziyet ediyordu. Bundan sanki zevk alıyor gibiydi.
Can çekişen hayvanın görüntüsüne ve çıkardığı acı dolu seslere daha fazla tahammül edemiyordum. O an aklıma gelen ilk şey arkamı dönüp, tüm gücümle kaçmaktı. Ancak bir Sylvan’ı sinirlendirmenin sonu iyi olmazdı. Beni yakalaması imkânsızdı. Hızlı değildi ama doğaya hükmedebiliyordu. Beni kolaylıkla ormandan çıkmadan önce sarmaşıklarla yakalayabilirdi.
Ayrıca yaratığın bundan daha fazla zevk alacağını biliyordum. Yine de Halla mı arkamda bu şekilde bırakmakta istemiyordum. Korkudan titriyordum ve artık bir şeyler yapmam gerektiğinin farkındaydım.
İçgüdülerimi izlemeye karar verdim. Yerden yavaşça ucu sivri ağır bir taş aldım. Titreyen elimle taşı fırlattım. Havayı yararak ilerleyen taş hedefi tam on ikiden vurdu. Hallanın gözünden giren taş, hayvanın beynine saplandı.
Hareket etmeyi anında kesen hayvanın çektiği acılar son bulmuştu. Oyuncağının elinden alındığını anlayan Sylvan, öfkeyle bana baktı. Dikenli sarmaşıklarını gevşeten yaratık, hallayı bıraktıktan sonra beni göz hapsine aldı.
Yaratığın tahta ağzından gelen derin ve ürkütücü bir sesin eşliğinde bana doğru ağır adımlarını sürüyerek ilerlemeye başladı. Dehşete düşmüştüm, yerden iki tane taş aldım, birbirlerine hızla sürtmeye başladım. Tam bu sırada birden yerinden fırlayan yaratık sanki bütün ormanı sarsıyormuş gibi yerde bir etki yaratarak, ondan hiç beklemediğim bir hızda üstüme gelmeye başladı.
Ben ise ettiğim dualar eşliğinde taşlarla yerde duran birkaç kuru yaprağın üstünde kıvılcımlar yaratarak sonunda bir ateş yaktım. Tek zayıflığı buydu. Yanan ateşle bir parça dalı tutuşturdum ve fırlattım. Yaratığın sağ gözüne çarpan sopa yerine takıldı.
Kusursuz bir atıştı. Suratı yanmaya başlamıştı ve bunun etkisiyle haykıran yaratık, hızını biraz kesti. Yine de tek gözü tamamen yanmış olmasına rağmen ateşi söndürdükten sonra şiddetle halen üzerime doğru gelmeye devam etti. Artık yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Tek şansımı kullanmıştım.
Bana ulaşan yaratık sarmaşıklarını bana doğru savurdu. Acı içinde bağırdım. Sıkıca beni sarıyordu. Dikenler bedenime saplandı. Yaralarımdan dışarıya kanlar akmaya başladı. Devasa yaratık beni o kadar sert sıkıyordu ki omurgamdan gelen çatırdama seslerini duymaya başlamıştım. Beni tuttuğu elini yavaşça kaldıran yaratık sanki fırlatacakmış gibi bir pozisyon almaya çalışıyordu. Resmen benden kör ettiğim gözünün intikamını alıyordu.
Son gücümle onu engelleyebileceğimi umut ederek, kafasının üstündeki dallardan birine asıldım. Bu hareketim ne yazık ki pek bir işe yaramadı. Çünkü neredeyse yaratık beni ormanın girişine sallayarak uçurabileceği kadar yükseğe kaldırmıştı. Yaratığın çekim gücü karşısında kollarım titremeye başladı.
Tuttuğum dal ise kopmak üzereydi. Diğer taraftan başka büyük bir sorunum vardı. Çok fazla kan kaybetmiştim. Kükreyen yaratığın çıkardığı ses kulak zarıma zarar vermişti. Kendimden geçmek üzereydim. Öleceğime dair hiçbir şüphem kalmamıştı. Gözlerimi kapattım ve son dua mı etmeye başladım.
Yüce Yaratıcım, kutsal gelinin Andraste hürmetine ne olur bana güç ver. Bu yaratıkla mücadele etmeme müsaade et. Lütfen, sana tüm içtenliğimle yalvarıyorum. Benden ne istersen hayat boyu yapacağım. Bu sana sözüm olsun.
BÖLÜM 10 - VELANNA
Dua mı bitirmemle, bir şeyler oldu. Çevrede birden artan ısı, vücudumun üstünde dolaşmaya başladı. Sanki bir enerji alanı oluşuyordu. Gözlerimi açtığım zaman şaşırtıcı bir görüntüyle karşılaştım. Ormanda karşılaştığım o elf kadın asasından yeşil bir ışık çıkartarak canavarın önünde duruyordu.
Daha sonra bir büyü gönderdi üzerine. Bu yaratığı iterek, uzaklaştırdı. O anda bende elinden aşağı düşüp kurtuldum. Yaratık öfkeyle yerden elfe ve bana bakıyordu. Elf asasından bir enerji dalgası daha oluşturarak canavara doğru savurdu. Bu sefer Sylvan’nı en az on metre geriye ağaçların üzerine uçurdu.
Bende yerden yaralarımı tutarak verdikleri açı içinde kalktım ve elfin arkasına geçerek saklandım.
Şiddetli bir şekilde çarparak düştüğü yerden tekrar doğrulan yaratık, elfe doğru saldırıya geçti. Ancak elf kendine sarsılmaz özgüveniyle olduğu yerde kalmaya devam etti. Bunu gördükten sonra bende yaratıktan korkmayı bıraktım. Ayrıca elfin üzerinden yayılan enerjinin giderek güçlendiğini hissetmiştim.
Üzerine atılan canavarı dilini bilmediğim birkaç sihirli sözcükle durdurdu. Ardından bir şeyler daha geveledi. Yaratık yerde kendi kendine yuvarlanmaya başladı ve sonra tüm gücüyle boğazını sıkarak kendi kafasını koparttı. Birkaç saniye içinde yaratık cansız bir odun yığınına dönüştü. Ben ise bir dakika boyunca gözlerimi cesedinden ayıramadım.
Hala yaralarımdan akan kanı engellemek için baskı yapıyordum. Olanlar karşısında nefesim kesilmiş bir halde yavaşça doğruldum. Gri muhafızın beni kurtarmasına ve duamın hemen kabul olmasına inanamıyordum.
Bu kadar olayın böylesi bir günde yaşanmasının bir işaret olduğuna emindim artık. Bu yaşadıklarım sahiden önemli şeylerin habercisiydi sanki. Tüm ormanların en korkulan canlılarından biriyle karşılaşmıştım ve ölmemiştim.
Üstüne üstlük bir gri muhafız tarafından kurtarılmıştım. Gerçi beni tüm bu yol boyunca takip ettiğinden şüphem yoktu. Bunları babama anlatsam kesinlikle inanmazdı. Başım dönüyordu.
Gri muhafıza “Sana ne kadar teşekkür etsem azdır herhalde.” dedim.
Ama elf bana kulak asmadan az önce öldürdüğü yaratığı düşünceli bir ifadeyle incelemeyi sürdürdü.
“Beni nasıl buldun? Neden buradasın?” diye sordum.
“Başına bu gün merak duygun yüzünden gelmeyen kalmadı ama sen hala ısrarcısın.” dedi.
Elf ile konuşmaya çalışmanın anlamsız olduğunu görünce dikkatimi acıdan kıvrandığım yaralarım üzerine verdim. Ellerim kan içinde kalmıştı. Sersemlemiştim ve yakında yardım almazsam tüm bunlara rağmen ölebilirdim.
Elf elimi tutup çekti ve kendi elini yaramın üzerine koyarak gözlerini kapattı. Büyülü sözlerinden mırıldanmaya başladı, birden rahatlatıcı bir hissin damarlarımda akmaya başladığını hissettim. Saniyeler içinde acılarımın kaybolduğunu ve yaralarımın tamamen kapandığını fark ettim.
Baktığım zaman gördüklerime inanamamıştım. Yaratığın açtığı yaraların izleri bile gitmişti. Hiç olmamış gibiydi.
Hayranlıkla elfe baktım.
Elf gülümsedi.
“Anlayamıyorum tüm bunları neden?”
Elf bakışlarını benden çekti.
“Bazı şeyleri zaman içinde öğrenmen daha iyi olur.”
Heyecanla," Peki en azından Gri muhafızlara katılmama yardımcı olur musun?" diye sordum.
Elf, “Hayır.” diye cevapladı.
“Fakat neden?” diye cevapladım.
“Cesur bir kızsın ama sana böyle bir ayrıcalık tanıyacak yetkim yok. Sende herkes gibi turnuvaya katılsaydın.”
“Fakat denedim zaten! Beni değil, ağabeyimi seçtiler. Yani çoktan reddedildim. Katılma şansım tekrar var mı?” dedim.
Elf, " Şehre git ve Nathaniel’i bul. Seni Velanna’nın gönderdiğini söyle, o anlayacaktır."
Duyduğum sözlerden sonra mutlu olmuştum, “Tekrar çok teşekkür ederim!” dedim.
“Unutma bir gri muhafız savaş için asla davetiye beklemez! Kaderini belirlemekten asla vaz geçme.”
Bir an gözlerimi kırptım, kadının ortadan tekrar kaybolduğunu fark ettim. Etrafıma onu görebilmek için bakındım ama bu çabam nafileydi.
Bu arada biraz kaybolmuştum. Nerede olduğumu anlamak için ormandaki en uzun ağacın tepesine derhal tırmanmaya karar verdim.
Bu yükseklikten ormanı kaplayan tüm alanı görebiliyordum. Ormanın bittiği noktada koyu kızıl ışıklar saçarak batan güneşin, Amaranthine Şehri’ne uzanan uzun yolu aydınlattığını gördüm.
Daha fazla vakit kaybetmek istemiyordum, ağaçtan hızla inerek, kaderime doğru koşmaya başladım.