Önemli: Eserlerden Alıntılar
#1
zngZr6.png
Eserlerden Alıntılar
Okuduğunuz kitaptan beğendiğiniz bir parçayı, mühim bir şahsın kelamını bu konuda paylaşabilirsiniz. 

Çok bilindik şeyler paylaşmayın lütfen.
İlkini ben paylaşıyorum:
"Oyun dediğimiz süreçleri ele al. Bir oyun tahtası üzerinde oynanan oyunları, kağıt oyunlarını, top oyunlarını, mücadele oyunlarını v.s. kastediyorum. Bunların hepsinde ortak olan nedir?—"Hepsinde ortak olan bir şey olsa gerek, yoksa oyun denmezdi bunlara" deme—Bunun yerine hepsinde ortak olan bir şey olup olmadığına bak.—Çünkü bunların hepsine baktığında hepsinde ortak olan bir şey olduğunu görmesen de benzerlikler, akrabalıklar göreceksin, hem de bir dizi."—Ludwig Wittgenstein (Felsefi Soruşturmalar, Metis Yayınları)
“There is nothing deep down inside us except what we have put there ourselves.” 
-Richard M. Rorty
[+] 2 üye Gustav Adolf nickli üyenin bu iletisini beğendi.
Ara
Cevapla
#2
 Ne mutlu ruhta yoksul olanlara! 
Çünkü Göklerin Egemenliği onlarındır. 
 
Ne mutlu yaslı olanlara! 
Çünkü onlar teselli edilecekler. 
 
Ne mutlu yumuşak huylu olanlara! 
Çünkü onlar yeryüzünü miras alacaklar. 

 
Ne mutlu doğruluğa acıkıp susayanlara! 
Çünkü onlar doyurulacaklar. 
 
Ne mutlu merhametli olanlara! 
Çünkü onlar merhamet bulacaklar. 
 
Ne mutlu yüreği temiz olanlara! 
Çünkü onlar Tanrı’yı görecekler. 
 
 Ne mutlu barışı sağlayanlara! 
Çünkü onlara Tanrı oğulları denecek. 
 
 Ne mutlu doğruluk uğruna zulüm görenlere! 
Çünkü Göklerin Egemenliği onlarındır.
 


(Matta 5: 3-10)
[+] 2 üye Moses nickli üyenin bu iletisini beğendi.
Ara
Cevapla
#3
Zinhâr sadakatiŋizi âdam öŋünde vėrmeŋ ki onlara görünelim diyẻ ėdesiz yohsa semavâtda olan Babaŋız katında sevâbıŋız olmaz.
Pes kaçanki sadaka vėrirseŋ öŋüŋde boruyu çaldırma nice ki âdamlardan ikrâm olunmak içỉn mürâʾîler kenîsalarda ve çârşᵼlarda ėderler. Hakkâ size derim ki artᵼk cezâsını almışlardır.
Ammâ kaçanki tasadduk ėderseŋ sol eliŋ sağ eliŋiŋ ėtdiḡini bilmesin.
Tâ ki tasaddukuŋ mahfi ola da hufyetde gören Allâh saŋa ʿaleniyetde mükâfât eyleye.
Ve namâz kıldığıŋ zamân mürâʾîler gibi olma zîrâ onlar kenîsalarda ve çârşᵼlarda âdamlara görünmek içỉn namâza ikâmet ėtmeḡi severler. Hakkâ size derim ki artᵼk cezâsını almışlardır.
Ammâ sen namâz kıldığıŋ zamân kendỉ odaŋa gir de kapᵼŋı kapa ve halvetde olan Babaŋa namâz kıl da halvetde gören Allâh saŋa âşikâre sevâb bağışlaya.
Pes namâz kıldığıŋız zamân büt-perestler gibi söz uzatmaŋ zîrâ onlar sanırlar ki kesret-i kelimâtları içỉn müstecâb olacaklardır.
Pes onlara teşebbüh olmaŋ zîrâ Babaŋız siz ȯndan istemezden evvel hâcetleriŋizi bilir.
İmdi namâz kılıp böyle deyiŋ:
Ey göklerde olan Babamız,
İsmiŋ mukaddes olsun.
Melekûtuŋ gelsin.
Gökde murâdıŋ nice ise
Yerde dahi böyle olsun.
Her günki etmeḡimizi bize bugün vėr.
Ve bize suçlarımızı bağışla.
Nice ki biz dahi bize suçlu olanlara bağışlarız.
Hem bizi iğvâya salma.
İllâ bizi habîsden kurtar.
Çün mülk ve kuvvet ve ʿizzet ebeden seniŋdir, âmîn.
Zîrâ eḡer siz âdamlara suçlarını bağışlarsaŋız Semâvî Babaŋız dahi size bağışlaya.
Ammâ eḡer siz suçlarını âdamlara bağışlamazsaŋız Babaŋız dahi size bağışlamaya.

Matta 6: 1-14 (1665 tarihli Ali Bey'in Osmanlıca İncil-i Şerif'inden Latin harflerine transliterasyonla)

Günümüz Türkçesine ait çevirisi için: http://incil.info/kitap/mat/6

Kitab-ı Mukaddes'in şimdiki çevirilerinde "Aman İslam'a benzemeyelim ha!" kaygısıyla namaz, oruç, Allah gibi kelimeler bulunmuyor. Nerden nereye...
Kusur benim imzamdır. Bir ismim olduğu sürece bir kusurum da olacak ve olmalı.
Cevapla
#4
Silindi.
Ara
Cevapla
#5
Dilenci ile Zengin Adam

 Meister_des_Codex_Aureus_Epternacensis_001.jpg

“Zengin bir adam vardı. Mor, ince keten giysiler giyer, bolluk içinde her gün eğlenirdi. Her tarafı yara içinde olan Lazar adında yoksul bir adam bu zenginin kapısının önüne bırakılırdı; zenginin sofrasından düşen kırıntılarla karnını doyurmaya can atardı. Bir yandan da köpekler gelip onun yaralarını yalardı.
 
 “Bir gün yoksul adam öldü, melekler onu alıp İbrahim’in yanına götürdüler. Sonra zengin adam da öldü ve gömüldü. Ölüler diyarında ıstırap çeken zengin adam başını kaldırıp uzakta İbrahim’i ve onun yanında Lazar’ı gördü. ‘Ey babamız İbrahim, acı bana!’ diye seslendi. ‘Lazar’ı gönder de parmağının ucunu suya batırıp dilimi serinletsin. Bu alevlerin içinde azap çekiyorum.’
 
“İbrahim, ‘Oğlum’ dedi, ‘Yaşamın boyunca senin iyilik payını, Lazar’ın da kötülük payını aldığını unutma. Şimdiyse o burada teselli ediliyor, sen de azap çekiyorsun. Üstelik, aramıza öyle bir uçurum kondu ki, ne buradan size gelmek isteyenler gelebilir, ne de oradan kimse bize gelebilir.’
 
 “Zengin adam şöyle dedi: ‘Öyleyse baba, sana rica ederim, Lazar’ı babamın evine gönder. Çünkü beş kardeşim var. Lazar onları uyarsın ki, onlar da bu ıstırap yerine düşmesinler.’
 
“İbrahim, ‘Onlarda Musa’nın ve peygamberlerin sözleri var, onları dinlesinler’ dedi.
 
“Zengin adam, ‘Hayır, İbrahim baba, dinlemezler!’ dedi. ‘Ancak ölüler arasından biri onlara giderse, tövbe ederler.’
 
 “İbrahim ona, ‘Eğer Musa ile peygamberleri dinlemezlerse, ölüler arasından biri dirilse bile ikna olmazlar’ dedi.”


(Luka 16:19-31)

https://en.wikipedia.org/wiki/Rich_man_and_Lazarus
[+] 2 üye Moses nickli üyenin bu iletisini beğendi.
Ara
Cevapla
#6
Kitap değil ama bir şiirden:
''Artık yeter fikri susturduğunuz,
yerini hiç bir şey tutamaz bu dünyada
zincirsiz, kelepçesiz yaşamanın.''
- Tevfik Fikret - Tarih-i Kadim
Feed Your Head !!
Ara
Cevapla
#7
"Their view; it is cosmic. Not of a man here, a child there but an abstraction: race, land. Volk. Land. Ehre. Not of honorable men but of Ehre itself, honor; the abstract is real, the actual is invisible to them. Die Güte, but not good men, this good man. It is their sense of space and time. They see through the here, the now, into the vast, black deep beyond, the unchanging. And that is fatal to life. Because eventually there will be no life…It is all temporary…They want to aid nature…They identify with God's power, and believe they are godlike. That is their basic madness. They are overcome by some archetype; their egos have expanded psychotically so that they cannot tell where they begin and the godhead leaves off. It is not hubris, not pride; it is inflation of the ego to its ultimate-confusion between him who worships and that which is worshiped. Man has not eaten God; God has eaten man."
-The Man in the High Castle, Philip K. Dick
“There is nothing deep down inside us except what we have put there ourselves.” 
-Richard M. Rorty
[+] 1 üye Gustav Adolf nickli üyenin bu iletisini beğendi.
Ara
Cevapla
#8
Perhaps if you know you are insane, then you are not insane
The Man in the High Castle harika bir kitap.
Feed Your Head !!
[+] 1 üye Oberhauser nickli üyenin bu iletisini beğendi.
Ara
Cevapla
#9
... Bu sazdan üflenen nağmeler, sırrın ufûlevî vüsafâsı olan ehl-i vukuf füsûnkârlarının bezediği o vâsî füseyfisâda raks ve vüsûb eden vüsemâ gibi birer üfkûhe idiler. Ama füsûs ki, üflendikçe gönüllerdeki menhûs ufûnetin üfûl olduğu, bu füyûz dolu, tabiî bir vüs ve vüs'at taşıyan nefesler, hangi yusuf-ı kalbîden nasıl hâsıl olur diye sanki, fusûl-ı erbaa teessüf ediyordu. Üflenenler âdeta şems'in üfûl ettiği ufka gönderilen canlardan ibâret bir demet vüfûd idiler.

İhsan Oktay Anar - Suskunlar, sayfa 123

Eflâtun adlı karakterin, ney sesini ilk kez dinlemesini anlatan satırlarda neyi kelimelerle işitebiliyorsunuz.
Kusur benim imzamdır. Bir ismim olduğu sürece bir kusurum da olacak ve olmalı.
[+] 3 üye uçan erişte nickli üyenin bu iletisini beğendi.
Cevapla
#10
Kılıçların Fırtınasında ki şu  kısım beni her zaman çok etkilemiştir.  

"O kadar korkak mısın?"

Kelime Jaime'yi sarstı. O Jaime Lannister'dı, Kral Katiliydi, Kral Muhafızlarının şovalyesiydi.  Ona daha önce pek çok şey söylenmişti; yemin bozan, yalancı, katil, zalim... Ama asla korkak değil. "Ölmekten başka ne yapabilirim?"

Yaşa dedi kız. Yaşa, savaş ve intikam al. Korkak, diye  düşündü Jaime.

Olabilir mi? Kılıç elimi aldılar! ben bundan mı ibaretim, bir kılıç elinden. Tanrılar merhamet edin, bu doğru mu?
Cennetle savaşıp yenik düşen beyaz şeytan, neden hala buralarda dolanıyor? Her şeyini cennete kaybeden şeytan, neden hala uluyor? 
[+] 1 üye Yoshioka nickli üyenin bu iletisini beğendi.
Ara
Cevapla
#11
Rasim Özdenören - Gül Yetiştiren Adam
İz Yayıncılık, s.17-18

  Gelişmeye başlıyor şehir, yıllar önce bir bataklık ve sıtma yatağı olan ova, o kara ova, bugün bereketli tarlaların serpildiği bir alandır, ovanın orta yerlerine, dağ eteğinin oldukça uzaklarına sevimli bir tren istasyonu yapıldı ilkin, kent sonra sonra oralara doğru uzanmaya başladı, kimileri kentin bu, ovaya doğru akışını yanlış buluyor, kent yukarılara doğru ya da hiç olmazsa eteğine kurulduğu dağın iki yamacına doğru gelişmeliydi, diyorlar, çünkü kentin hayat kaynağıdır bu ova diyorlar, bu ova olmasa bu kent batar, diyorlar.
  O, hep kendi evindedir, evinin dışında olup bitenlere ilgisizdir, kendi protestosunu yükseltmektedir, baharla açılan, renk renk serpilen çiçek tarhlarını seyretmektedir, çiçeklerin kokusunu duyumsamaktadır, güzün yaprakların kuruyuşunu, çiçeklerin tükenişini, bir kuru yapraktan ibaret kalışlarını..
  Gezinmektedir evin içinde, kitap okumakta, düşünmektedir, yaradanı anmaktadır, yalnız onunladır, onunla haşhaşadır, onu teşbihle uğraşmaktadır. İşte, kendine ilke bellediği söz: Bir kimse zalim bir padişaha adildir dese kafir olur demişler. Ve susuyordu adil dememek için zalime.
  Kendi hayatını sürdüren bir derviştir o, kimseye kendisi gibi yaşamasını öğütlemez ama kimseyi de kendi hayatına karıştırmaz.
  Karısı ölmüştü, şimdi torunları var, haftada birkaç kez yoklamaya gelirler onu, gereksinmelerini karşılamaya çalışırlar, o da torunlarıyla konuşur, torunlarının çocuklarını ellerinden tutarak küçük çiçek bahçesinde gezindirir, belki onların henüz anlamaktan uzak bulunabilecekleri şeyleri anlatır:
  Ben yaşlandım artık, ölümü bekliyorum, ölüm nedir biliyor musun? Önünde sonunda çalacağımız tek hakikat kapısı, bizi bir yaradan var, yaradanın emriyle gene kendisine dönüşümüzdür ölüm, bir daha ölmemek üzere dönüşümüzdür ona.
  Nasıl döneceğiz ona, diye sorar çocuk.
  Şu çiçekleri görüyor musun? Kurumuşlar. Bunların renk açıldığı mevsimi hatırlıyor musun? Şimdi yok işte onlar ama sahiden yok mu?
  Öyle mi oluyor, diye bakar çocuk.
  Gününü değerlendirmeye bakacaksın.. günün nasıl değerlenir, bak anlatayım: şimdi ömrünü bitmiş say, ömrün bitmiş de sen yalvarmış, yakarmışsın, sana gözyaşların için cabadan bir gün daha vermişler.. işte şu anda da o bir tek son günün içinde bulunuyorsun. İşte o son günde ne yapacaksan, her gün onu yapacaksın.
  O zaman bu bahçede gezinmem ki, der çocuk.
  Ne yaparsın ya?
  Ağlarım.
Ara
Cevapla
#12
İlber Ortaylı/Türklerin Tarihi kitabından

1800'lü yıllardan günümüze Avrupa'daki milliyetçilik tartışmalarını da göz önüne alırsak ''Türklük şuuru'' nedir ?


Türklük bir şuur olarak ortaya çıkmıştır.Yani Osmanlılık ve İslamlık değil, ön planda Türklük vardır.1800'lü yıllar,bir milletin kimliğinin önemli bir kısmının tesbit edildiği bir devirdir.Fakat Türk kimlik ve şuurunu yerleştiren olaylar,şüphesiz ki böyle münevverlerin faaliyetleri,tarih ve dil kitapları değildir sadece.Herkesin bildiği gibi Balkan muharebeleridir,Çanakkale savaşlarıdır,Yemen'dir,Galiçya'dır,Kafkasya'dır.Yani her ailenin şehit verdiği,cemiyetin altüst olduğu,hakikaten toz dumanın ortalığı kapladığı söz konusu dönemlerde, vatan savunması denilen olayların etrafında insanların milli kimliği oluşur.Bu çok önemli bir keyfiyettir.Peki bu hususun Avrupa'ya girerken ne önemi var ?

Dünyanın her ülkesinde milliyetçiliğin, milli kimliği ortaya çıkışı ve kabul edilişi kendine özgü şartlarla,gelişmelerle olur.Fransız'ın milli kimliği doğrudan doğruya Fransa Krallığı,Fransız Birliği,Fransız İhtilali gibi olaylara bağlıdır.İtalyan'ınki (irredantizm) birleşmedir.Türk'ün milli kimliği ise imparatorluğun parçalanması sırasındaki kan,barut,ateş,ter ve gözyaşıdır.Yani kaç asırdır oturduğu Rumeli'nin köylerinden birkaç günün içerisinde sökülüp atılması, perişan olması,yollarda ölmesi,mahvolmasıdır.Kuşkusuz Balkan Muharebesi feci bir olaydır.Biz söz konusu savaşı kitaplardan şöyle bir okuyup geçiyoruz.Ama aslında sonuçları itibariyle tarihteki etkisi çok daha derindir.Öyle ki daha önce de belirttiğim gibi Balkan savaşlarıyla Türkiye sadece imparatorluğunu değil,anavatanın önemli bir parçasını kaybediyor.Bu çok önemli bir olay! Sorsak kim bilir kaç kişinin anasının,babasının,dedesinin ya da büyük dedesinin mezarları bugünkü Bulgaristan'da,Makedonya'da yahut Yunanistan'dadır.

O devrin yazılı malzeme ve fotoğraflarına bakın;Balkan savaşlarında bir kalabalığın çamura bata çıka geldiğini görürsünüz.Orada bir kız çocuğu,12-13 yaşlarında,üstünde bir hırka bile yok;1912-1913 kışında kaçıyor.Bir yerlerden Bulgar ordusu,Yunan ordusu geliyor,insanlar kaçıyor.Yunanların Selanik'e girdikleri an ilk yaptıkları iş Yahudi mahallesine saldırmak oldu.Bunu Rena Molho başta olmak üzere bölgenin Yahudi tarihçileri yazar.

Selanik ağırlıklı bir Yahudi şehriydi.Buradan katliamdan dolayı Yahudiler de Müslümanlarla kaçıyor ve İstanbul,İzmir,Edirne söz konusu göçmenlerle doluyor.Bugün en büyük Yahudi şehri New York... O zaman 15.yüzyıldan sonra Osmanlı şehirleri o görevi görmüş;yani İspanya ve İtalya'dan kovulan Yahudiler Selanik,İzmir ve İstanbula gelmişler ve yerleştikleri en büyük şehir ise Selanik olmuş.

Türk kimliğini meydana getiren unsurlar nelerdir ?

Türk kimliği ve şuuru;tarih kitabı okutarak,tarihi piyes seyrederek,tarihi film çekerek veya şiirle,müzikle oluşmuş değildir.Doğrudan doğruya kan,ateş ve kavga ile oluşmuş.Bu nedenle Türk kimliğine sahip olan adam,Xenophobia(yabancı düşmanı) olmuştur;ister kabul edin ister etmeyin ama bu böyledir.Xenophobia böyle dramatik bir tarihin sonucudur halk nezdinde bunun düzelmesi çok zaman alabilir,dahası bunun aksine durumlar tezahür ettiği takdirde toplumda bu duygu devam edecektir.
俺たち 自由 に なれる の か ?
[+] 1 üye cemal nickli üyenin bu iletisini beğendi.
Ara
Cevapla
#13
Maksim Gorki – Benim Üniversitelerim
Çevirmen: Nesim Göktürk, Morpa Yayınları, s.8-11

Kazan Üniversitesi’ne okumaya gidiyorum. Üniversiteye girme düşüncesini bana, kadın gibi yumuşak bakışlı, sevimli ve güzel bir delikanlı olan lise öğrencisi N. Yevreinof aşılamıştı. Benimle aynı evin tavanarasında otururdu. Beni sık sık elimde kitapla görürdü. Bu onun ilgisini çekti, tanıştık ve çok geçmeden, bilime karşı büyük yeteneğim olduğuna beni inandırmaya başladı. Uzun saçlarının perçemlerini zarif bir şekilde sallayarak:

“Siz, doğuştan bilim için yaratılmışsınız!” derdi.

Ben o zamanlar bir kimsenin tavşan olarak da bilime hizmet edebileceğini henüz bilmezdim. Ama Yevreinof, üniversitelerin tam benim gibi gençlere ihtiyacı olduğunu, çok güzel kanıtlardı. Tabii bu arada Mihayil Lomonosof’un (Öğrenimini yoksulluk içinde tamamlayan Rus bilgin ve şairi) hatırası da anılırdı. Yevreinof Kazan’da onun evinde oturacağımı, sonbahar ve kışın lise derslerine çalışacağımı, birtakım sınavlar vereceğimi yani, üniversiteye geçince devlet bursu alacağımı ve böylece beş yıl sonra, bir bilgin olup çıkacağımı söylüyordu. Bütün bunlar çok basit görünüyordu, çünkü Yevreinof daha ondokuz yaşındaydı ve çok saf kalpliydi.
Yevreinof sınavlarını verince hareket etti. Bir iki hafta sonra ben de arkasından yola çıktım.

Ninem beni uğurlarken şu öğüdü verdi:

“Sen insanlara kızma, sen her şeye kızıyorsun, çok sert ve kibirli oldun! Bu huyunu dedenden kaptın. Deden sanki bundan ne kazandı? Çalıştı, didindi, sonunda bunadı gitti zavallı adam. Sen yalnız şunu hiç unutma; Tanrı değilsin, insanlar üzerinde hüküm yürütemezsin. Bu şeytanın işidir. Haydi uğurlar olsun!”

Sonra esmer, soluk yanaklarından birkaç gözyaşını silerek şöyle dedi:

“Biz birbirimizi artık görmeyeceğiz, sen göçebe oğlan, uzaklara gidiyorsun, bense öleceğim…”

Son zamanlarda bu sevgili kadından bir hayli uzaklaşmıştım. Hatta onu çok az sıklıkta görüyordum. Şimdiyse birdenbire, bana bu kadar yakın, bu kadar candan bir insana artık hiçbir zaman rastlayamayacağımı büyük bir acıyla hissediyordum.

Geminin arka tarafında duruyor ve onun oracıkta, rıhtımın kaldırımlarında, bir eliyle nasıl istavroz çıkardığını, öbür eliyle de, eskimiş şalının ucuyla yüzünü, insanlara karşı tükenmez bir sevgi pırıltısıyla dolu karanlık bakışlı gözlerini nasıl sildiğini görüyorum.

İşte şimdi bir yarı Tatar şehrinde, tek katlı bir evin küçük ve dar bir odasındaydım. Bu evcik dar bir yolun sonunda bir tepecikte tek başına yükseliyordu. Duvarlarından biri başka bir harabeliğe bakıyordu. Orada çeşit çeşit yabani otlar ürüyordu. Tohuma kaçmış pelinlerin, avret otlarının, kuzu kulaklarıyla, hanımeli fundalarının arasından tuğla bir yapının yıkıntıları görünüyordu. Bu yıkıntıların altında da büyük bir bodrum vardı. Orada serseri köpekler yaşıyor ve ölüyordu. O bodrumu çok iyi hatırlıyorum, üniversitelerimden biri de orasıydı.

Yevreinoflar annesiyle iki oğlan sadaka gibi bir emekli maaşıyla geçiniyorlardı. Ufak tefek dulun torbasıyla çarşıdan dönüp de, satın aldığı şeyleri mutfak şeyleri mutfak masasının üzerine yayarken, aşağı kalite birkaç et parçasından, kendini hesaba katmaksızın, güçlü kuvvetli üç delikanlıyı doyurabilecek kadar iyi bir yemeği pişirebilmek için ne acı bir üzüntüyle çabaladığını daha ilk günlerde farkettim.
Sessiz bir kadıncağızdı. Kurşuni gözlerinde bütün gücün tüketmiş bir beygirin dikkafalı ve umutsuz inadı okunuyordu. Zavallı beygir, arabayı yokuş yukarı çekiyor ve başa çıkamayacağını bildiği halde, yine çekiyor, yine çekiyordu!..

Gelişimden iki üç gün sonraydı. Bir sabah çocuklar henüz uykudayken ve ben mutfakta sebze ayıklamasına ona yardım ederken, bana yavaşça ve dikkatle sordu:

“Siz niçin geldiniz?”

“Üniversite’de okumak için.”

Kaşları, alnının sararmış derisiyle beraber yukarı kalktı, bıçakla bir parmağını kesti ve akan kanı emerek bir sandalyeye oturdu, ama birden yerinden fırlayarak:

“Hay kör şeytan!” diye bağırdı.

Kesilen parmağını mendiliyle sararak beni övdü:

“Siz patates soymasını iyi biliyor musunuz?”

Bir bu eksikti! Ben de tuttum gemide nasıl çalıştığımı ona anlattım.

Sordu:

“Üniversiteye girmeniz için bunun yettiğini mi sanıyorsunuz?”

O zamanlar şakadan pek anlamazdım. Sorusunu ciddiye aldım ve bilim tapınağının kapılarını bana açacak olan çalışma planlarımı ona bir bir anlattım. Kadın içini çekerek:

“Ah, Nikolay, Nikolay…” diye söylendi.

Tam o sırada Nikolay da, gözleri uykulu, saçları darmadağınık ve her zamanki gibi neşeli neşeli, yüzünü yıkamak için mutfağa girdi ve:

“Anne, Tatar böreği yapsak ne iyi olur!” dedi.

Annesi de:

“Tamam” diyerek kabul etti.

Ben de aşçılık sanatındaki bilgimi göstermek hevesine kapılarak. Tatar böreği için etin iyi olmadığını, hem de az olduğunu söyledim.
Varvara İvanofna bu sözlerime içerledi ve benim hakkımda öyle ağır birtakım sözler söyledi ki, kulaklarım kıpkırmızı oldu. Ama kadın, masaya bir demet havuç fırlatarak, mutfaktan çıktı. Nikolay da bana göz atarak, annesinin bu davranışını şu sözlerle açıkladı:

“Canı sıkkın…”

Bir sıranın üzerine oturdu ve bana kadınların çoğunlukla erkeklerden daha sinirli olduklarını, onların yaradılıştan böyle olduğunu ve bunun galiba İsviçreli yaşlı bir bilgin tarafından itiraz kabul etmez bir şekilde kanıtlanmış olduğunu bildirdi. John Stuart Mill adlı bir İngiliz’in de buna yakın bir şeyler söylemiş olduğunu ekledi:

Bana ders vermek Nikolay’ın çok hoşuna gidiyordu. Her fırsattan yararlanarak, onsuz kimsenin yaşayamayacağı, zorunlu birtakım şeyleri kafama sokmaya çalışırdı. Onu oburcasına dinlerdim. Bazen Foucault, La Rochefaucould ve La Rochezacquelin’leri birbirine karıştırır, tek bir adam sanırdım. Kimi zaman da Lavaisier mi, Dumauriez’in, yoksa Dumauriez mi Lavaisier’in kafasını baltayla kestiğini ayırdedemezdim. Bu çok iyi delikanlı beni “adam etmeyi” samimi olarak arzular ve bunu bana büyük bir inançla vadederdi. Ama benimle ciddi olarak uğraşmaya ne zamanı ne de diğer gerekli olanakları vardı. gençliğe özgü bencillik ve başıboşluk, annesinin, evi ne büyük zorluklar ve ne gibi kurnazlıklarla idare etmeye çalıştığını görmesine engel oluyordu. Ağır ve sessiz bir lise öğrencisi olan kardeşiyse, bunu ondan da daha az görüyordu. Oysa ki, ben mutfak işlerindeki karışık kimya ve tasarruf yeteneklerinin hepsini çoktan öğrenmiş bulunuyordum. Çocuklarının midelerini her gün aldatmak ve benim gibi çirkin görünüşlü ve kaba tavırlı bir eklemeyi de doyurmak zorunda kalan kadının, ne gibi buluşlara başvurduğunu görüyordum. Böyle olunca, payıma düşen her ekmek lokması, mideme bir taş parçası gibi oturuyordu. Kendime, ne olursa olsun, bir iş aramaya başladım. Öğle yemeğinde bulunmamak için sabah evden çıkıyor, kötü havalarda zamanımı harabelikteki bodrumda geçiriyordum. Orada kedi ve köpek leşlerinin kokusu ve yağmur sağanağıyla rüzgâr uğultusu arasında, üniversitenin benim için bir hayal olduğunu ve İran’a çekip gitmenin çok daha akıllıca bir iş olacağını çok çabuk anladım. Ben kendimi artık buğday tanelerini elma büyüklüğünde, patatesleri de bir pud ağırlığında yetiştirmek yöntemini keşfeden ve üzerinde yürümenin yalnız benim için değil, herkes için bu kadar müthiş güç olduğu şu toprağa yararlı daha bir sürü iyilikler yapan aksakallı bir sihirbaz gibi görmeye başladım.
Ara
Cevapla
#14
Belki her insanın içinde bir kahraman özlemi, bir kahraman olma çabası vardır. Şu dünyada hâline, gününe râzı olan çok az kimse var. Olmaması daha iyi ya. Ben, bu kahramanlık çabasına, kahraman özlemine hiçbir şey demiyorum. Biraz da hoşuma gidiyor.

Şu kahramanlığı da epeyce yemişler. Bu kahramanların içinde belki de en hoşu Don Kişot. Bana kalırsa dünyadaki geçmiş kahramanların en işe yaramış, en gerçeği, en insanı da Don Kişot. Don Kişot olmasaydı, kahraman sayılan insanları biz daha çok tanrılaştıracaktık. Bana bir kahramandan söz açtılar mı, hemencecik Don Kişot geliyor gözümün önüne. Ona saygıyla, sevgiyle bakıyorum. O ne güzel adam, candan adam, gözünü daldan budaktan sakınmaz, alçakgönüllü adam! Ben Don Kişot'u çok seviyorum. İnsanlığımızın şişirilmiş bu yönünü çok seviyorum.

...

Gelin görün ki bizim memleket ağzına kadar kahramanlarla dolu. Bir kahraman bolluğu ki, olmaya gitsin. Ne yana baksan bir kahraman... Her gün yüzlerce, binlerce kahraman türüyor. Nereden çıkıyor bu kahramanlar, nasıl çıkıyorlar, akıl almaz. Dünya sosyologlarının yerinde olsam, gelir Türkiye'ye bu kahramanlık hastalığını iyice araştırırım. Bu kahramanlar da çağımıza uygun kahramanlar mı, ne gezer. Eski çağların tanrı kahramanlarına mı benzerler, ne gezeeer! Bu, yepyeni, apayrı bir kahraman türüdür.

...

Herkes herkes kahraman. Daha çıkacağından başka... Dedim ya, ben sosyologların, psikologların yerinde olsam hemen Türkiye'ye koşar, sonucu müthiş gerçeklere ışık tutacak araştırmalara başlardım...

Haa... Az daha unutuyordum, Yassıada'da Anayasayı çiğnemekten, ihtilastan, örtülü ödenekten, yolsuzlukdan mahkûm edilmişler, daha bin türlü kirli işlere girip çıkmışlar, yavaş yavaş kahraman oluyorlar.

28.01.1962
Yaşar Kemâl
Ağacın Çürüğü
Ara
Cevapla
#15
Refik Halit Karay – Eskici (Gurbet Hikayeleri)

“Asıl konuşan Hasan’dı, altı aydan beri susan Hasan… Durmadan, dinlenmeden, nefes almadan, yanakları sevincinden pembe pembe, dudakları titreyerek taze, gevrek, billûr sesiyle biteviye konuşuyordu. Aklına ne gelirse söylüyordu. Eskici hem çalışıyor, hem de ara sıra “Ha! Ya! Öyle mi?” gibi dinlediğini bildiren sözlerle onu söyletiyordu; artık erişemeyeceği yurdunun bir deresini, bir rüzgarını, bir türküsünü dinliyormuş gibi hem zevkli, hem yaslı dinliyordu; geçmiş günleri, kaybettiği yerleri düşünerek benliği sarsıla sarsıla dinliyordu. Daha çok dinlemek için de elini ağır tutuyordu. Fakat nihayet bütün ayakkabılar tamir edilmiş, iş bitmişti. Demirini topraktan çekti, köselesini büktü, çivi kutusunu kapadı, kiriş çanağını sarmaladı. Bunları hep ağır ağır yaptı. Hasan, yüreği burkularak sordu:

“Gidiyor musun?”

“Gidiyorum ya, işimi tükettim.”

O zaman gördü ki küçük çocuk, memleketlisi mini mini yavru ağlıyor… Sessizce, titreye titreye ağlıyor. Yanaklarından gözyaşları birbiri arkasına, temiz vagon pencerelerindeki yağmur damlaları; dışarının rengini geçiren manzaraları içine alarak nasıl acele acele, sarsıla çarpışa dökülürse öyle, bağrının sarsıntılarıyla yerlerinden oynayarak, vuruşarak içlerinde güneşli mavi gök, pırıl pırıl akıyor.

“Ağlama be!.. Ağlama be!”

Eskici başka söz bulamamıştır. Bunu işiten çocuk hıçkıra hıçkıra, katıla katıla ağlamaktadır. Bir daha Türkçe konuşacak adam bulamayacağına ağlamaktadır.”
[+] 1 üye Bulbadox nickli üyenin bu iletisini beğendi.
Ara
Cevapla
#16
Orhan Veli Kanık - Yalnız Seni Arıyorum
Yapı Kredi Yayınları, s.69-71

19 Temmuz 1947, İstanbul

Sevgili Nahitim,

Mektubuna doğrusu çok üzüldüm. Senden bambaşka bir cevap bekliyordum. Düşünüyorum, düşünüyorum, bir türlü çıkaramıyorum. Acaba kime, ne söylemişim? Sana sormayacağım. Yalnız kendim düşüneceğim. Bununla beraber şu kadarını söylememe müsaade et. Ben aramızdaki münasebet bahsinde etrafa karşı daima senden daha ketum davrandım.  Bu da daima senin vaziyetini düşündüğüm içindi. Hatta bu ketumiyetim zaman zaman seni kızdırdı bile. Zannetme ki kendimi haklı çıkartmak istiyorum. Hayır, sonunda yine kabahatli olduğumu kabul edecek ve af dileyeceğim. Herhangi bir şeyi söylemiş olabilirim. Ama ne seni, ne kendimi, ne de aramızdaki alakayı küçük gösterecek hiçbir şey söylemiş olamam. Çünkü hayatımda seninle benim aramdaki münasebetten daha mühim saydığım, daha mukaddes tanıdığım hiçbir şey olmadı. Bu, ta başlangıcından evvel de böyledir, bugün de. Hatta seninle aramın iyi olmadığı zamanlarda da aynı kutsiyeti muhafaza etti. Belki de söylenmesinde hiçbir mahzur görmediğim, üstelik haksız olarak görmediğim, bir söz şişirilmiş veya değiştirilmiş olabilir. Sen de üzülmekte haklı olabilirsin. Bununla beraber şunu da düşünmeni isterdim: Seninle benim aramı açmaktan başka hiçbir işe yaramayan bu dedikodular niçin sana kadar getiriliyor? İstersen o dedikoduları sana işittirenlere benim şu sözlerimi söyle yahut oku: Bu dünyada bana en yakın insan sensin. Seninle aramda daha namütenahi sır vardır. Bunları ne kimse bilir, ne de tahmin eder. O namütenahi sırdan sır saymadığım bir iki tanesini laf olsun diye kendilerine söylemişsem bu hareketim kendilerinin bana senden daha yakın olduklarına delalet edecek bir sebep değildir. Bildikleri şey bilmediklerinin yanında hiçtir. Onları söylemekle senden bir şey feda ettiğimi sanıyorlarsa aldanıyorlar. Kendilerinden çok şey feda edebilirim, ama senden hiçbir şey feda edemem. Zaten senden bir şey feda etmem demek kendimden feda etmem demektir. Çünkü ben senden ibaretim. Kendi egoizmleri bunu anlamalarına bir parçacık olsun yardım etmiyor mu? Seninle aramdaki münasebetin sana ait bir sırrı başkasına söylememe –ki o başkası benim nazarımda hiçbir vakit senin kadar kıymetli değildir- müsaade etmeyecek kadar kuvvetli olduğunu anlayamayacak derecede aptal bir dostum da bulunmasın. Canım Nahitim, bunlar hakikaten üzücü şeyler. Ama bırakalım hepsini. Duyduklarının neler olduğunu bilmediğim için evet yahut hayır diyemeyeceğim. Ayrıca böyle bir dedikoduya insan ne miktar sıkılır, onu da tahmin edemiyorum. Fakat ne olursa olsun sen, benim yalnız seni düşündüğüme, seni küçük düşürecek bir hareketi bilerek yapmayacağıma inan. Bilerek yapmayacağıma tabiri biraz tuhaf oldu. Ancak mahzuru olmadığına inandığım bir şeyi söyleyebilirim demek istiyorum. Dediğim gibi, benim için yalnız sen varsın. Falancaya yahut filancaya şunu bunu söyleyip söylemediğime inan veya inanma, ama, hiç olmazsa senin için duyduklarıma inan.

Ben senin İstanbul’a gelmenden yavaş yavaş ümidi keser gibi oluyorum. Kayınvalidende kalmanı istemiyorum. Zerrin’de kalırsan niçin hürriyetin tahdit edilecek. Ona seni serbest bırakmalarını söyleyemez misin? Denize girmek, yüzme bilmemek filan gibi şeyler mesele değil. Onun için onların üzerinde durmuyorum. Benim Sarıyer’de olmam cihetine gelince, ondan da bir şey çıkmaz. Kolayca İstanbul’a inebilirim. Ayrıca benim muhitime giremeyeceğinden bahsediyorsun. Benim hiçbir muhitim yok. Binaenaleyh o endişen de yersiz. Sevgili Nahitim, geleceksen gel. Her mektubumda yazdığım gibi sensiz yaşamaya tahammül edemiyorum. Gece gündüz, aklımda fikrimde yalnız sen varsın. Hep seni düşünüyor, her an seni bekliyorum. Yalnız seni sevdiğimden ve yalnız seni seveceğimden başka bir şey düşünme. İyi haberlerini bekler, hasretle gözlerinden öperim sevgilim.

Orhan Veli
Ara
Cevapla
#17
Kemal Tahir - Kurt Kanunu
İthaki Yayınları, s.160-162

Paşa Çiftliği’nin Derviş Kâhyası kalın, dokunaklı sesiyle Menâkıpnâme-ı Hacı Bektaş Veli okuyor, hepsi bektaşi olan çiftlik yanaşmaları arasında kaç göç bulunmadığı için, kadın erkek toplanmış, şaşılacak yerlerinde derin derin iç çekip inileyerek dinliyordu.

— “Rivayettir, hazret-i hünkâr Hacı Bektaş Veli Efendimiz kapısında ve hizmetinde Güvenç adlı bir derviş vardı. Epeyce er terbiyesi yemiş kimse idi. Bir gün...”

Abdülkerim, üçüncü defa, açık kapıdan sofaya baktı. Okuyanla dinleyenleri tedirgin tedirgin gözetledi.

Derviş Kâhya, Güvenç Abdal meselesine geçmeden önce, Hayriye’nin kocası Kömüryakıcı’yı ocağa göndermişti. Yarın sabah, ya da en geç öğleye doğru, ocak açılacağından bu gece başında bulunmak, sabaha kadar göz kulak olmak gerekiyordu. Herif gönülsüz kalkmıştı. “Ormana gitmeden karıya bakar mı ola? Kıl kadar erkekliği varsa, kocalık hakkını almadan geçip gidemez...” Hırsla içini çekti. Arada bir dalıyor, sonra okunanı anlamak için kendisini zorluyordu. Güvenç Abdal, Hacı Bektaş’a, “Muhip nedir, mürit ve âşık nedir ve ne demektir?” diye sormuş.

Hacı Bektaş buna doğruca karşılık vereceğine, “Bir sarrafta bin altın nezrimiz var, al getir” diyerek, Güvenç’i, yola çıkarmış... Ne kendisi sarrafın nerde olduğunu söylüyor, ne de Güvenç soruyor. “Hemen emri işittikleyin, cüppesini giydi, eteklerini topladı, hazırların ellerini öptü, yola vurdu...”

Hava domuzuna sıcaktı. Abdülkerim, aralıksız terliyor, içtiği şarap sanki ter olup derisinden fışkırıyordu.

Güvenç Abdal bir günde üç günlük yol gidip Hindistan’ın “Delli” şehrine ulaşmış... “Bir şehir ki, anlatılması mümkün değil... Yüce kalesi içinde, âdemleri sayısının sonu yok... Güvenç’e şaşkınlık elverdi. ‘Hiç ben bu vilayetimizde bu kadar ulu şehir gördüğüm yok ve de ne işittiğim...’ diyerekten...”

Hizmetçi kız, şarap tasını dolaştırırken Abdülkerim saatine baktı. Herif gideli on dakika olmamıştı. Saati kulağına götürdü: “Durmuş mu bu namussuz?” Şıkır şıkır işliyordu. “Herif... Karıyı... Hay Allah belasını versin... Hacı Bektaş’ın da, Güvenç Abdal’ın da... Senden iyi aptal mı olur, kaltaban Abdülkerim?” Elini yüzünden geçirdi.

“Dahi, Güvenç Abdal şehre girdi, sokak be sokak giderek pazara yetişti. İçinde gezerek şehrin bedestanına uğradı. O yana bu yana baktı. Geçip gidedururken karşıda gördü bir sarraf oturur...”

Abdülkerim sigara yaktı. Sakalını kaşıdı hırslı hırslı... Bir türlü alışamamıştı bu cenabete... Karıya yanaşıp toptancı Şaban’nın öğüdüne uyarak “hamlesini sınamaması” belki de bu sakalın yüzündendi.

Derviş Kâhya kalın sesiyle okuyordu. Meğer Hacı Bektaş Veli hünkâra bin lira nezreden sarraf bu sarrafmış... Bir gün gemide giderken fırtınaya tutulmuş, candan umut kesilince erenlere bin altın adamış... Hacı Bektaş hünkâr yetişip gemiyi kurtarmış... Sarraf, Güvenç Abdal’a bin altın adadığından başka, Hacı Bektaş fukaraları için bin altın sadaka, Güvenç’e de bin altın yolluk veriyor. “Güvenç Abdal ol üç bin altını bir keseye koyup koynuna saldı. Erenlerin hizmetini bitirdi. Sarrafla vedalaşıp şehir içinde giderken apansız bir cumbaya gözü takıldı. Gördü kim ol çardağın penceresine ay yüzlü bir güzel kız durur. Görmesiyle Güvenç’in aklı başından gitti. Bin can ile vurulup tutuldu. Gözünü ayıramadı. Üç gün üç gece, yemedi içmedi, uyumadı, ayakta durup pencereye baktı. Kız büyük bir tüccann kızıydı. Dile düşeceğinden korkup cariyesini yolladı. Cariye dedi: “Hey derviş, üç gün üç gecedir bu pencereye bakıp hayran olmuşsun! Yoluna gitmezsin! İmdi ol umduğun ol murat sana elvermez. Onun gibi varlıklı yer kızını avlayayım diyen kimsenin pulu altını gerektir ki, isteğine yol bula...” Güvenç Abdal bunu duymasıyla... “Vay! altınıma n’oldu?” diye çalınıp, üç bin altını çıkarıp, şıkırdatıp göstermesiyle... Kız razı olup, Güvenç’i gizlice içeri alıp...”

Abdülkerim, sanki böyle bir söz bekliyormuş gibi kuşağının altındaki Parabellum’u yoklayıp hemen kalktı, sessizce çıktı.

Koca köpek gölgeden hızla fırlamış, tanıyınca inleyerek yatmaya dönmüştü.

Sıcak temmuz gecesi, yıldız alacasıyla enikonu aydınlıktı. Bu aydınlıkta, sise benzer garip bir dalgalanma, yaprak hışırtısına benzer bir sürtünme vardı.

Abdülkerim binalardan uzaklaşınca omzu üstünden geldiği yönü kolladı. Yalnız Meâkıpnâme okunan odada ışık yanıyordu. Kara Kemal Bey’in penceresi karanlıktı. “Belki uyumuştur. Uyanır sabaha karşı...” Kibar adamdı, Kemal Abisi... Uyandırmamak için öksürürken mendili ağzına tutuyor, kibriti gayet yavaş çakıyordu. “Rahatsız eder adamı kibarlığı... Bunaltır!”
Ara
Cevapla
#18
İsmail Saymaz - Çay Güzeli
İletişim Yayınları, s.31-34


  Cumhuriyet Caddesi üzerindeki, şehrin en meşhur kitabevinin camekânına, kapağında “Karne” adlı son şiirimin olduğu edebiyat dergisi asılmıştı. Camekâna bakarken, yüreğimde heyecan ve çarpıntı, aklımda yalnızca şu soru vardı: Acaba Emel, ona ithaf ettiğim bu şiiri camekânda görmüş olabilir miydi?

  Şairlik yolculuğum, Sümerbank işi gocuğumun içinde bir boy daha küçülerek, Zümrüt Rize gazetesinin kapısını çalmamla başlamıştı. Ertesi günkü gazeteyi dizmekle meşgul olan mürettip, “Ne isteyisun?” dedi. Utançtan kıpkırmızı kesilmiştim. Elimi gocuğumun cebine götürüp bir tomar kâğıt çıkardım, mürettipe uzattım: “Şiir yazmıştım da...” Mürettip, şiirlere göz gezdirdi. Karşısındaki, tüyleri yeni bitmiş gencin şair olabileceğine ihtimal vermediğinden olsa gerek, “Bunlari sen mi yazdun?” dedi. “Evet,” dedim. Durdu, “Tamam,” dedi, “iki gün sonra gazetede çıkar.”

  O gün tarifsiz bir sevinç ve gurura boğulmuştum. Daha 16 yaşındaydım ve şehrin en büyük günlük gazetesinde şiirim yayımlanacaktı. Siyah-beyaz basılan Zümrüt Rize'nin “Şairlerimiz" sayfasında “İsmail Saymaz” da olacaktı. Artık valilikte, babamın çalıştığı belediye binasında, camilerin avlularında ve ayyaşların biriktiği kayıkhanede bile şiirlerim okunacaktı. Çay fiyatlarını iğneleyen mahalli âşıklar ve atma türkücülerin, eğitim meselesine işaret eden emekli öğretmenlerin ardından, bir “genç şair” olarak ben de geliyordum.

  Değil mi ki memlekette her dört gençten beşi şairdi; işte ben, o beşinci delikanlıydım. Ben zengin kafiyeli şiirlerin şairiydim. Türkü kıvamında; yedi, sekiz ve on bir ayaklı şiirler yazıyordum. Sanki dizelerin arasından ya bir kavalın ucu ya bir kemençenin sapı görünüyordu. Şiirlerim kesinlikle hüzünlü, kesinlikle isyankârdı.

  Gerçek şu ki ben henüz Attilâ İlhan’ı tanımamıştım.

  Yıl, 1996'ydı ve benim için "aşk" bir şiirde bile hayli mahrem bir konuydu. Aşk, satır aralarımda gizlenmişti ve belki bir imadan ibaretti. Hem, imadan ötesini bilmiyorduk ki. O yaşıma kadar, değil sarılıp öpmek, bir kızın elini bile tutmamıştım.

  Zaten Emel’i de henüz tanımamıştım. Önce Attilâ İlhan’ı mı, yoksa Emel’i mi tanıdım; şimdi kestiremiyorum. Fakat ikisini de çok sevdiğimi itiraf etmeliyim.

  Esmer ve kömür gözlü bir kızdı Emel. Ona, dershanenin çıkışında gördüğüm anda sırılsıklam âşık olmuştum. El kadar şehre sığamadığım zamanları yaşıyordum. Rize Kalesi'nden Ziraat Çay Bahçesi’ne, kendi kendime ondan bahis açarak ve sonra “Hayır, bana bakmaz,” diye ağlayarak, kaç sefer gidip geldiğimi bir tek ben bilirim. Bir de şiir defterim...

  Emel’den ve Attilâ İlhan’dan sonra bütün “düzenim” bozulmuştu. Kafiyeler paramparça, dizeler kırık dökük, kıtalar un ufak olmuştu. Aşk, bütün masumiyeti ve edepsizliğiyle şiirime girmişti. “Kara sevda”dan girip “Bahçemde solmuş bir gül"le bitiriyordum. Varsa yoksa aşk, varsa yoksa Emel'di.
  Ne var ki üniversite sınav sonuçları açıklandığında Emel ve ben kilometrelerce uzaktaki iki ayrı şehre düşmüştük. Ayrılık, elbette kaçınılmazdı. Arkadaşça bir veda için buluştuğumuzda ve hiç beklemediğim bir anda, “Biliyor musun, ben de seni...” dedi. Emel’in ellerine uzandığımı, başımın döndüğünü, “Neden bugünü bekledin?” diye sorduğumu hatırlıyorum. Bir cevabı yoktu. Esasen vaktimiz de yoktu.

  İki gün sonra beni Konya’ya uğurlamak için otogara gelenlerin içerisinde Emel de vardı. En son Emel’e sarıldım, “Sana şiirler, mektuplar yazacağım,” dedim. Otobüs, sahil yoluna döndüğünde, Emel’in ağladığını gördüm. Yalan yok, ben de ağladım. “Dağların denize dik indiği” Rize’den kalkıp bir tepsi gibi dümdüz olan Konya’ya ayak bastığımda içimde Emel’den yadigâr, ağaç kovuğunu andıran bir ayrılık sancısını taşıyordum. Günlerim Emel’i düşünmekle, gecelerim karşılıksız mektuplar yazmakla geçti. Sonra, Attilâ İlhan...

  Şiirdeki “üçüncü şahsın” ben olduğumu fark edince, “sessizce bir cigara yakardım.” Nihayet bir gece oturdum, son şiirimi yazdım. Ertesi gün Emel’e gönderdim. Yanıt vermeyecekti, “beni sevmiyordu, bilirdim.”
 
  KARNE
  Çok haneli bir hüzündü defterde kalan
  Ve parmak hesabı gülüşleriniz
  Geçer not almıyor dudağımızdan
  Oysa
  Kırmızı kurdelanız olacaktı
  Biz olacaktık yakanızda
  Kavrayabilseydik sizi;
  Bir kenti saçına dolayan kızın
  İnsanları eteğinde aramasını...
  Karadan
  Maviye çalmışken önlüğünüz
  Değişmeyen bir siz vardınız
  Bir de
  Dört yalnızlık bir sevdayı götürmez kuralı
  Korkarım,
  Sınıfta kaldınız.
 

  Aylar sonra sömestr tatili için Rize’ye döndüğümde Emel'in yanıt vermediği o şiir, şehrin tek edebiyat dergisi olan Mavi-Yeşil'in kapağına konmuştu. Dergi de meşhur kitabevinin camekânına yerleştirilmişti. Camekânın önünde, aklımı meşgul eden soruyla baş başaydım: Acaba Emel, camekândaki şiiri görmüş müydü? Dalgın halde Cumhuriyet Caddesi’nde yürürken, tesadüf bu ya, Emel'le karşılaştım. Boynuma sarıldı, saçındaki karayemiş kokusunu içime çektim.

  “Seni özledim,” dedi.

  “Ben de...”

  Susuştuk.

  “Nasılsın?” diye sordum.

  Fısıldar gibi, “Biz de yeni gelmiştik, geziyorduk,” dedi.

  O an biraz arkasındaki yakışıklı çocuğu gördüm. “Çöp gibi bir oğlan, ipince...”

  “Şiir için teşekkür ederim,” dedi, “Hâlâ yazıyor musun?”

  “O benim son şiirimdi, artık yazmıyorum,” dedim.

  Sonra vedalaştık.

   Dudağımda karayemiş kokusu kaldı.
Ara
Cevapla
#19
Dede Korkut dilinden ozan aydur(söyler): Karılar dört dürlüdür. Birisi solduran sopdur. Birisi tolduran topdur. Birisi evün tayağıdur(dayağı, desteği). Birisi niçe söyler-isen bayağıdur. Ozan evün tayağı oldur ki yazıdan yabandan eve bir konuk gelse, er adam evde olmasa, ol anı yidürür içürür ağırlar azizler gönderür. Ol Ayişe Fatıma soyıdur hanum. Anun(onun) bebekleri yetsün(büyüsün). Ocağına bunçılayın(bunun gibi) avrat gelsün.

Geldük ol kim solduran sopdur: Sabadança(Sabah olunca) yirinden örü turur, elin yüzin yumadın tokuz bazlammaç ilen bir külek yoğurd gözler, toyınça tıka basa yir, elin bögrine urur aydur: Bu evi harab olası ere varaldan(vardığımdan) beri dahi karnum toymadı, yüzüm gülmedi, ayağum paşmak yüzüm yaşmak görmedi dir, ah nolaydı, bu öleydi, birine dahı varaydım, umarımdan yahşı uyar olayidi. Anun kibinün hanum bebekleri yetmesün. Ocağuna bunçılayun avrat gelmesün.

Geldük ol kim tolduran topdur: Depidinçe yirindne örü turdı, elin yüzin yumadın obanun ol ucından bu uçına bu uçından ol uçına çarpışdurdu, kov kovladı (dedikodu yaptı) din(kapı) dinledi, öyledençe gezdi; öyleden sonra evine geldi, gördi kim oğrı köpek yike tana (büyük dana) evini bir birine katmış, tavuk kümesine sığır tamına dönmiş; konşularına çağırur ki kız Zeliha, Zübeyde, Ürüveyde, Çan Kız, Çan Paşa, Ayna Melek, Kutlu Melek ölmeğe yitmege gitmemişidüm, yataçak yirüm gine bu harab olası idi, nola idi benüm evüme bir lahza(an) baka idünüz, konşı hakkı Tanrı hakkı diyü söyler. Bunun kibibün hanum bebekleri yetmesün. Ocağuna bunun kibi avrat gelmesün.

Geldük ol kim niçe söyler isen bayağıdur: Öte yazıdan yabandan bir odlu konuk gelse, er adam ivde olsa, ana dise ki: Tur etmek getür yiyelüm, bu da yisün dise, pişmiş etmegün bakası olmaz yimek gerekdür; avrat aydur: Neyleyeyim bu yıkılaçak ivde un yok elek yok, deve degirmenden gelmedi dir; ne gelür ise benüm sağrıma gelsün diyü elin götine urur, yönin anaru sağrısın erine döndürür; bin söyler isen birisini koymaz, erün sözini kulağına koymaz. Ol Nuh Peygamberün eşeği aslıdur. Andan dahı sizi hanum Allah saklasun, ocağunuza bunçılayun avrat gelmesün.

Dede Korkut'un girişinin son kısmı. Eğer alt metin okumaları yaparsanız o dönemki Türk kültürü, toplum yapısı ve kadının toplum içindeki konumu hakkında pek çok bilgiyi süzebilirsiniz. Copy paste değil alın teridir.
Ara
Cevapla
#20
.....
Ara
Cevapla
 




Konuyu Okuyanlar: 1 Ziyaretçi



Strategyturk Forumları

Strategyturk Forumları tüm Türk stratejiseverler için büyük ve kaliteli bir platform olma amacı güder. Forum içerisinde çok sayıda strateji oyunu için bölüm ve bu bölümlerde haber konuları, rehberler, mod tanıtımları, multiplayer etkinlikleri ve üye paylaşımları için alanlar yer alır.