17-06-2022, 18:55
(Son Düzenleme: 18-10-2022, 19:58, Düzenleyen: Penetrator God. Toplamda 2 kere düzenlenmiş.)
Kara Kergitler - 1. Bölüm
Yıl 1257...
Kergitlerin Sarranid istilası neredeyse tamamlanmış durumdadır. Sancar Han tarafından yönetilen ordular, gözlerini yeni topraklara dikmiştir.
Kalradya’daki diğer her krallık aynı kaderle yüzleşmek üzeredir, ta ki rahmetli Janakir Han’ın diğer oğlu olan hanlığın mirasçısı Dustum Han’ın sancağı altında toplanmış ve vasalı Bahestur Han tarafından yönetilen savaşçı grubu kara kergitler, Sancar Han’ı devirmek için tehlikeli bir planı uygulamaya koyana kadar.
Bu destansı maceraya ise bir at hırsızı ve çok iyi bir iz sürücü olan Borcha’nın dahil olmasıyla ise işler daha da ilginç bir hal alacaktır…
Ormanın iç kesimlerinde taş manastırı çevreleyen açıklığın hemen dışında durdum ve çömeldim. Kuzeyin gür ormanlarında nasıl sessizce ilerleyeceğimi biliyordum ve ıssız harabelere dallardaki bir esintiden ya da geçen yılın yaprakları altında gezinen böceklerden daha usulca yaklaşmıştım.
Dalgalı sabah sisinin arasından kuzeyindeki manastır harabesini seçebiliyordum. Ek binaların yıkık ve çatısız duvarları, kırık bir eğri şeklinde ana harabelerin güneyine doğru uzanıyordu. Bir zamanlar keşişlerin muhtemelen sebze yetiştirdikleri yerde huş ağaçları ve birkaç genç meşe büyümüştü.
Açıklığın geri kalanı kısa süre önce açılmış patikaların böldüğü çimenlerle ve dikenli çalılarla doluydu. Yabani otların bürüdüğü bir mezarlığın taş çitinin hemen ötesine dört tente kurulmuştu.
Bir kamp bulmuştum; buna şüphe yoktu. İyi de kimin kampını?
Kahvaltısını toplayan bir ağaçkakanın uzaklardan gelen takırtıları daha yakından ve yüksek sesle çıkan çelik çınlamalarıyla bölünüyordu. Zaten benim dikkatimi çeken de bu doğaya aykırı ses olmuştu. Bu kadar yakındayken konuşan çok sayıda adamın sesini duyabiliyordum, ama henüz manastırın yeni misafirlerini görebilmiş değildim.
İki gün önce bir grup kergit beni zengin bir tüccara ait bir atı çalmaya kalktığım için bu gür ormanın sınırın kadar kovalamıştı, ormana varınca da atlarını durdurup sövüp ağaçlara ok yağdırmışlardı. Bozkırda yetişmiş bu savaşçılar güçlü atlarla dörtnala koşturmayı sevdikleri için de çabucak çevrelendikleri bu sıkışık koruluklara girmekten hiç hazzetmezlerdi. Ormanda yolculuk etmek yavaş olsa da iç kesimleri hala haydutlardan ve kergitlerden saklanmak için güvenliydi.
Gündönümünün hemen sonrasıydı; Sancar Han olarak bilinen aşağılığın buradan yalnızca birkaç kilometre uzaklıktaki Shariz yakınlarında Sarranid sultanlığı ordularını yenmesinin üstünden üç ay, ardından tüm Kalradya’ya meydan okumasından beriyse bir aydan biraz daha fazla zaman geçmişti.
Soluma doğru dönerek yaşlı bir meşenin arkasına geçtim. Bana yol göstermesini istercesine ağacın kabuğunu hafifçe okşadım, sonra da eski bir iz sürücü geleneği olarak parmaklarımı gözlerimin önünden geçirdim. Ormandaki sis perdesi şimdiden dağılmaya başlamıştı ve beklemeye başladım. İyi eğitimli bir yol bulucu, bu diyarda içgüdülerini takip ederken sabırlı davranmayı bilmeliydi.
Bu sırada kulağıma karşılıklı bir konuşmanın, ne bu sabah ne de yakın bir zamanda bitecekmiş gibi gelmeyen bir tartışmanın bölük pörçük sözleri gelmeye başlamıştı.
“Bakışını gevşet bıçağın zaten nerede olduğunu biliyorsun. Ona bakmayı bırak!.”
“Gözlerini yumma! Ha öyle yapmışsın, ha kılıcını yere atmışsın. Akılsız bir kuzu musun sen?”
“Rakibinin silahını seyredersen çok geç kalmışsın demektir. Gözlerinle takip edemiyor musun?“
Bir taş atımından daha kısa bir mesafede yaşı yirmiyi geçmeyen ve beyaz denilebilecek kadar açık sarı saçları olan bir delikanlı kendisinden yaşlı bir adamla karşı karşıyaydı; iri kıyım, yara izleriyle kaplı bir kergitli. Her ikisi de kocaman birer savaşçı kılıcı taşıyordu ve tekrarlayıp durdukları idmanları keşiş giyimli bir adam tarafından gözlemleniyordu.
Bu adamlar büyük ihtimalle kara kergit askerleriydi; bulmayı ve aralarına katılmayı ümit ettiğim adamlardı. Şöhretlerinde doğruluk payı varsa Sancar Han’ın alışılmadık davetine günler içinde cevap vermeleri işten bile değildi. Kara kergitler dört bir yana dağılmışsa da oradan sadece birkaç günlük yolculuk mesafesindeki Dirigh Aban’nın güneyindeki dağlarda bulunan gizli bir dağ kalesinde bir kolları mevcuttu.
Sancar Han’ın kergitlerinin tam zıttı olan içgüdüleri gereği kamplarının ormanda kurarlardı ve anlaşılan sahipleri çok uzun zaman önce terk edilmiş bu eski manastırı bulmuştu. Bana göre bu yar esrarengiz ayinlerin düzenlendiği gizli tapınakları andırıyordu.
Asıl maksat ne olursa olsun bu harabe doğaçlama yoluyla bir eve, Shariz’deki cenk meydanına Sancar Han’ın oraya kurdurttuğu kokuşmuş çadır kentin civarını keşfederlerken kara kergitler bekleyip burayı idman yapabilecekleri bir sığınağa dönüştürülmüştü.
Mezarlık duvarının arkasından demir kın renkli iri bir aygıra binen bir atlı çıktı. Adamın taşıdığı şeritli ve eklemli bir kergit tarzı yayı görünce irkildim. Fakat adam bir kergitli değildi. Saçları uzun, gür ve kahverengiydi; sivri burnunun altında gür bir bıyık sarkıyordu. Adam atını döndürüp ek binaların kıvrımı boyunca dörtnala koşturdu, sonra tekrar yön değiştirerek otların arasında gidip geldi.
İlk başta bu anlamsız hareketlerden bir şey anlayamadım; ta ki okçuluk antrenmanı yaptığını anlayana dek. Adam, hedefi teşkil edebilecek bir şeyi gözüne kestirdiğinde onun yanından dörtnala geçerken, bazen ondan uzaklaşırken bazen de atını aniden durdurup sabit dururken ok atıyordu.
Bu adamları yalnızca namlarından tanımama rağmen bu binicinin kergitlerin gücünden zarar görmüş, yaşadıklarından ders çıkarmış ve silahlarını kabullenip onlara uyum sağlamış bir sarranidli olduğunu kestirebiliyordum…
Yıl 1257...
Kergitlerin Sarranid istilası neredeyse tamamlanmış durumdadır. Sancar Han tarafından yönetilen ordular, gözlerini yeni topraklara dikmiştir.
Kalradya’daki diğer her krallık aynı kaderle yüzleşmek üzeredir, ta ki rahmetli Janakir Han’ın diğer oğlu olan hanlığın mirasçısı Dustum Han’ın sancağı altında toplanmış ve vasalı Bahestur Han tarafından yönetilen savaşçı grubu kara kergitler, Sancar Han’ı devirmek için tehlikeli bir planı uygulamaya koyana kadar.
Bu destansı maceraya ise bir at hırsızı ve çok iyi bir iz sürücü olan Borcha’nın dahil olmasıyla ise işler daha da ilginç bir hal alacaktır…
Ormanın iç kesimlerinde taş manastırı çevreleyen açıklığın hemen dışında durdum ve çömeldim. Kuzeyin gür ormanlarında nasıl sessizce ilerleyeceğimi biliyordum ve ıssız harabelere dallardaki bir esintiden ya da geçen yılın yaprakları altında gezinen böceklerden daha usulca yaklaşmıştım.
Dalgalı sabah sisinin arasından kuzeyindeki manastır harabesini seçebiliyordum. Ek binaların yıkık ve çatısız duvarları, kırık bir eğri şeklinde ana harabelerin güneyine doğru uzanıyordu. Bir zamanlar keşişlerin muhtemelen sebze yetiştirdikleri yerde huş ağaçları ve birkaç genç meşe büyümüştü.
Açıklığın geri kalanı kısa süre önce açılmış patikaların böldüğü çimenlerle ve dikenli çalılarla doluydu. Yabani otların bürüdüğü bir mezarlığın taş çitinin hemen ötesine dört tente kurulmuştu.
Bir kamp bulmuştum; buna şüphe yoktu. İyi de kimin kampını?
Kahvaltısını toplayan bir ağaçkakanın uzaklardan gelen takırtıları daha yakından ve yüksek sesle çıkan çelik çınlamalarıyla bölünüyordu. Zaten benim dikkatimi çeken de bu doğaya aykırı ses olmuştu. Bu kadar yakındayken konuşan çok sayıda adamın sesini duyabiliyordum, ama henüz manastırın yeni misafirlerini görebilmiş değildim.
İki gün önce bir grup kergit beni zengin bir tüccara ait bir atı çalmaya kalktığım için bu gür ormanın sınırın kadar kovalamıştı, ormana varınca da atlarını durdurup sövüp ağaçlara ok yağdırmışlardı. Bozkırda yetişmiş bu savaşçılar güçlü atlarla dörtnala koşturmayı sevdikleri için de çabucak çevrelendikleri bu sıkışık koruluklara girmekten hiç hazzetmezlerdi. Ormanda yolculuk etmek yavaş olsa da iç kesimleri hala haydutlardan ve kergitlerden saklanmak için güvenliydi.
Gündönümünün hemen sonrasıydı; Sancar Han olarak bilinen aşağılığın buradan yalnızca birkaç kilometre uzaklıktaki Shariz yakınlarında Sarranid sultanlığı ordularını yenmesinin üstünden üç ay, ardından tüm Kalradya’ya meydan okumasından beriyse bir aydan biraz daha fazla zaman geçmişti.
Soluma doğru dönerek yaşlı bir meşenin arkasına geçtim. Bana yol göstermesini istercesine ağacın kabuğunu hafifçe okşadım, sonra da eski bir iz sürücü geleneği olarak parmaklarımı gözlerimin önünden geçirdim. Ormandaki sis perdesi şimdiden dağılmaya başlamıştı ve beklemeye başladım. İyi eğitimli bir yol bulucu, bu diyarda içgüdülerini takip ederken sabırlı davranmayı bilmeliydi.
Bu sırada kulağıma karşılıklı bir konuşmanın, ne bu sabah ne de yakın bir zamanda bitecekmiş gibi gelmeyen bir tartışmanın bölük pörçük sözleri gelmeye başlamıştı.
“Bakışını gevşet bıçağın zaten nerede olduğunu biliyorsun. Ona bakmayı bırak!.”
“Gözlerini yumma! Ha öyle yapmışsın, ha kılıcını yere atmışsın. Akılsız bir kuzu musun sen?”
“Rakibinin silahını seyredersen çok geç kalmışsın demektir. Gözlerinle takip edemiyor musun?“
Bir taş atımından daha kısa bir mesafede yaşı yirmiyi geçmeyen ve beyaz denilebilecek kadar açık sarı saçları olan bir delikanlı kendisinden yaşlı bir adamla karşı karşıyaydı; iri kıyım, yara izleriyle kaplı bir kergitli. Her ikisi de kocaman birer savaşçı kılıcı taşıyordu ve tekrarlayıp durdukları idmanları keşiş giyimli bir adam tarafından gözlemleniyordu.
Bu adamlar büyük ihtimalle kara kergit askerleriydi; bulmayı ve aralarına katılmayı ümit ettiğim adamlardı. Şöhretlerinde doğruluk payı varsa Sancar Han’ın alışılmadık davetine günler içinde cevap vermeleri işten bile değildi. Kara kergitler dört bir yana dağılmışsa da oradan sadece birkaç günlük yolculuk mesafesindeki Dirigh Aban’nın güneyindeki dağlarda bulunan gizli bir dağ kalesinde bir kolları mevcuttu.
Sancar Han’ın kergitlerinin tam zıttı olan içgüdüleri gereği kamplarının ormanda kurarlardı ve anlaşılan sahipleri çok uzun zaman önce terk edilmiş bu eski manastırı bulmuştu. Bana göre bu yar esrarengiz ayinlerin düzenlendiği gizli tapınakları andırıyordu.
Asıl maksat ne olursa olsun bu harabe doğaçlama yoluyla bir eve, Shariz’deki cenk meydanına Sancar Han’ın oraya kurdurttuğu kokuşmuş çadır kentin civarını keşfederlerken kara kergitler bekleyip burayı idman yapabilecekleri bir sığınağa dönüştürülmüştü.
Mezarlık duvarının arkasından demir kın renkli iri bir aygıra binen bir atlı çıktı. Adamın taşıdığı şeritli ve eklemli bir kergit tarzı yayı görünce irkildim. Fakat adam bir kergitli değildi. Saçları uzun, gür ve kahverengiydi; sivri burnunun altında gür bir bıyık sarkıyordu. Adam atını döndürüp ek binaların kıvrımı boyunca dörtnala koşturdu, sonra tekrar yön değiştirerek otların arasında gidip geldi.
İlk başta bu anlamsız hareketlerden bir şey anlayamadım; ta ki okçuluk antrenmanı yaptığını anlayana dek. Adam, hedefi teşkil edebilecek bir şeyi gözüne kestirdiğinde onun yanından dörtnala geçerken, bazen ondan uzaklaşırken bazen de atını aniden durdurup sabit dururken ok atıyordu.
Bu adamları yalnızca namlarından tanımama rağmen bu binicinin kergitlerin gücünden zarar görmüş, yaşadıklarından ders çıkarmış ve silahlarını kabullenip onlara uyum sağlamış bir sarranidli olduğunu kestirebiliyordum…