İleti Sayısı: 192
Üyelik Yılı: 2021
Imperium:
0
26-01-2021, 18:44
(Son Düzenleme: 06-02-2021, 00:33, Düzenleyen: Ecdad Computer.)
Hikayenin Müziği:
Yazar Hakkında:
"Tüm farklılıklara rağmen Tamriel'de yaşayan ölümlülerin bazı davranışları var ki hep aynıdır. Bu kitap serilerimde bunlara örnek olan kişilerin yaşadıklarını kaleme aldım. Umarım okuyucularımın hayatlarına bu canlı kanıtlar bir yol gösterici olur."
-Dnreigamamare, Sazeruss
(D.4E 71-Ö.4E 122)
Cyrodiil'li Imperial, büyücü ve yazar.
Sun's Dawn'ın 26. günü, 4E 71'de Colovia'da doğdu. Second Seed'in 22. günü, 4E 122'de 51 yaşındayken Winterhold'da öldü. Çocukluğu, babasının işi nedeniyle Cyrodiil ile Skyrim'e devamlı yolculuklar yaparak geçti. 4E 79-4E 83 arasında üç yıl annesiyle birlikte Chorrol'da ki Stendarr Şapeli'nde yaşadı. Edebiyatla ilgilenmeye de burada başladı.
4E 87'de büyüye olan yatkınlığını fark etti ve Skingrad Büyücüler Loncası'na çırak olarak katıldı. 4E 89'da loncadaki eğitimine ara verdi ve yazarlığa yoğunlaştı. 4E 92'de annesiyle babasının ayrılmaları, ailesinin kendisine karşı katı ve anlayışsız tutumu nedeniyle para sıkıntısı çekmesi, Sazerus'un sevdiği kızla evlenmesini engelledi.
4E 95'te büyücülük öğrenimine geri döndü. 4E 96'da mezun oldu ve loncada öğretim üyesi oldu. 4E 89 ile 4E 99 yılları arasında sadece 6 kitap yayımladı ve bununla ilgili akademilerden pek çok ödül topladı. 4E 100'de yazmış olduğu yeni kitaplarıyla elde ettiği başarı, maddi sıkıntısını yenmesini ve evlenmesini sağladı. 4E 110'da baş büyücü oldu.
Çocukluğunda babasıyla olan seyahatleri sırasında Skyrim'e aşık olmuştu. Bu onu oraya çekti. 4E 120'de Winterhold'da taşındı. Birkaç yıl kadar Winterhold Koleji'nde yardımcı baş büyücülük yaptı. Sazerus için her şey çok güzel gidiyordu, ta ki 4E 122'de ki Büyük Çöküş felaketi baş gösterene kadar. Şiddetli bir fırtına denizle birlikte Winterhold'u vurmuş ve şehrin yarısını anakaradan söküp yok etmiştir.
Sazerus'ta o gün tesadüfen eşi ve kızıyla vakit geçirmek için kolejden ayrılıp evine gitmiş. Sazerus büyüleri ile fırtınadan korunmuş ancak her şey sona erdiğinde sahil şeredinde yer alan evlerini yerinde bulamayan Sazerus, çıldırarak uçurumdan denize doğru karısıyla çocuğunu kurtarma umuduyla atlamış. Fakat bir daha onu gören olmamış.
Bununla ilgili pek çok halk efsanesine de konu olmuştur. En bilineni, balıkçıların denizin üstünde gördükleri parlamaların Sazerus'un heyulasının büyülerinin yansımaları olduğu ve derinliklerde bir yerlerde hala eşiyle kızını aradığıyla ilgili efsanedir. Ama bunun küçük çocukların denize girmemeleri için uydurulup anlatılan masallar olduğu su götürmez bir gerçektir.
Her şeyden öte Sazerus her zaman tek bir büyü dalıyla çalışmanın kölelik olduğunu savunmuştur. Kitaplarıyla ise insanlara karşı bir yükümlülüğü olduğunu düşünmüş ve "insanlık için sanat" görüşüne dayalı yapıtlar üretmiştir.
İmparatorluk Şehri, Arcane Üniversitesi Yayınevi, 4E 191
I
Sazerus Dnreigamamare
Black Marsh'ta yaşayan Argonianlı Malen-Va 'nın ailesinin mücevherat yapımı sanatındaki ustalıkları çok eskilere dayanırdı. Babası, dedesi, dedesinin babası hep bu mesleği sürdüre gelmişler. Bu işçilikteki zanaatlarının ünleri öyle bilinir olmuştu ki bir süre sonra Gideon'da halk onların adlarını Saxhleel Mücevhercileri olarak anmaya başlamış. Malen-Va pek de hayırlı bir evlat değildi. Yumurtadan çıktığından beri ailenin tek erkek çocuğu olduğu için onu şımartmışlardı. Yediği önünde yemediği ardındaydı. İstediklerine ulaşmak için hiç çaba harcamıyordu. Çok mutlu bir çocukluk geçirdi.
Ama yıllar hızla geçmişti. Babası yaşlanırken o da güçlü kuvvetli bir delikanlı oldu. Takvim 3E 397'yi gösteriyordu. Malen-Va orada burada sorumsuzca gezerek gençliğini çarçur etmekle meşguldü. Oğlunun bu halinden rahatsız olan babası ise bir gün Malen-Va'ı yanına çağırdı ve artık ondan mücevherci dükkanına sahip çıkması gerektiğini söyledi. Babası ölünce dükkanı onun işletip sürdürmesi gerekecekti. Bunun içinde Malen-Va'nın mesleği öğrenmesi gerekiyordu. Babası ondan bunu istiyordu.
"Histler korusun baba," dedi Malen-Va. Babası ağzındaki buruk bir gülümsemeyle Malen-Va'nın yüzüne baktı, ardından "Bundan ne kaçılabilir ne de önüne geçilebilir oğlum! Ama gözüm arkada kalmamalı. Onun için çalışmalısın." dedi. Babasının sanki yarın ölecekmiş gibi konuşması Malen-Va'nın canını sıktı. Hiç de öyle hastaya benzer bir hali olmadığını düşündü. Onu dükkana bağlamak için böyle karamsar davrandığını sanıyordu. Malen-Va'nın dükkana gitmeye hiç niyeti yoktu.
Ertesi sabah babası işe giderken karısına, Malen-Va için "Kalkınca dükkana gelsin," dedi. Kahvaltıdan sonra da annesi Malen-Va'ya bunu söyledi. Bunu duyunca Malen-Va'nın keyfi kaçtı. O gün arkadaşlarıyla buluşup kentin aşağı yakasındaki sazlıkta balık tutmaya gidecekti. Malen-Va bir an duraksadı. Babasının yüzü geldi gözlerinin önüne. Onu kırmak istemiyordu, ama canıda dükkana gitmeyi hiç istemiyordu. Evden çıktığında hala bir karar verememişti. Adımlarını sürüyerek ilerledi.
Dükkana giden siyah bataklık , arkadaşlarının birinin çamur evinin önünden geçiyordu. Kapının önüne geldiğinde yürüyüp gitmek istedi. Sonra boş vermişlik duygusu ağır bastırdı. "Dükkana yarında gidebilirim!" diyerek Malen-Va vazgeçti. Arkadaşının evine yöneldi ve kapısını tıklattı. O gün iyi vakit geçirdiler. Dalıp yüzdüler, balık yakaladılar, bir ara etsineklerinin bir bulut görünümündeki vızıldayan sürüsü tarafından saldırıya uğradılar. Ama onlardan hızlıydılar, ısırılmadan koşarak kaçmayı başardılar. Malen-Va akşam eve döndüğünde babası çoktan gelmişti. Düşünceli gibiydi. Kısa bir süre sonra akşam yemeği için masaya oturdular.
"Dükkana niye gelmedin?" diye sordu babası kırgın bir ses tonuyla. "Arkadaşlarla sözleşmiştik baba," dedi Malen-Va. "Sözünden dönsen Oblivion kapıları mı açılırdı?" diye tersledi babası. "Onlara mahçup olurdum. Hem söz verirsen mutlaka tutmalısın, diyen sen değil miydin?" diyerek Malen-Va üste çıkmaya çalıştı. Babası ikna olmamıştı ama başka da bir şey söylemedi. Sonra ki gün Malen-Va uyanıp yatağından kalktığında, annesi dükkana gitmesi gerektiğini yineledi: "Bugün çırak da izinliymiş, mutlaka gelsin, dedi baban." diye uyardı annesi.
Malen-Va için artık kurtuluş yolu yoktu. Bu gün dükkana gitmek zorundaydı. Kahvaltıya yeni oturmuştu ki kapı çaldı. Kapıyı Malen-Va açtı. Gelen arkadaşlarından biriydi. "Handa yumruk dövüşleri müsabakası varmış, gidip seyredelim, bahiste tutuşacağız." dedi. Malen-Va ona dükkana gideceğini söyledi. "Biraz bakar, sonra gidersin!" diye ısrar etti arkadaşı. Üstünde de hiç para yokmuş, "Sende vardır, bir koyup beş alırız!" dedi kendinden emin bir edayla. Malen-Va kumarı hiç sevmezdi. Ama arkadaşlarıyla kazanma heyecanını paylaşma albenisinin güzelliğine kaptırıyordu kendini.
"Hem dükkana biraz geç gitmemin ne sakıncası olabilirdi?" diye söylendi kendi kendine. Yine de annesinin duymasını istemiyordu. "Tamam, sen beni sokağın köşesindeki sarmaşıkların altında bekle, beş dakikaya kadar geliyorum..." dedi Malen-Va kısık bir sesle. Malen-Va yemeğini aceleyle bitirip evden çıktı. Zavallı annesi hiç kuşkulanmadı, dükkana gittiği için duyduğu sevinç gözlerinden okunuyordu. Malen-Va arkadaşının yanına varınca öteki beş arkadaşının da gelmiş olduğunu gördü.
Yedi kafadar yumruk dövüşü yapılan tavernaya doğru yollandılar. Dövüşlerin yapıldığı geniş salon ağzına kadar doluydu. Bağırıp çağıran kalabalığı yararak tribünde birbirleriyle kıyasıya kavgaya tutuşan adamları rahatça görebilecekleri bir yere ulaştılar. Kalabalığın coşkusu kısa sürede onlarada bulaştı. Hırsla bağırıp çağırmaya başladılar. Hele bahislere para yatırdıktan sonra dövüşe kendilerini iyice kaptırdılar. Malen-Va dükkana gitmesi gerektiğini anımsadığında vakit öğleyi çoktan geçmişti.
Arkadaşları, "Birgün daha gitmesen ne olacak ki!" dediler. Malen-Va'da onlara uyup yumruk dövüşünün tadını çıkarmayı sürdürdü. Eve döndüğünde kapıyı babası açtı. Yüzünden düşen bin parçaydı. "Nerdesin sen gene?!" diye bağırdı. Malen-Va hayatında onu ilk kez bu kadar öfkeli görüyordu. "Sen ne biçim bir evlatsın böyle?" diye sürdürdü babası konuşmasını. "Senin yüzünden dükkan yarım gün kapalı kaldı!" "Kusura bakma baba..." diyecek oldu Malen-Va, "Kusuru musuru yok, yarın sabah erkenden birlikte gideceğiz dükkana!" diyerek kestirip attı babası.
Malen-Va'nın gururu kırılmıştı. Sandalyeye oturdu. Canı yemek yemek istemiyordu. Babasının tavrı hiç alışık olmadığı bir davranıştı. Ona kızmaya başlamıştı. "İki gün dükkana gitmediysem ne olmuş? Bunun için neredeyse dövecekti beni." diye aklından geçirdi Malen-Va. Erkenden sabah evden birlikte çıktılar sokağa. Malen-Va arkadaşının evinin önünden geçerken kederle baktı pencerelere. Arkadaşı şimdi uyuyor olmalıydı. Babasının dükkanı evlerine yakın bir çarşının içindeydi. Kapı kilitlerini açarak yeni iş gününe hazırlanan, karşılıklı sıralanmış dükkanların arasından geçerek kendi yerlerine ulaştılar...
Sazerus Dnreigamamare
Malen-Va hayatında ilk kez bu kadar erken uyanıyordu ve çalışmaya gidiyordu. Babası cebinden çıkardığı kocaman anahtarla kilidi açtı. Tozlu kapıyı açarak içeri girdiler. İçeride genzi yakan bir koku vardı. Bu kulp takılan altınları parlatmada kullanılan sıvının kokusuydu.
Malen-Va sıkıntıyla yüzünü buruşturdu, bunu fark etmiş olacak ki babası:
"Bir haftaya kalmaz alışırsın, zamanla bizim evin bahçesindeki bataklık çiçeği kokusu gibi gelecek bu sana," dedi.
Malen-Va'nın içinden babasının bu sözlerine inanmak gelmiyordu.
Babası ona süpürgeyi göstererek:
"Dükkanı temizlememiz gerek," dedi.
Malen-Va süpürgeye doğru ilerlerken babası yeniden seslendi:
"Önce yerleri hafifçe ıslat ki toz kalkmasın." dedi.
Malen-Va süpürgeyi bırakıp dükkanın arkasındaki atölyeye girdi. Atölyede bir sürahi buldu. Sürahiyi suyla doldurup yeniden babasının yanına döndü. Dükkanın zeminini ıslatmaya başladı. Ama suyu fazla kaçırmıştı. Pek de düzgün olmayan zeminde yer yer küçük gölcükler oluştu.
Malen-Va başını kaldırdığında babasının memnuniyetsiz bir ifadeyle onu süzdüğünü gördü. O sırada çırak dükkandan içeri girdi. Malen-Va'nın babasının akşamki kızgınlığı hala geçmemişti anlaşılan:
"Al şu süpürgeyi de sen süpür yerleri!" diye ters ters söylendi babası. Çırak Malen-Va'nın babasının sözünü tekrarlatmadı, yılışarak Malen-Va'nın elinden süpürgeyi aldı. O anda Malen-Va hemen dükkandan çıkıp gitmek istedi, ama kendini tuttu, kaldı.
Dükkan temizlendikten sonra rutin işler başladı. Malen-Va'nın babası on iki tane altın bileziği ona uzatarak bunları tel fırçayla parlatmasını istedi. Malen-Va fırçayı alıp bileziklerin başına geçti. Ama bu iş göründüğü kadar kolay değildi.
Fırça Malen-Va'nın parmaklarını üstünü sıyırıyor, tırnaklarının kenarındaki derileri tahriş ediyordu. Malen-Va onuncu bileziği parlatırken sol işaret parmağının kanamaya başladığını gördü. Aynı işi ondan en az sekiz yaş küçük çırak da yapıyordu ama onun derileri nasır bağlamıştı. Malen-Va yinede işini yaptı, on iki bileziği de parlattı. Sonunda vakit öğle oldu. Babası:
"Önce sen gidip yemeğini ye, sen gelince de çırak molaya gider," diyerek Malen-Va'yı eve yolladı.
Dükkanın bulunduğu pazardan çıkar çıkmaz Malen-Va rahat bir soluk aldı. Havada inadına güzeldi. Aydınlık bir gökyüzü, pırıl pırıl bir güneş vardı. Malen-Va doğruca arkadaşlarını bulacağı hana yöneldi. Bir daha dükkana gitmeye hiç niyeti yoktu. Günün ortasında onu yanlarında gören arkadaşları çok sevindiler. Malen-Va olanları onlara anlattı.
"Boş ver, zaten zenginsiniz, niye çalışacaksın?" diyerek arkadaşları Malen-Va'nın davranışında haklı olduğunu belirttiler. Babası ölmüş olan bir arkadaşı vardı; "İstersen eve gitme, bizde kal. Nasıl olsa bir çorba pişiyor, sana da yeter, bize de..." dedi.
Malen-Va için bu iyi bir öneriydi. Arkadaşının teklifini kabul etti. O akşam evine gitmedi. Geceyarısı kaldığı evin kapısı çalındı. Gelen babasıydı. Yıkılmış bir haldeydi. Malen-Va'yı görünce çok sevindi. Sabahki otoriter halinden eser kalmamıştı.
Onu eve çağırıyordu. Aslında Malen-Va'da babasının gelmesine çok sevinmişti. Evine gitmediği için bir burukluk hissediyordu. Ama bunu babasına sezdirmemeye çalışıyordu:
"Ben eve gelmeyeceğim!" diye diretti Malen-Va.
Adamcağız üzüntüyle Malen-Va'nın yüzüne baktı:
"Yapma oğlum..." dedi yalvaran bir sesle. "Annen evde merak içinde, daha fazla üzme kadıncağızı." diye ekledi.
Malen-Va bir kez şımarıklığı ele almıştı:
"Siz beni o evde istemiyorsunuz!" dedi.
"Olur mu hiç öyle şey! Sen bizim canımız, çiğerimizsin..." diyerek uzun açıklamalara girecekti ki sözünü Malen-Va kesti:
"Eğer benim mutluluğumu isteseydiniz, gençliğimi yaşamama izin verir, gezmeme tozmama karışmazdınız." dedi.
Babası çaresizlik içinde başını salladı:
"Biz ne yaptıysak senin iyiliğin için yaptık oğlum..." dedi.
Malen-Va'nın babası yumuşadıkça o edepsizleşiyordu:
"Hayır, siz beni kıskanıyorsunuz!" dedi.
"Anne, baba hiç evladını kıskanır mı? Senin mutluluğun bizi de sevindirir."
"Öyle olsaydı, illa da dükkana gel diye tutturmazdınız."
"İlerde zorluk çekmemen için elinde bir mesleğin olsun diye yaptık bunu."
"Halimiz vaktimiz yerinde, ben niye zorluk çekeyim."
"Öyle söyleme oğlum. Hazır dayanmaz. Bir de bakmışsın ne altın kalmış elinde ne de evin."
"Tamam, ben de hiç çalışmayacağım demiyorum ki, ama daha çok gencim, yaşıtlarım gezip tozuyor. Ben de gönlümce eğlenmek istiyorum. Zamanı gelince sen istemesen bile gelip otururum dükkana!" dedi.
Babası kederle Malen-Va'nın yüzüne bakıyordu:
"Ah evladım ah!" dedi. "Suçlu sen değilsin biziz. Annenle yaptığımız yanlışı şimdi anlıyorum. Ama artık çok geç. Nasıl istersen öyle olsun. Hadi gidelim evimize."
Malen-Va babasının 'Yanlış yaptık' demekle neyi kastettiğini bilmiyordu ama, keyfi yerine gelmişti. Ayrılırken arkadaşına hınzırca göz kırptı. O da sinsi sinsi gülüyordu. Eve döndüklerinde annesi Malen-Va'nın boynuna sarılıp hüngür hüngür ağladı. Malen-Va evde artık dizginleri iyice ele almıştı...
Sazerus Dnreigamamare
Ertesi sabahtan itibaren Malen-Va dilediği gibi yaşamaya başladı. Artık babası hiç karışmıyordu ona. Babası her gün harçlığı Malen-Va'nın odasına bırakıp, sessizce işe gidiyordu. Malen-Va'da o parayı arkadaşlarıyla birlikte bir güzel harcıyordu.
Malen-Va'nın cömertliğine diyecek yoktu doğrusu, nereye giderse gitsinler Malen-Va arkadaşlarının ellerini ceplerine attırmıyor, bütün hesabı o ödüyordu. Tabii Malen-Va'nın aldığı harçlık giderek yetmez oldu.
Babasından harçlığını artırmasını istedi. Bu talebi karşısında babası şaşkınlığa düştü:
"Oğlum," dedi, "sana verdiğim harçlıkla bir ay ev geçindirilir. Ne yapıyorsun onca altını?"
"Ne yapacağım baba, harcıyoruz işte!" diyerek Malen-Va sitem dolu bir sesle yanıtladı babasını.
Konuşmalarına kulak misafiri olan annesi, yine tatsızlık çıkacak diye korkarak aralarına girdi:
"Malen-Va kocaman delikanlı, arkadaşlarının yanında parasız mı kalsın?"
"Ne geldiyse bu arkadaşlar yüzünden geldi başımıza ya..." diye söylendi babası. Ama Malen-Va'nın istediği parayı da çıkmadan önce bırakmayı unutmadı. Malen-Va'da altı arkadaşıyla birlikte harcamayı sürdürdü.
Bir gün Malen-Va'nın arkadaşlarından biri yanına geldi:
"Annem çok hasta. Şifacıya götürecek durumumuzda yok. Eşten dosttan istedik. Ama bulamadık. Sen yardım edebilir misin?" diye sordu.
"Sorduğun şeye bak! Tabii ki yardım ederim!" dedi Malen-Va.
"Ne zaman gerekli para?"
"Yarın sabah..." dedi arkadaşı.
"Annemi hemen götürmemiz gerek."
Malen-Va parayı babasından istese vermeyeceğinden emindi. Üstelik bir sürü de laf işiteceği için çekiniyordu. O da annesine gitti. Durumu daha da acıklı bir hale getirerek anlattı. Sözleri anında etkisini gösterdi.
Gözleri dolu dolu olan annesi, kötü günler için sakladığı altınları Malen-Va'ya verdi. O da götürüp arkadaşına teslim etti. İki hafta sonra başka bir arkadaşı daha geldi:
"Paraya ihtiyacım var ," dedi.
"Hayrola ne oldu?" diye sordu Malen-Va.
"Biliyorsun babam kumarbazdır. Geçen akşam evi ortaya koymuş. Kaybetmiş. Adamlar ya eviniz ya paranız, diyorlar. Çıkmazsakta bizi öldürürler. Yani sokakta kalacağız. Ne olur bana yardım et!" dedi.
"Ama," dedi Malen-Va "ben o kadar altını nereden bulurum?"
Arkadaşı gülümser gibi oldu:
"Hayır canım, paranın hepsini senden istemiyorum. Evde zaten biraz paramız vardı, akrabalardan da bulduk buluşturduk. Sen iki mücevher getirsen para tamamlanmış olacak."
"İki mücevher mi?"
"Evet. Babanın dükkanında yüzlercesi var. İki tane çalsan ruhu bile duymaz."
Malen-Va'nın arkadaşı ona düpedüz hırsızlık öneriyordu. Kendi babasını soyacaktı. Bu hiç doğru gelmedi ona. Karşı çıktı:
"Hayır, ben hırsızlık yapamam!" dedi Malen-Va.
Arkadaşı kırılmıştı:
"Haklısın..." dedi. "Senden bunu yapmanı istememeliydim."
Malen-Va arkadaşı boynu bükük uzaklaşırken büyük bir üzüntü duydu. Az sonra öteki arkadaşlarına rastladı. Sevinçle yanlarına yaklaşıp, "Merhaba!" dedi. Ama hiçbiri selamını almadı.
"İyi arkadaş kötü günde belli olur!" dedi içlerinden biri.
"Lafa geldi mi dostuz, kan kardeşiyiz demek kolay!" dedi bir başkası.
"İnsan arkadaşı için canını verir be!" dedi geçen annesini şifacıya götürmek için Malen-Va'dan para alan. Anlaşılan olayı öğrenmişlerdi. Malen-Va utançla başını öne eğdi. Yanlarından uzaklaşarak, teklifini reddettiği arkadaşının evine yollandı.
Kapıyı çaldı. Şansı vardı, arkadaşı evdeydi. Buruk bir yüzle karşıladı Malen-Va'yı.
"Tamam!" dedi Malen-Va. "Yapacağım, bu hafta içinde getireceğim sana mücevherleri."
Götürdü de, ama babasının dükkanından almadı. Annesinin yatak odasındaki mücevher kutusundan çaldı. Annesi ondan hiç kuşkulanmadı. Evlerine temizliğe gelen yoksul hizmetçi bir kadın vardı. Onun aldığını düşündü. Ama olay konuşulurken babasının dikkatli gözlerle onu süzdüğünü fark etti.
Malen-Va renk vermemeye çalıştı. Sonuçta onun yaptığı anlaşılmadı. Çalışan kadın işten kovuldu, olay da böylece kapandı. Ama Malen-Va'nın arkadaşlarının istekleri hiç bitmiyordu. Hepsi de belirli aralarla paraya ihtiyaçları olduğunu söyleyerek geliyorlardı Malen-Va'nın yanına.
O da onların, ailelerini zor durumda bırakmamak için yardımlarına koşuyordu. Sonunda Malen-Va babasının dükkanından altın çalmaya da başladı. İşte ne olduysa o zaman oldu. Babası onu zümrüt taşlı bir yüzüğü aşırırken yakaladı. Elini tuttu, gözlerindeki derin acı okunabiliyordu:
"Yazıklar olsun sana!" dedi. Yazıklar olsun."
Başka bir şey söylemedi. Kızmadı, hatta yüzüğü bile almadı. Ama Malen-Va yüzüğü cam vitrinin üstüne fırlatıp dükkandan çıktı. O günden sonra babası onunla hiç konuşmadı. Sanki birden yaşlanmaya başlamıştı. Bazen annesiyle fısıldaştıklarını duyuyordu:
"Ne yaptıysak kendimize ettik. Biz iyi anne baba olamadık..." diye dertli dertli söyleniyorlardı...
Sazerus Dnreigamamare
Sazerus Dnreigamamare
Malen-Va'nın babasının sağlığı gözle görülür biçimde bozulmaya başlamıştı. Bir ay sonra yatağa mahkum oldu. Malen-Va ile hala küslerdi. Annesi de Malen-Va'ya suçluymuş gibi davranıyordu. Malen-Va artık vicdan azabı duyuyordu. Bu onun için yeniydi çünkü ilkti.
O an babasının sağlığının bozulmasında payı olduğunu fark etti. Çok geç olsa da aklı biraz başına gelmişti. Gideon'un en iyi şifacılarını çağırdı. Babasına baktırdı, ilaçlar verdiler ama sanki babasının iyileşmeye niyeti yoktu.
Ne yemek yiyor ne de verilen ilaçları alıyordu. Durumu giderek daha kötüleşti. Göz göre göre ölüme gidiyordu. Malen-Va'da bu gidişata engel olamıyordu. Vefatından sadece birkaç saat önce o günün akşamı Malen-Va'ya konuşmak istediğini söyledi.
Son gücünü toplayıp konuştu. Sesi fısıltı halinde çıkıyordu:
"Oğlum öncelikle şunu bilmeni isterimki, ölümümden sen sorumlu değilsin. Sakın kendini suçlama. Seni affediyorum." dedi. "Ama sana tek bir vasiyetim var. Eğer birgün çocuğun olursa, her türlü olanağa sahip olsan bile ona hak etmediklerini verme.
Onu eğit ki yaşamda iyinin yanında olmayı, kötünün de karşısında olmayı öğrensin. Hayatta muvaffak biri olarak ayakta kalmak için, sahip olacaklarına sadece çalışıp emeğiyle kazanarak yapmak zorunda olduğunu iyi anlat." diyerek ekledi.
"Böyle konuşma baba." diye itiraz etti Malen-Va.
"Sözümü kesme de son bir kez olsun babanı dinle," dedi ve konuşmasını sürdürdü:
"Sana büyük bir servet bırakıyorum ama bu kafayla eminim hepsini bitireceksin, har vurup harman savurarak kaybedeceksin. Daha doğrusu böyle gidersen o hayırsız arkadaşlarına yedireceksin herşeyi.
Ardından sen de çok kötü durumlara düşeceksin. Zenginliğin kalmayınca sana şu an gösterdikleri sahte saygı ve sevgiyi de duymayacaklar. Yalnız kalacaksın, pişman olacaksın. Sonra bunu içine sindiremeyeceksin. Yaşamak sırtına ağır bir yük gibi binecek. Kambur olacak. Dayanamayacaksın. Nihayetinde cinnet geçirip kendini ya da onları öldürmeyi seçeceksin. Histlere dua ediyorum ki, ben yanılırım. Umuyorum ki söylediklerim gerçekleşmez.
Şimdi ölmekte olan babanın bir dileği var senden. Bana söz vermeni istiyorum. Hiç değilse tırnak ucun kadarda bir emeğimiz geçtiyse sana onun hatrına annenle benim için yap. Bu girmiş olduğun yanılgıdan bir an önce çık. O dost bellediğin üçkağıtçılardan uzak dur ve aile mesleğimizi devralıp devam ettir. Bana söz veriyor musun Malen? "
Malen-Va babasının söylediklerine inanamıyordu ama onu memnun etmek için, "Peki baba." diyebildi isteksizce olsa da.
Babası kenarlarından süzülen yaşlı ve yorgun gözleriyle gülümsedi, sol elini Malen-Va'ya uzattı. Malen-Va elini tuttu, sanki bir buz parçası gibi soğuktu. O gece öldü ve Malen-Va'nın içinde gizli bir suçluluk duygusunun enkazından kalan kalıntıları bıraktı. Bu onun içini günden güne kemirip yiyip bitiriyordu...
Sazerus Dnreigamamare
II - SON
Sazerus Dnreigamamare
Malen-Va artık arkadaşarıyla görüşmemeye başlamıştı. Tıpkı merhum babası gibi sabah erkenden kalkıp dükkanı açıyor, akşama kadar çalışıyordu. Verdiği sözü yerine getirmek istiyordu. İki hafta sonra arkadaşlarından biri dükkana geldi.
Malen-Va'ya yarı şaka yarı ciddi sitemlerde bulundu:
"Bu akşam dere kenarına şarap içmeye gideceğiz, sen de gelsene sürüngen herif!" dedi.
Malen-Va tabii ki o an hemen bu teklifi reddetti. Ama arkadaşı öyle kolay teslim olacak biri değildi. Çok ısrar etti.
"Annem evde yalnız..." dedi Malen-Va.
"Çok kalmayacağız, bu arada öteki arkadaşlar da seni çok özledi, bir iki kadeh içer dönersin, hadi kırma bizleri! Hiç mi hatrımız yok sende?" dedi.
Malen-Va bunun üzerine biraz düşününce belki de iyi olabileceğini sandı, babası öldükten sonra iyice içine kapanmıştı. Arkadaşlarıyla konuşmak belki de iyi gelirdi ona. Ardından akşamüzerine doğru dükkanı kapayıp dere yatağına gitti.
Arkadaşlarının altısı da oradaydı. Malen-Va'yı çok sıcak karşıladılar. Babasının ölümüne çok üzüldüklerini söylediler, taziyelerini bildirdiler. Yapabilecekleri bir yardım varsa çekinmeden söylemesini istediler. Malen-Va'nın içindeki suçluluk duygusu birden kaybolmuştu.
Kendini rahatlamış hissetti. Arkadaşlarıyla yedi içti, şarkılar söyledi. O akşam eve epeyce geç gitti. Annesi uyumamış, onu beklemişti. Hemen arkadaşlarıyla olduğunu anlamıştı. Ona öğütler vermeye çalıştı ama Malen-Va sarhoş kafayla dinlemedi... dinleyemedi.
Ertesi gün Malen-Va'nın eski uçarı yaşamı yeniden başlamıştı. Nerede akşam orada sabah, bir eğlenceden ötekine koşuyordular. Hesapları her zamanki gibi yine Malen-Va ödüyordu. Ayrıca arkadaşlarının bitmek bilmeyen para isteklerini karşılamayı da sürdürüyordu. Üstelik artık altın çalmasına da gerek kalmamıştı. Çünkü hepsi onundu.
Arkadaşları da pazar da birer Saxhleel'ci dükkanı açtılar. İşin tuhafı Malen-Va'nın dükkanındaki atınlar her geçen gün biraz azalırken onların sermayesi sürekli artıyordu. Ayrıca eski tanıdık müşterilerini de arkadaşlarının yeni kurdukları işleri açılsın diye yerlerine yönlendiriyordu Malen-Va.
Bu gidişattan rahatsız olan genç çırak birgün Malen-Va'yı dayanamayarak uyarmak istedi:
"Beyim... şu dostlarınızın işlerine yaptığınız bağışlar biraz fazla olmadı mı? Tam karşımıza gelip rakip dükkanlar açarak bizi baltaladılar. Siz de bunun karşılığında onlara kendi el emeği göz nuruyla üretmiş olduğumuz eşsiz parçaları bedava verdiniz. Bu da yetmedi, birde müşterilerimize de yerlerine yönlendirmeye başladınız?!" dedi sinirle.
"Bundan sanane! Senin işin yerleri silip, mücevherleri parlatmak. Derhal işinin başına!"
"Hiç sanmıyorum Malen..."
"Ne? Sen patronuna nasıl ismiyle hitap ediyorsun? Saygısız, nankör! Nasıl konuşuyorsun benimle böyle? Ulan yediği kaba sıçan aç köpek! Ben doyuruyorum senin karnını!"
"HAYIR! Ben emeğimle kazandım, baban da bana hakkımı verdi. Ancak sen sadece hiç hak etmediğin ve hiçbir fikrinin olmadığı bir mirasın kökünü kazımaya çalışan züppenin birisin! En acısı da ne biliyor musun? Öz babanın ölümüne sebep oldun ve bunu içten içe biliyor olsan bile kendine itiraf edemeyecek kadar korkak ve seni göz göre göre sömüren bu şerefsizlerin dostluk yalanını fark edemeyecek kadar da kör birisin!"
"SENİ EZECEĞİM SOLUCAN!" diyerek Malen-Va öfkeyle çırağın üzerine atıldı.
Fakat çırak onun gibi pamuklara sarılarak büyümemişti. Yediği önünde yemediği ardında bir yaşamı hiç olmamıştı. Hayatın gerçeklerini derinden ve erkenden öğrendi. Yokluklarla, imkansızlıklarla boğuşuyordu. Babası onu daha yumurtadan çıkmadan önce bırakıp gitmişti.
Hasta Annesi ve ondan üç yaş küçük kız kardeşiyle birlikte hayata sımsıkı sarılarak tutunuyorlardı. O daha bu yaşında evin reisi olmak zorunda kalmıştı. Kendini bildiğinden beri ailesine bakıyordu.
Tek başına sokaklarda yıllarca binbir zorlukla itilip kakılarak ve ezilerek, aç yatarak inadına yılmadan büyüdü. Ama bu tecrübeler onu olgunlaştırmıştı. Geçtiği bu yollarda kendini korumayı, güçlü ve dayanıklı olmayı öğrendi. Ama içindeki iyiliği muhafaza etmeyi bildi.
İşte Malen-Va'nın onun hakkında hiç bilmediği gerçekler bunlardı. Ondan yaş ve fiziksel olarak büyüktü. Bu üstünlüklerine güveniyordu. Çırak onun hamlesini hızlı bir karşı atakla beklenmedik bir biçimde karşıladığında Malen-Va bunu son anda blokladı ama ne yapacağını da şaşırdı.
O şaşkınlıkla Malen-Va sağ yumruğunu ona savurdu ama çırak rahatlıkla bundanda sıyrıldı. Ardından sol yumruğunu da salladığı sırada çırak hızla bu saldırıdanda kaçındı ve Malen-Va'nın yüzüne attığı zamanlaması mükemmel olan tek isabetli yumruğuyla onu yere devirdi.
Malen-Va güçbela uzanmış olduğu yerde dakikalar sonra doğrulabildi. Yarı baygınlık geçirmiş, bilinci gidip gelmişti. Sol gözü aldığı darbenin etkisiyle neredeyse içine göçerek kapanmıştı. Acıdan açamıyordu.
Bir eliyle o tarafını tutarken, diğer sağlam gözüyle nefret saçarak çırağı süzüyordu. Kavgayı duyan malattaki ve kasadaki diğer işçilerde etraflarında toplanmıştı. Olay çok hızlı gerçekleşmişti. Bu yüzden sadece sonuna yetişebilmişlerdi.
Dükkan çalışanları etraflarını sardılar ve meraklı gözlerle izlemeye devam ettiler. Malen-Va bu bakışlardan sıkılarak bağırmaya başladı:
"Ne bakıyorsunuz bön bön! Yardım etsenize bana! Şu çocuğa bir ders verin hemen!"
Kimse kılını bile kıpırdatmadı. Çünkü onlarda Malen-Va'nın yönetiminden bıkmışlardı. Malen-Va bunu fark edince küplere bindi.
"Demek öyle! Kovuyorum hepinizi defolun gidin dükkanımdan!" diyerek ayağa kalktı.
"Merak etme, zaten bizler istifa ediyoruz. Babanın hatrına sana katlanmaya çalıştık ama sen ekmek teknemizi de batırmaya başladın sonunda." dedi çırak kalabalığın desteğini arkasına alarak.
"DEFOLUN DEDİM!!! Size maaş falan da yok! Geberin acınızdan!"
Bunu duyan kalfalardan birinin tepesi attı ve Malen-Va'nın karşısına geçerek kulağına doğru okkalı bir tokat yapıştırarak yere düşürdü.
Diğer adamlardan biri kalfayı Malen-Va'nın üstünden çekerek uzaklaştırdı. Bu adam kalabalıktaki herkesten uzundu. Boynunda sarmaşığın ucuna bağlanarak asılmış bir tohum vardı. Üstünde tepeden pelerinli ve kapşonlu, yeşil olarak başlayan altında kahverengi ile biten çarıklı bir toprakla kirlenmiş seyyah kıyafeti vardı. Elinde bazen baston olarak kullandığı kalın bir dal parçası tutuyordu.
Fakat buna ihtiyacı olacak kadar da yaşlı sayılmazdı. Saçları ve boynuzları karman çorman ve uzundu. Parlak beyaz gözlere sahipti. Ellerinde ve yüzünde siyah dövmeler vardı. Bir işçiye göre oldukça tuhaf görünüyor ve kokuyordu. Ayağının altında bulunan topraktan çimenler yeşerip çıkıyordu. Konuşurken sanki sesi yankı yapıyordu ama bağırarakta konuşmuyordu. Tonu oldukça sakin çıkıyordu.
"Yapma! O buna bile değmez. Senin kumarlarda kazandığın kirli paranı zaten istemiyoruz. Babanın parası seninki aksine helaldi. Bizler tekrar bir iş buluruz öyle veya böyle alnımızın akıyla aşımızı çamurdan çıkarırız elbet. Ancak sen içinde bulunduğun bu karanlıktan nasıl temizlenip arınırsın onu bir düşün.
Diyeceğim son şey şudur ki: Senin adına Yaratıcılarımız Hist ağaçlarına dua ediyorum... Onlar umarım bu yolculuğunda sana rehberlik ederek ruhunu kurtarırılar ve şayet birgün kendini çaresiz hissedersen bu şişedeki özü iç ve belki eğer buna layık görülürsen yaradanın sesini işiterek hak yoluna nail olabilirsin."
Malen-Va adamın ona doğru uzattığı şişeye elinin tersiyle vurarak birkaç metre uzağına attı. Adam ona sıcak bir gülümseme yolladı. Malen-Va ise yüzünü yana çevirdi. Derken gök gürüldemeye, şimşekler çakmaya başladı. Malen-Va yüzünü tekrar adama döndüğünde ortadan kaybolmuş olduğunu fark etti. Gözleri etrafta onu aradı ama hiçbir yerde yoktu. Sanki yer yarılmışta yerin dibine girmişti.
Topluluk şiddetli yağmurdan ıslanmamak için hızla dağıldı. Pazarın meydanında yerde hala oturan tek Malen-Va kalmıştı. O anlarda başına gelen olayları düşünüyordu. Derken gözüne adamın ona vermeye çalıştığı şişeye takıldı. Uzaktan parıldıyordu. Bu gözünü kamaştıracak boyuttaydı. Bir süre ışığın geldiği tarafa bakamadı.
Malen-Va sırılsıklam olmuş berbat bir halde ayağa kalktı. Aklı hala şişedeydi. Işık hüzmesi dağıldığından üzerine yaklaşıp eline alabildi. Dikkatlice şişeyi incelemeye başladı. İçinde bir ağacın özü bulunan sıradan bir şişe gibi görünüyordu. Baktı baktı 'Bu aptal şey acaba ne işe yarıyor? Bunu bana neden verdi ki?'" diye düşündü daha sonra kontrol etmek için cebine attı. Dükkana doğru hızlı adımlarla ilerlerken kendi kendine sessizce söylendi:
"Gidin o zaman bakalım. Sizlere hiç ihtiyacım yok. Benim kimseye ihtiyacım yok. Arkadaşlarım bana yeter..."
Sazerus Dnreigamamare
Sazerus Dnreigamamare
Bir yıl sonra, 3E 399'un ortalarında Malen-Va'nın annesi kocasının ölümünün acısına daha fazla dayanamayarak hayatını kaybetti. Annesinin ölümünden sonra Malen-Va'yı durduracak hiç kimse kalmamıştı.
Gittikçe savurganlaştı. Atalarının onlarca yıl çalışarak kazandıkları servet ve itibar bu ilerleyişe sadece iki yıl kadar dayanabildi. Bir sabah alacaklılar Malen-Va'nın kapısına dayandı. Borç bulmak için hemen arkadaşlarına koştu. Ama hiç beklemediği bir tavırla karşılaştı.
Hepsi de kapılarını birer birer Malen-Va'nın yüzüne çarptı. Yaşananlara inanamıyordu. Sanki her başları sıkıştığında onlara yardın eden Malen-Va değildi. Kapılarını çalmayı ısrarla sürdürdü. Evlerinin önünde bekledi.
Bulaşıcı bir hastalık taşıyormuş gibi Malen-Va'dan kaçtılar. Malen-Va yeni yıl kutlamalarının yapıldığı New Life Festival'i sırasında akşamüzerine doğru, eskiden her zaman oturdukları bahçeli tavernaya gitti.
Öyle perişan bir haldeydi ki cebinde su içeçek parası bile yoktu. Bahçede ki küçük göletin başında oturup şarap içen arkadaşlarını görünce sevindi. Sonunda onları bir arada yakalamıştı. Onlarla konuşacak, ona karşı takındıkları bu dışlamanın nedenini soracaktı.
Malen-Va yanlarına yaklaştı. Onu görünce arkadaşlarının suratları asıldı. Tam yanlarına oturacaktı ki birden ayağa kalktılar. Malen-Va'yı görmezden gelerek, hesaplarını ödeyip ayrıldılar. O an bu davranışları Malen-Va'nın gerçekten zoruna gitti, arkalarından koşarak yetişti.
Malen-Va bir zamanlar evi satılmasın diye annesinin mücevherlerini çalıp verdiği arkadaşının yakasına yapıştı:
"Sizler ne biçim herifler mişsiniz böyle, yaptığım iyiliklerin karşılığı bu mu olacaktı?!" diye bağırmaya başladı Malen-Va.
Yakasını çekiştirdiği arkadaşı oldukça kuvvetl bir adamdı. Malen-Va'yı tek eliyle itti. Yere düşürdü. Malen-Va hırsla düştüğü yerden fırlayarak yeniden üstüne atıldı. Boş bulunmuştu, suratına okkalı bir yumruk yapıştırdı Malen-Va.
Burnu kanamaya başladı. Malen-Va vurmaya devam etti. Tabii bunu gören diğer adamlar yardıma atıldılar. Malen-Va kavgayı ayıracaklarını sanarken aksine hepsi birleşip ona saldırdı. Onlara karşı koymaya çalıştı ancak çok kalabalıktılar.
Malen-Va baş edemedi.Gücü tükendi.Yüzü gözü kan içinde kalıncaya kadar dövüldü. Kendine geldiğinde her yanı sızlıyordu. Ağaçlardan destek alarak kalktı. Güçlükle nereye gideceğini bilmeden yürümeye başladı. Çünkü bir evi de artık yoktu. Borçlandığı kumarbazlara kaptırmıştı.
Malen-Va rahmetli babasının ne kadar haklı olduğunu anladı. Herşeyi yıllar öncesinden öngörmüştü. Babası aklına düşünce ağlamaya başladı. Onun ölümüne de o neden olmuştu. Kötü biri olduğunu fark etti. Onu sevenlere acı çektiren, düşmanlarını zengin eden koca bir salaktı sadece.
Eskiden dostu olan düşmanlarından intikamını alacak güce bile sahip değildi. Yapması gerekenin ne olduğuna karar veremiyordu. Daha fazla rezil olmadan bu sefil yaşamına son vererek intahar mı etmeliydi yoksa hayatına sıfırdan yeni biri olarak aldığı ağır derslerden çıkardıklarıyla yön vererek mi başlamalıydı?
Birkaç yıl önce mücevherci dükkanı işlettiği zamanlardaki yaşamış olduğu bir olayı anımsadı. Babasının çırağıyla girdiği kavgayı ve sonuna doğru ortaya çıkıp ardından aniden ortadan kaybolan o garip adamı hatırladı ve söylediği sözleri:
"Senin adına Yaratıcılarımız Hist ağaçlarına dua ediyorum... Onlar umarım bu yolculuğunda sana rehberlik ederek ruhunu kurtarırılar ve şayet birgün kendini çaresiz hissedersen bu şişedeki özü iç ve belki eğer buna layık görülürsen yaradanın sesini işiterek hak yoluna nail olabilirsin."
Elini cebine attı ve adamın o zaman verdiği şişeyi kavradı. O günden beri yanında taşıyordu. Bir türlü ne işe yaradığını öğrenememişti. Merak ediyordu. Fakat Malen-Va hangisini seçecekti? Malen-Va hızlı bir kararla küçük şişenin kapağını açıp içindeki akışkan ve yapışkan maddeyi içerek yuttu.
Tadı iğrençti ve boğazından geçerek midesine inerken içini bulandırdı. Neredeyse kusuyordu. Fakat tam o an Malen-Va için zaman durdu. Eski yitirmiş benliğinin anılarının içinde kayboldu. Etrafında ışık patlamaları yaşanıyordu. Ortam bulanıklaştı. Herşey sona erdiğinde gözleri karardı. Bir ses duydu.:
"MALEN-VA,"
"Ne oluyor! Sende kimsin?"
"SENİN YARATICINIZ."
"Benden ne istiyorsun?"
"TUHAF. ÖZÜMÜZÜ İÇTİN."
"Bu şeyi bana bir adam vermişti. En çaresiz hissettiğim anda içmemi söylemişti. Bana ne yapacağını bilmiyordum!Ayrıca neden çoğul konuşuyorsun?"
"ŞU AN ZİHİN PAYLAŞIMI YAPTIĞIMIZ BİR KOVANDASIN. BİZLER ZİHİNSEL KUDRET KULLANARAK KÖKLERLE BLACKMARSH'TA Kİ TÜM AĞAÇLARLA BİRLEŞTİK. O ADAM İSE BUYRUKLARIMIZI KULLARIMIZA BİLDİRMEKLE GÖREVLENDİRİLMİŞ KİŞİ. SİZLERİN PEYGAMBERİ."
"Hiçbir zaman yeterince dindar biri olmadım. Açıkçası... bu yaşadığım şeyleri aklım almıyor. Gerçekten benimle şu an konuşuyor musun yoksa kafayı mı yedim?"
"BİZ HIST'IZ. SENİNLE TELEPATİK BAĞ KURDUK."
"Anladım bunu daha önce duymuştum. Peki şimdi bana ne olacak?"
"BU SANA KALMIŞ."
"Nasıl yani?"
"SANA SORULACAK SORUYA DOĞRU CEVAP VERİRSEN DİLEĞİN YERİNE GELECEKTİR. ŞAYET YANLIŞ CEVAPLARSAN ÖLECEKSİN VE BAŞKA BİR ÖLÜ ARGONİAN SENİN YAŞAM ENERJİNLE REENKARNASYON GEÇİREREK TEKRAR DOĞACAK."
"Tamam. Teklifini kabul ediyorum. Zaten kaybedecek birşeyim kalmadı."
"BİR KİMSE FIRSATI VARKEN İLK NE YAPMALIDIR? İNTİKAM MI ALMALIDIR, GEÇMİŞİNE Mİ GİTMELİDİR YOKSA PİŞMAN MI OLMALIDIR?"
"Pişmanlık..."
"DOĞRU..."
Özün etkisi geçti. Herşey daha berrak hale geldi. Tanrı Malen-Va'nın eline bir Argonian yumurtası koydu. Ancak bu sıradan bir yumurta değildi. Neredeyse tamamı altından ve çeşitli renkli mücevherlerle bezenmiş haldeydi. Her elini cebine soktuğunda yumurtanın aynısından bir başkası çıkıyordu. Tanrı ona bu gücü bahşetmesinin akabinde birde vazife verdi.
Malen-Va Gideon'un merkezindeki kurulan pazara gitti. Saxhleel kuyumcu esnafının bulunduğu yerde durdu. Onu görenler fısıldaşıyordu, kimileri haline gülüyor, kimileri ise acıyordu. Hain arkadaşları da oradaydı. Niyetini anlamak için sinsi gözlerle onu süzüyorlardı.
Malen-Va kimseye aldırmadan ilerledi. Yüksekçe bir yere çıkarak, onu şaşkın gözlerle izleyen meslektaşlarına seslendi:
"Elimde bugüne kadar görmediğiniz büyüklükte bir altın var. Tanrıların işçileri tarafından üretilmiş bu eşsiz nadide eseri açık arttırmayla satmak istiyorum. Almak isteyenler buyursun!" dedi.
O an pazarda bir dalgalanma oldu. Herkes Malen-Va'nın çıldırmış olduğunu düşündü. Kalabalık birbirine sokulmuş konuşuyordu. Eski arkadaşları kahkahalar atarak onunla alay etmeye başladı. Malen-Va bu arada elini sağ cebine sokup altın yumurtayı çıkardı.
Güneşin altında alev gibi yanan yumurtayı avcunda tutarak herkese gösterince, pazarı bir sessizlik kapladı. Bundan sonra, esnafın arasında hayranlık dolu bakışlar ve sesler yükseldi. Bu duruma önce çok şaşıran arkadaşları ilk şoku atlattıktan sonra artık Malen-Va'nın çok iyi tanıdığı o riyakar gülümseyişleriyle yanına yaklaştılar.
Öylesine yüzsüzlerdi ki, Malen-Va'nın reddedeceğinden korkmasalar boynuna sarılacaklardı. Ama o eski Malen-Va geri de kalmıştı. Onları yoksayarak açık arttırmayı başlattı. Esnafın arasında en çok para arkadaşlarında olduğu için altın yumurtayı en yüksek fiyatı onlardan biri verdi.
Yılışık bir ifadeyle Malen-Va'ya parayı uzatıp altını almaya kalktığında, "Sizlerin parası bu altını almaya yetmez." dedi.
Arkadaşı çok şaşırdı. Malen-Va'da onun fal taşı gibi açılmış gözlerinin önünde yumurtayı yere atıp toz haline gelinceye üzerinde zıpladı. Sonra yerdeki altın tozlarını halkın üzerine savurdu. Bu cömertliğini gören eski arkadaşları acele davrandıklarını görerek kahroldular.
Altına talip olan ise açgözlülüğün verdiği hiddetle yere yığıldı. O günden sonra Malen-Va pazarda bunu yapmayı ölene kadar sürdürdü.
Bu Hist ağaçlarının yollarından dönüp yaptıkları yanlışı anlayıp kendini düzeltmeyenlere verdiği bir cezaydı. Malen-Va için ise bu ebedi huzurdu. İşlediği günahların kefaretiydi. Hayatın anlamı ve amacıydı.
Sazerus Dnreigamamare
•
İleti Sayısı: 192
Üyelik Yılı: 2021
Imperium:
0
26-01-2021, 21:35
(Son Düzenleme: 06-02-2021, 00:43, Düzenleyen: Ecdad Computer.)
Yazar Hakkında:
"Tüm farklılıklara rağmen Tamriel'de yaşayan ölümlülerin bazı davranışları var ki hep aynıdır. Bu kitap serilerimde bunlara örnek olan kişilerin yaşadıklarını kaleme aldım. Umarım okuyucularımın hayatlarına bu canlı kanıtlar bir yol gösterici olur."
-Dnreigamamare, Sazerus
(D.4E 71-Ö.4E 122)
Cyrodiil'li Imperial, büyücü ve yazar.
Sun's Dawn'ın 26. günü, 4E 71'de Colovia'da doğdu. Second Seed'in 22. günü, 4E 122'de 51 yaşındayken Winterhold'da öldü. Çocukluğu, babasının işi nedeniyle Cyrodiil ile Skyrim'e devamlı yolculuklar yaparak geçti. 4E 79-4E 83 arasında üç yıl annesiyle birlikte Chorrol'da ki Stendarr Şapeli'nde yaşadı. Edebiyatla ilgilenmeye de burada başladı.
4E 87'de büyüye olan yatkınlığını fark etti ve Skingrad Büyücüler Loncası'na çırak olarak katıldı. 4E 89'da loncadaki eğitimine ara verdi ve yazarlığa yoğunlaştı. 4E 92'de annesiyle babasının ayrılmaları, ailesinin kendisine karşı katı ve anlayışsız tutumu nedeniyle para sıkıntısı çekmesi, Sazerus'un sevdiği kızla evlenmesini engelledi.
4E 95'te büyücülük öğrenimine geri döndü. 4E 96'da mezun oldu ve loncada öğretim üyesi oldu. 4E 89 ile 4E 99 yılları arasında sadece 6 kitap yayımladı ve bununla ilgili akademilerden pek çok ödül topladı. 4E 100'de yazmış olduğu yeni kitaplarıyla elde ettiği başarı, maddi sıkıntısını yenmesini ve evlenmesini sağladı. 4E 110'da baş büyücü oldu.
Çocukluğunda babasıyla olan seyahatleri sırasında Skyrim'e aşık olmuştu. Bu onu oraya çekti. 4E 120'de Winterhold'da taşındı. Birkaç yıl kadar Winterhold Koleji'nde yardımcı baş büyücülük yaptı. Sazerus için her şey çok güzel gidiyordu, ta ki 4E 122'de ki Büyük Çöküş felaketi baş gösterene kadar. Şiddetli bir fırtına denizle birlikte Winterhold'u vurmuş ve şehrin yarısını anakaradan söküp yok etmiştir.
Sazerus'ta o gün tesadüfen eşi ve kızıyla vakit geçirmek için kolejden ayrılıp evine gitmiş. Sazerus büyüleri ile fırtınadan korunmuş ancak her şey sona erdiğinde sahil şeredinde yer alan evlerini yerinde bulamayan Sazerus, çıldırarak uçurumdan denize doğru karısıyla çocuğunu kurtarma umuduyla atlamış. Fakat bir daha onu gören olmamış.
Bununla ilgili pek çok halk efsanesine de konu olmuştur. En bilineni, balıkçıların denizin üstünde gördükleri parlamaların Sazerus'un heyulasının büyülerinin yansımaları olduğu ve derinliklerde bir yerlerde hala eşiyle kızını aradığıyla ilgili efsanedir. Ama bunun küçük çocukların denize girmemeleri için uydurulup anlatılan masallar olduğu su götürmez bir gerçektir.
Her şeyden öte Sazerus her zaman tek bir büyü dalıyla çalışmanın kölelik olduğunu savunmuştur. Kitaplarıyla ise insanlara karşı bir yükümlülüğü olduğunu düşünmüş ve "insanlık için sanat" görüşüne dayalı yapıtlar üretmiştir.
İmparatorluk Şehri, Arcane Üniversitesi Yayınevi, 4E 191
I
Sazerus Dnreigamamare
Tarih 4E 40. Yer Yaztutan Adası'nın başkenti ve Aldmeri Hükümetinin kalbi Alinor Şehri. Maeqorwe ellilerinin başlarında bir altmer için genç sayılacak bir yaştaydı. Auri-El Tapınağı'nda rahiplik yapıyordu.
O gün Maeqorwe her zamanki gibi tapınağa gidiyordu. Ortalık yeni aydınlanıyordu. Sislerle kaplanmış sokaklardan geçtiği sırada sanki peşinde biri varmış gibi geldi ona. Durdu, dikkatle çevresine bakındı, ama kimseyi göremedi.
Maeqorwe ardından yoluna devam etti. Ancak daha sonraları da bu duygu peşini bırakmadı. İşin ilginci izlenme duygusunun giderek artmasına karşın peşindeki kişiyi bir türlü göremiyordu. Kaç kez aniden dönüp arkasına baktı, köşe başlarında bekledi yinede kimseyi göremedi.
Ta ki bir gün öğleye doğru tapınağın terasına çıkana kadar. Bu Maeqorwe'nin alışkanlığıydı. Günde en az bir kere terasa çıkıp etrafında dolaşır, kente bir göz atardı. O gün de öyle yaptı. Aniden orada bir de ne görsün; karşında korkuluklara konmuş ona bakan bir ejderha durmuyor mu?
Şaşkınlıktan dilini yutacaktı neredeyse. Şaşırmasına şaşırmıştı ama nedense hiç korku duymuyordu. Korkudan çok hayranlık uyandırmıştı ejderha onda. Maeqorwe hakkında okuduğu kitapların aksine bu gördüğü ejderha o kadar büyük değildi. Bir insan boyutundaydı aşağı yukarı. Yalnız kanat açıklığı çok genişti.
Güneşin altında yer yer kırmızılaşan altın sarısı zümrüdü pulları öyle güzeldi ki, gözlerini ondan alamıyordu. Tapınağı ve görevlerini unutup büyülenmiş gibi ölümsüzlüğün, bilgeliğin simgesi olan bu yaratığı izlemeye başladı.
Onu dakikalarca seyretti. Ama bir süre sonra bakmak yeterli gelmemeye başladı. Ejderhaya dokunmak, parlak pullarını okşamak için dayanılmaz bir istek uyandı içinde. Usulca ejderhaya yaklaştı. Bu büyüyü bozmaktan korkarcasına ağır ağır ilerliyordu ki ejderha ona yöneldiğini anladı.
Kıpırdanarak kanatlarını topladı. Maeqorwe gideceğinden, bir daha onu hiç göremeyeceğinden korktu. Hep orada, terasta kalmasını ve sonsuza kadar ona bakmak istiyordu. Ama ejderhanın gözleri tedirginlikle oynamaya başlamıştı. Uçmaya hazırlanıyor gibiydi.
Maeqorwe ani bir kararla ona doğru atıldı. O ejderhanın ürküp kaçmasından korkarken hiç beklemediği bir şey oldu! Zümrüdü Ejderha bir metre kadar havalandı, sonra Maeqorwe'ye kendi dilinde şunları söylemeye başladı:
"Drem yol lok joor."
Maeqorwe ejderhanın ne dediğini anlayamadı. Yaşanan kısa bir sessizlikten sonra ejderha birden Maeqorwe üzerine gelerek kocaman pençeleriyle onu omuzlarından kavradı. Maeqorwe kaçmayı düşünme fırsatı dahi yakalayamamıştı. Ejderha çok hızlıydı çünkü.
Birlikte havalandılar. Uçmaya başlayınca Maeqorwe korkuyla ayaklarını salladı. Oysa korkusu boşunaydı, Zümrüdü Ejderha öylesine güçlüydü ki, onu sanki hiç ağırlığı yokmuş gibi sürükleyip götürüyordu.
Yaşadığı yer Alinor kısa sürede ayaklarının altından akarak gerilerde kaldı. Zümrüdü Ejderha yükselmeyi sürdürüyordu. Bembeyaz bulutların arasından geçerek gökyüzünün katıksız mavisine ulaştılar. Bulutların koruyuculuğundan kurtulunca güneşin yakıcı ışınlarına maruz kaldılar. Neyse ki, ejderhanın altına kalıyordu; dev gölgesi onunla arasında yakıcı etkilere siper oluyordu.
Maeqorwe bunun için Zümrüdü Ejderha'ya teşekkür borçlu olduğunu hisseti. Uçuşları saatlerce sürdü. Nehirler, tepeler, denizler geçtiler. Sonunda karşılarına o güne kadar görmediği büyüklükte bir dağ çıktı. Dağın zirvesi bulutların metrelerce üstündeydi. Zümrüdü Ejderha dağın zirvesine doğru yükselişe geçti.
Maeqorwe o an farkında olmasada ejderha onu Vvardenfell'de ki Kızıl Dağ'a getirmişti.
Zirveye ulaştıklarında bu dağın sönmüş bir volkan olduğunu gördü. Ama volkanın ağzı o kadar genişti ki, Alinor kadar büyük bir bölgeyi rahatlıkla içine alabilirdi. Zümrüdü Ejderha volkanın içine süzüldü. Yeşilin her tonundan her çeşit ağacın yan yana sıralandığı sık bir ormana doğru inmeye başladılar.
Uzunca bir süre bu ormanın üzerinde uçtular. Derken ağaçların iyice bol olduğu yerde aniden görkemli bir saray beliriverdi karşılarında...
Sazerus Dnreigamamare
•
İleti Sayısı: 192
Üyelik Yılı: 2021
Imperium:
0
27-01-2021, 08:05
(Son Düzenleme: 06-02-2021, 00:43, Düzenleyen: Ecdad Computer.)
Giriş Bölümü
Hikaye Kadim Tomarlar'ın fantastik oyun evreninde geçmektedir.
Cyrodiil'in batı Leyawiin Şehri genç Marius'a şiddetli geçmişinden ve huzursuz ailesinden kaçıp kurtulmak için mükemmel bir yer gibi görünür. Ancak Marius'un bu süreçte hiç ummadığı şey, güzel Alessia Aurunceia'a aşık olup, vampirlerin yeri olan Volkihar Kalesi'nin içine düşüvermekti.
Alessia ile olan ilişkisine bir şans tanırken, aynı zamanda onu sürekli rahatsız eden vampir olduğunu öğrendiği eski kız arkadaşından kurtulmak için mücadele veren Marius, yalnızca kendi hayatını değil, çok sevdiği insan olmayan arkadaşlarının hayatlarını da tehdit edebilecek bazı kararlarla karşı karşıya gelir.
Vampirlerin özgürlük arayışları içinde kaybolup giden Marius, onların diyarına dalıp gider ve Volkihar'ın hükümdarının tüm vampirlerin babasının ve kendi içinde ki kötülüklerin tehditleriyle yüz yüze gelir. Şimdi Marius ya hayatını iyice yolundan çıkarıp, bu engebeli yolda karşısına çıkan yaratıklar için en ciddi fedakarlıkları yapacak, ya da her ikisi için de çok geç olmadan Alessia'la birlikte kaçıp gidecektir...
1. Bölüm
Issız Kent
Marius kalbini uzun süre önce çalan şehirde fevkalade karanlık ve kasvetli bir Morning Star sabahına uyanmanın nasıl bir his olduğuna dair yıllardır hayaller kuruyordu. İmparatorluğun Skyrim'de ki baş karargâhı başkent Solitude. Her zaman hayranlık duymuştu ancak şimdiye kadar hiç görememişti. Sonunda evdeki karmaşadan kendisini azat etmek üzere Skyrim'e yola koyuldu. Bu yolculuğu bir başarı olarak görebilmesi için Cyrodiil'e ruhen tanınmaz bir halde dönmesi gerekiyordu. Zira eğer aynı kişi olarak dönerse tepesine Oblivion kapıları açılırdı ve zaten yeteri kadar bedel ödemişti.
Üzerini giyindikten sonra, alıp alacağı en pahalı kıyafeti olan özel vahşi hayvan kürkünü giydi. Bu eşyasının ona hissettirdiği şeyler altınla satın alınamayacak kadar değerliydi. Ona kendini gerçek bir Kuzeyli gibi hissettiriyordu. Onu giyince gizemli, yakışıklı ve hatta egzotik bile olabiliyor, onu bir zamanlar içinde bulunduğu esir hayatından alıp götürüyordu. O ve kürkünün küçük sırrı. Aklına gelince kahkahalar attı. İnsanlar aceleyle girip çıkarken hanın kapısının arasından giren soğuk hava adeta Marius'un yanaklarını ısırıyordu.
Dışarı çıktı ve bugün için neler yapacağına göz gezdirmek için çantasından, içinde notlarının ve haritalarının bulunduğu kara kaplı defterini çıkardı. Yazdığı kitabın üstünde çalışmak ve hayalini süsleyen yerleri görmek listesinin birinci sırasındaydı, ancak bir yanı da ilk günden plan yapma taraftarı değildi. Yaprakların uçuşmasına aldırış etmeden defteri çantasına geri attı. At arabası beklediği sırada köpeğini gezdiren yirmili yaşlarının başında bir genç kadın onu yüzünde bir sırıtmayla baştan aşağı süzerek yanından geçti.
Marius yüzünü yana çevirdi. Skyrim Kuzeylilerinin soğuk, acımasız barbarlar olduğu söyleniyordu ama Marius bunun tam aksini düşünüyordu. Ancak yine de bu tarz bir ilgi hoşuna gitmedi. Marius biraz çekingen olduğundan olsa gerek, zaten özellikle tuhaf tipleri kendine çekme konusunda da ustaydı. Tıpkı geride bıraktığı eski sevgilisi gibi. Eski sevgilisi onu söylediği sözlerle öldüresiye dövmeye bayılırdı. Sonunda Marius öfkesine yenilerek hayatında ilk defa birine ona tokat atmıştı. İşte Marius o zaman Skyrim'e gelmenin zamanı olduğunu anladı.
Bir süre köpeğini gezdiren kızı izledi, ona doğru yanaşan at arabasını görünce sevindi. Blue Place'e sürmesini söyledi. Yolda bir şarap tezgâhı gördü ve burası gözüne, 2920: İlk Çağ'ın Son Yılı romanına gömülmek için mükemmel bir yer olarak gözüktü. "Bayım? Sanırım burada kalabiliriz." dedi Marius. Ardından at arabasının yavaşladığını hissettiğinde sürücünün yüzüne minnettarlığını belirten bir bakış attı ve ücreti olan 5 septimi uzattı. "Eğer isterseniz buradan Blue Place'e yürüyebilirsiniz, lordum. İyi bir gün geçirmeniz dileğiyle "diye karşılık verdi sürücü.
Tezgâha yaklaşmadan önce şöyle bir baktı ve o büyüleyici halini çok beğendi: oldukça eskimiş ve yıpranmış tahta tabela ve bomboş, duygusuzluk içinde ki tezgâhtar... Yazmak ve okumak için ideal bir şekilde gözlerden uzak sessiz bir yer. Dakikalar sonra bir bardak alto şarabı elindeydi, karşıdaki terk edilmiş masalara doğru yöneldi. Çantası birden omzundan kayıp pat diye yere düştü ve kara kaplı defterinin içindeki sayfalar da etrafa saçıldı. Bir yandan elindeki şarabı zorlukla dökmemek için çabalarken bir yandan da ortalığa saçılan eşyalarını toplamak için eğildi.
Hafifçe esen rüzgâr, kâğıtları karların eridiği çamurlu su birikintilerine doğru uçurdu ve yazıları cıvık bir karmaşa haline getirdi. Tüm bu olanlar, anlayamadığı bir şeyin ona çarpıp dengesini kaybetmesine neden olmasıyla sona erdi. Tuhaf bir sesle küt diye yere düştü ve betona yapıştığı anda bir an irkildi, gözlerini açtığında her yanının şarap olduğunu gördü. Şaşkın ve mahcup bir halde doğrulup zavallı büyülü kürküne baktı. Derken perişan bir ses yükseldi. "Ah beyefendi, çok üzgünüm! Kalkmanıza yardım edeyim. Gerçekten çok özür dilerim, ben sadece... Bağışladınız mı beni?"
Orta boylu, zayıf bir kadın eğilip Marius'un eşyalarını toplamaya başladı ve ayağa kalkması için ona elini uzattı. Yoğun koyu mavi gözler, dağınık kısa sarı saçlar, samimi bir yüz. Sebep olduğu kaza nedeniyle Marius öfkeli görünmediğini umarak gülümsedi ve başını salladı. "Önemli değil leydim," dedi Marius. "Hayatım büyük ölçüde böyle geçer zaten." diye devam etti. Marius yüzündeki darmadağın olmuş uzun kahverengi saçlarını arkaya doğru attı. "Bir dakika. Gerçekten beyefendi denecek kadar yaşlı mı gösteriyorum? Sekizler aşkına daha yirmi yedi yaşındayım."
Marius yabancının elini tutup ayağa kalktı ve gözlerine bakmadan önce ellerini üzerine sildi. Yüzünün kızardığını hissetti. "Ah, hayır, sanırım öyle göstermiyorsunuz. Sadece alışkanlık, çok üzgünüm. Dikkatsizce davrandım, bu yüzden... Tekrar, özür dilerim." gözleri kendini affettirme umuduyla parıldıyordu. "Endişelenmeyin. Kalkmama yardım ettiğiniz için teşekkür ederim." Marius yabancının sert bakışlarından korkup yere baktı, ancak bakışlarını ondan uzun süre ayıramadı.
Yabancının solgun teni ve elmacık kemikleri müthişti ve sol kaşının üstündeki yara her ne kadar bu mükemmel özelliklerine uymasa da yine de Marius'un gözünde garip bir şekilde onu daha da cazibeli kılıyordu. Marius söyleyecek bir şeyler düşünmeye çalıştı ancak ağzından tek kelime bile çıkmıyordu. "Pekâlâ, o zaman en azından size yenisini getireyim. Siz şöyle oturun." En yakın masayı göstererek cevabı Marius'un ağzına tıktı. "Hayır, gerçekten zahmet etmenize hiç gerek yok," diye atıldı Marius.
"Bunu yapmak istiyorum, gerçekten." Tezgâha doğru yürüdü. "Sadece bir dakika sürecek." Görünüşe göre gözleri şarap şişelerindeydi. "Hemen geliyorum," diyerek fırladı. Marius yenilmiş bir ifadeyle hemen yanındaki sandalyeye çöküverdi. Buraya değişmek için gelmişti ne de olsa. Tek ihtiyacı olan daha açık olmak ve biraz gevşemekti. Zaten kadın da oldukça normal birine benziyordu. Leyawiin'de bıraktığı sürtük karıyla alakası yoktu. Ancak yine de görünüş aldatıcı olabilirdi.
Marius bir yandan da nereli olabileceği konusuna kafa yordu ve dönmesini bekledi. Emin değildi ama aksanı Cyrodiil'li gibiydi. "Evet, işte hazır". Marius'un dökülen şarabının yenisini getirdi. İki bardakla geldiğini fark etti. "Yeri gelmişken, bazıları yılın bu zamanı dışarıda böyle oturmak için biraz soğuk olduğunu düşünür. Sakıncası yoksa size eşlik edebilir miyim? İsterseniz daha sıcak bir yere de geçebiliriz," dedi yabancı gülümseyerek. "Aslında ben soğuğu seviyorum. Kuzeyli kanımdan kaynaklansa gerek. Elbette eşlik edebilirsiniz, ancak lütfen, sizi tutmak istemem. Şarap için de teşekkür ederim," diyerek, Marius'da ona hafif bir tebessüm yolladı.
"Sizi öyle düşürdükten sonra en azından bu kadarını yapayım. Acele ediyordum ama aradığımı buldum." Kadın Marius'un bir süre yüzünü inceledi ve sonra oturdukları yerin tam çaprazındaki dükkânın üst katındaki pencereyi işaret etti. "Şu malikânenin üst katında bir akrabam oturuyor ancak bu onu yeni evinde ilk ziyaret edişim. Üstelik ona uzun zamandır da gitmemiştim. Buraya geldiğim için çok heyecanlandım. Daha şimdiden iki kere kaybolmayı başardım." Kadın güldü, sonra şarabından bir yudum aldı.
Bahsi geçen şık malikâneye Marius dikkatlice baktı. "Yaşamak için harika bir yer. Tahmin edecek olursam ailen burayı çok seviyordur." dedi Marius. "Evet, duyduğum kadarıyla öyleymiş, kulağa harika geliyor." Genç kadın Marius'u bardağından şarap içerken izledi. "Peki, siz sadece ziyaret amacıyla mı buraya geldiniz? Sizi Skyrim'e getiren şey nedir?" Kadın Marius'un karşısına oturup, kollarını göğsünde bağladı. "Evet, buraya ziyaret amacıyla geldim." Marius boğazını temizledi. "Aslında doğum günüm için buradayım, tek başıma geldim. Çocukluğumdan beri Skyrim'e ve buraya gelmek istemişimdir, kısmet bu yılaymış ve... İşte buradayım."
Marius'un teknik olarak zamanlaması mükemmeldi. Eğer fırsatı varken gelmeseydi doğum gününü üzgün bir halde evinde geçirebilirdi. "Doğum günün, demek? Hem de tek başına? Anlaşılan yalnızlığı seviyoruz biraz?" diye kadın şaka yaptı. "Demek istediğim, şimdiye kadar ziyaretlerim süresince iş gezisine gelenler hariç tek başına buraya gelen fazla kişiye rastlamadım. Bilhassa doğum günü için gelene hiç rastlamadım. " Genç kadın gülümsüyor ve konuşurken, kollarını göğsüne düğümleyerek ara sıra aşağı bakıyordu.
İçten görünüyordu. Mütevazıydı. Bu Marius için ferahlatıcı bir duyguydu. "Sadece içe kapanığım sanırım. Yalnız kalmayı pek umursamam." "Sessizlikle aran iyidir o zaman." Kadının gözleri Marius'un gözlerine kenetlendi, sanki aniden orada bir şeyler arar gibiydi. "Peki, sana günün geri kalanı için hangi planların olduğunu sorabilir miyim? Yani olur da yol arkadaşı istersen diye. Davetsiz misafir olmak istemem."
Marius bu kadar açılmayı istiyor muydu peki? Günlüğü öylece çantasında durmuş onu bekliyordu. Ama o etrafında olduğu takdirde yazamazdı.
"Sadece içine kapanık biriyim, asosyal değil," dedi Marius gülümseyerek, karşılık olarak kadın da güldü. Marius daha sonra kalemini çalıştıracaktı. "Blue Place'e gidiyorum, sonrası için de emin değilim," "Eğer istersen seninle beraber Blue Place'e kadar yürüyebilirim.". Kadın gözlerini Marius'un gözlerinden ayırdı, istekli ifadesini ses tonuna yansıttı. "Seni ailenden alıkoymadığım sürece, neden olmasın?" Marius üstündeki pencereyi işaret etti. "Hayır, alıkoymuyorsun." Kadın ayağa kalktı, yüzünde memnuniyet ifadesi vardı.
"Fazla sürmez. Sana oraya kadar eşlik eder, sonra geri dönerim." Marius ona yolu göstermesine izin verdi ve bu sefer çantasını omzuna daha yüksekten asarak, içi yarıya kadar şarap dolu bardağına iki elle sarıldı. "Peki." Kaldırımda yürürken Marius'a döndü ve sırıtarak, "Hazır buradayken ne aradığını da biliyor musun?" dedi. "Bir şey aradığımı da nereden çıkardın?" "Öyle görünüyorsun. Gözündeki o maceracı parıltı. Yürüyüşündeki kararlılık. Her şeye tek başına meydan okuman, şehri kasıp kavurman, hep bir şeyler araman. Bakışların her şeyi anlatıyor."
Marius saçlarını kulağının arkasına doğru sıkıştırırken, yapmacık bir gülümsemenin yüzüne yayılmasına izin verdi. "Ne yani, bana psikolojik analiz mi uyguluyorsun?" "Sanırım yakalandım." "Cyrodiil'de yaşıyorum ve kafamı boşaltmak için uzaklaşmaya ihtiyacım vardı. Arkamda bir yığın dram bıraktım, hepsi bu." "Nasıl olduğunu bilirim. Buraya taşınmayı düşündün mü hiç?" "Ne, Skyrim'e mi? Peki sen düşündün mü? Sahi, sen nerelisin?" "Cyrodiil'liyim ama şu an High Rock'ta yaşıyorum. Skyrim'i de seviyorum gerçi. Belki bir gün cesaretimi toplayıp buraya yerleşebilirim."
"High Rock'tan buraya taşınmak, Cyrodiil'den buraya taşınmaktan çok daha farklı. O kadar cesur değilim." "Bence bunu düşünmelisin. Özellikle de evde işler yolunda gitmiyorsa." Marius ellerini eldivenlerinin içine iyice soktu ve ürpererek düşündü. Kadın konuştukça ağzından tatlı sırlar dökülüyordu ancak Marius onun dünyasına giremiyor ve şifrelerini çözemiyordu. Kelimelerini seçerken dikkatliydi ancak dürüsttü. Marius kendini sersem bir çocuk gibi hissetti, verdiği tepki neredeyse naifti ki, Marius kesinlikle naif değildi. "Böyle bir şeyi asla yapamam," dedi Marius.
"Neden olmasın ki? Çocukluğundan beri buraya gelmek istediğini söylemedin mi? Görünüşe göre sen de isteklisin." "Evet, ama bu hiçbir şeyi düzeltmez. Sadece sorunlarımdan kaçmış olurum." "Peki... Şu an tam da bahsettiğin şeyi yapmıyor musun?" "Sen bana psikolojik analiz yapıyorsun, biliyordum!" Marius onu omzundan iterek şakalaştı. "Aynı şey değil, çok sağ ol. Dediğim gibi, kafamı boşaltmak için buradayım. Yani eve gittiğimde işleri yoluna koyma adına bir şeyler yapabilirim." Marius ona baktı, halinden memnundu.
"Demek istediğim, görünüşe göre buraya taşınmak için söylediklerinden daha çok gerekçen var. Sadece sorumluluklarından kaçıyor olamazsın. Eşyalarını toplayıp kilometrelerce uzağa taşınmanın daha güçlü sebepleri vardır. Seni değiştirir. Bu konu da bana güven." Genç kadın göz kırptı ve elindeki boş bardağı yere attıktan sonra Marius'la kalabalık sokakta birlikte yürümeye devam etti. "Hem eve dönmekte bu kadar kötü olan ne var? Sadece doğum günün için burada olmadığın belli."
Marius karşısındaki kadından hoşlanmış olsa da bunu tamamen yabancı birine anlatması mümkün değildi. "Sadece kendimi kötü bir duruma soktum ve içinden çıkmam bana bağlı değil." Genç kadın bir an duraksadı. "Onu henüz terk edebilir miyim pek emin değilim." Kadın kafasını salladı. "Hislerini anlıyorum. Yabancı birinin fikirlerine ihtiyacın olduğundan değil ama insanları okumak konusunda iyi olduğumu söylemeliyim." Kadın gözlerini aşağı indirdi ve sanki nerede olduklarını bildiğinden emin olmak istiyormuşçasına, yürürken birkaç dakikada bir başını kaldırıp etrafa kısa bakışlar attı. "Ben sana ondan uzak dur derim. O kişi her kimse. Üzerinde bu kadar güce sahip biri tehlikelidir."
Marius kadının bu doğal anlayışlı hali nedeniyle ona kulak verdi ve acaba daha fazla şey anlatsa mı diye düşündü. "Sağ ol... Güvenoyu için. Sanırım bu durumu eve gidince çözeceğim." "Senin gibi sessizlikle barışık olmak güzel olmalı." Buz gibi soğuk bankta pinekleyen kat kat giyinmiş yaşlı adamın yanından geçerken, kadın başını kaldırıp ona baktı. "Kalabalığa ihtiyacım var. Yalnız olmak kulaklarımı acıtıyor." Bu sözlerin ardından sessizce içini çekti. "Hiçbir zaman kalabalık içinde bulunmadım. Böyle bir şeye ihtiyaç duyduğumu hiç sanmıyorum. Ben sadece" "Kendine güven." Kadının gözleri yine Marius'un gözlerini aradı ve Marius küçük bir çocuk gibi utandı, hemen yüzünü ellerinde odunlarla yanlarından geçen yaşlı kadına çevirdi. Kadın kendisini izlediğini anlayınca tekrar yüzünü ona döndü.
"Peki ya sen?" dedi Marius. "Hiç de kalabalıklara ihtiyaç duyacak biri gibi durmuyorsun. Sessiz bir tipe benziyorsun." Bir o kadar da büyüleyici ve aşırı derecede güzel. Marius bunları da söylemek istedi ama düşüncelerinin içinde kayboldu ve havalı bir yüz ifadesi takınmaya çalıştı. Sanki nasıl olduğunu biliyormuş gibi. "Evet, ben de biraz insanlardan uzak yaşayan biriyim," dedi kadın. "Sadece insanları gözlemek için kalabalıkların içinde olmayı tercih ediyorum. Olaylarla başa çıkmamada yardımcı oluyor. Aşırı yalnızlık kafamı bulandırıyor."
"Yalnızlığı seven iki insanız değil mi? Birbirimizi böyle bulmamız tuhaf." Marius alt dudağını ısırdı, kadının derin bakışlarından kaçmak için arkasındaki sokağa baktı. Blue Place gözünün önünde belirdi ve içinde bir parça hayal kırıklığı hissetti. Marius onunla konuştukça git gide daha çok çekimine kapılıyordu. Kadın da Ulu Kral'ın malikânesini gördü. Konuşmasını hızlandırarak, Marius'un hakkında ezbere sorular sordu; en sevdiği kahraman Ejderdoğan, en sevdiği yazar Güneşhisarlı Lathenil, en sevdiği müzik aletini sorunca Marius durdu ve "Bütün bunları bana neden soruyorsun?" dedi.
"Bir sebebi olması gerekir mi? Sadece konuşmak için soruyor olamaz mıyım?" Marius'a meydan okuyarak sırıttı. Marius pes ederek gözlerini devirdi. "Ut ve flüt." "Yılın en sevdiğin dönemi? "diye sordu kadın. "Sonbahar." diye cevapladı Marius."Evet." dedi kadın sonra Dikkatini Ulu Kral'ın evinin girişine yöneltti. "Net bir şekilde görebiliyorum." O eve hayran bir şekilde bakarken, Marius'ta onu inceledi. Onda onu rahatlatan, neredeyse ona tanıdık gelen bir şeyler vardı. "Blue Place'e hoş geldiniz." Kadın önlerindeki harika tarihi eseri jestleriyle göstererek Marius'u daldığı düşüncelerden uyandırdı.
"Bunun için uzun süre bekledim." Marius manzaraya öylece bakakaldı. "Eşlik ettiğin için teşekkürler." "İstediğin zaman." "Burada olmamın bir sebebi daha var bu arada." Marius döndü, ona veda etmek için hazırdı. "Nedir o?" "Böyle bir deneyim yaşamak." "Öyleyse, iyi ki sana rastlamışım." Birbirlerine baktılar ve sonunda gözlerini ilk kırpan kadın oldu, yüzünde nefes kesici ve tamamen yasaklanması gereken bir gülümseme belirdi. "Bak, birkaç haftalığına şehirde olacağım. Olur, da istersen, beni daha önceden bahsettiğim akrabamın evinde bulabilirsin, sana başka yerleri de gösteririm belki."
"Kesinlikle." "Büyük hamle için düşün. Bırak onu." Marius parmaklarını saçlarına götürdü ve başını sokağa çevirdi. "Karar verirsen bana da haber ver." "İnan bana, ilk senin haberin olacak." "Adını hala bilmiyorum." "Marius. Marius Mothril." "Bende Alessia. Alessia Aurunceia. Seni düşürmek güzeldi." "Evet, çok sağ ol." Marius gülerek başını salladı. Alessia geriye yürüyerek yavaşça gözden kaybolurken, "Sadece seni tanımak istemiştim!" diye bağırdı.
Marius, Alessia'nın arkasından el sallarken, gönlünü fetheden bu şehirdeki en gizemli anını yaşadığı şarap tezgâhına dönüşünü izledi. Alessia daha evvel yanından geçtikleri yaşlı adam için cebinden altın çıkarıp verdiğini ve onunla tokalaştığını gördü. Marius onlara bakakalmıştı, kendi kendine gülümsedi ve görevine koyuldu. Kıymetli kürkünü boynuna daha sıkı sardı ve eldivenlerini düzeltti. Belki de Alessia haklıydı. Tam o an, Marius farklı bir benliğinin Alessia'nın bahsettiği yeni hayatı yaşadığını görür gibi oldu ve bu ona kendini çok iyi hissettirdi. Alessia'nın bedeni Solitude deryasında kaybolup gitti, Marius'ta belirsiz ancak cazip bir gelecekle öylece kalakaldı. Anlaşılan o ki Skyrim karşı konulamaz bir güç ve aynı zamanda yetenekli ve kusursuz bir hırsızdı. Çünkü Marius'un ruhu artık onundu...
2. Bölüm
Eski Vampir Sevgili
Marius işe gitmek için kömür siyahı atına binmek üzere dışarı attığı adımda o sıcacık esinti onu baştan aşağı arındırdı. Sıcak havayı derin derin içine çekerek karşıladı. Kavurucu bir ateş gibi geldi önce ve sonrasında da vücuduna tıkılıp kalmış, onca zamandır öylece hareketsiz duran hayatını canlandırdı. Marius mevsimin Mid Year olmasıyla hissettiği heyecan bambaşkaydı, onun o boğucu sıcağını ve rutubetli ihtişamını özlemişti. Kolsuz giysisi çoktan terden sırılsıklam olmuş, o da deri eyere adeta yapışmıştı, ıslak saçları rüzgârda dans ediyordu. Açık, saçık, gerçek ve canlı.
Marius Kuzey Leyawiin'e gitmek için hızla yola çıktı, sekiz buçuk yıldır her gün gidip gelmekten bıkmış olmasına karşın güneşin altında at sürmekten büyük haz duyuyordu. Batı Leyawiin'de yaşıyordu ancak Kuzey Leyawiin'de yer alan küçük bir kitapçıda çalışıyordu. Marius'un evinin etrafında geniş ve bomboş arazilerden, tek tük bir iki komşudan ve ailelerin işlettiği dükkân ve tavernalardan başka pek bir şey yoktu. Marius'un mahremiyete ve zengin imparatorluk kültür ve tarihine ihtiyacı vardı. Şehir içinde kısa bir seyahat yeni hayatı için adil bir alış veriş olacaktı. Kaldı ki bu yaz yapacak başka ilgi çekici bir şey de yoktu.
Kütüphanenin ağırına vardığında atını bağladı, bir yandan da acaba eski kız arkadaşının atı da burada mı diye ortalığa bir göz attı. Marius onu bir haftadan fazladır görmemişti ve artık bu sefer onu ciddiye almasını umuyordu. Beyaz atı ortalıkta yoktu. Kötülüklerin üzerini örttüğü için daima minnettar olduğu büyük beden iş kıyafetini omzuna attı ve içeri girmeden önce etrafa son bir defa göz attı. Marius işe giriş saatini deftere yazdığı sırada arkasından sinir bozucu derecede şirin bir sesin, "Yeni çıkanlar köşesi pek boş görünüyor Marius, şekerim," dediğini duydu. Ses, en gereksiz işler dalında uzman olan Khajiit Rohava'ya aitti.
Marius işe başladığından beri istisnasız bir şekilde her gün kapıdan içeri girmesini ve söylediği işleri yapmasını izliyordu. Rohava, Marius'un güvenilir olduğunu ve işini çok sevdiğini bilirdi ancak yine de bir gün olsun ona güzel bir söz söylememişti. Marius bir yığın kitabı kucaklayıp yeni çıkanlar bölümüne giderken aynı şirinlikte, "Hemen ilgileniyorum," diye cevap verdi. "Fazla oyalanma. Bu sabah için sana başka işler de vereceğim," dedi Rohava ve sonra şatafatlı üniformasını düzeltip, gözü sürekli civcivlerinin üzerinde olan tavuk bakışını attı. Marius başını yana çevirir çevirmez gözlerini devirdi ve Rohava'nın tatmin olması için işinin başına döndü.
Rohava gözden kaybolur kaybolmaz Marius haftalık ayininin en önemli kısmı için ortalıktan sıvıştı. Uzaklaştırma büyülerinin olduğu kitaplara hızlıca göz gezdirip koruma büyüsü aradı, sonra da kopyalarını çıkarmak için sessizce arka odaya gitti. Henüz hiçbiri Marius'un işine yaramamıştı ancak tüm bu büyücülük olaylarında daha yeni olduğu için iyimserdi. Yeni büyülerini yazdığı parşömenleri cebine tıkıştırıp sihir marketine gitmek için en uygun anın ne zaman olduğunu düşünerek, yeni çıkanlar köşesine gitti. "Pekâlâ, bu hafta sonu için planımız nedir?" Bu soru Marius'un hemen arkasından geldi. Vücudu irkildi ve omuzları birden gerildi.
Çenesini kenetleyip aniden geriye döndü, karşısında tipik kibirli, kendini beğenmiş, öz güveni çok yüksek uzun boylu ve altın tenli tanıdık Kıdemli bir Elf kadını vardı. Zehirli ve katlanılamaz olmasına rağmen inkâr edilemeyecek kadar masum görünümlü bir yüz ifadesi takınıyordu. "Bunu yapmandan nefret ettiğimi biliyorsun," dedi Marius. " Ve burası da hiç yeri değil." diye ekledi. Marius böyle zamanlarda oldukça ciddi göründüğü için memnundu. Sinirli görünmesi gerektiği zamanlarda çok yardımı dokunmuştu. Gelgelelim Marius bakışlarını daha fazla sürdüremedi. Yutkundu ve aşağı baktı, sonra tekrar başını kaldırıp yukarı baktı.
"Eğer bunca zaman benden saklanmasaydın, iş yerine kadar gelmeme gerek kalmayacaktı," dedi. Her zaman ki gibi kendinden emin bir şekilde sırıtarak Marius'un üzerine bir adım daha yaklaştı. "Neden savaşıyorsun bilmiyorum aşkım, sadece laftan ibaret olduğunu biliyorsun." Kötücül gülümsemesi daha da büyürken, "İkimiz de asla yeterince güçlü olamayacağını biliyoruz," diye fısıldadı. Elleriyle yüzünü okşadığında Marius'un tüyleri ürperdi, midesini bulandırıyordu. Tüm vücudu tiksinti duygusuyla titredi. Marius onun esiri gibiydi, üstünde inen felç duygusuyla savaştı ve gözlerini kırptı, parmaklarını dışa doğru esneterek, onlara işlevlerini hatırlattı. Her yerde bunu görebilecek insanlar vardı. Sakin olmalıydı. O kadar aptal değildi. En azından burada değil.
Marius'un vücudunda büyük bir endişe yumağı oluştu. Dişlerini sıkarak, "Bu hafta hiçbir şey olmayacak, Elsynia. Ve ikimiz de iyi biliyoruz ki biz diye bir şey yok! Artık benden uzak duracaksın." Marius dişlerini sıktı ve bir olay çıkmadığından emin olmak için sağa sola bakındı. "Ben yeterince güçlüyüm. Artık değiştim ve buna inanıp inanmaman umurumda bile değil!" Elsynia, Marius'un kolunu birden sıkıca kavradı, bir kadına göre fazla sertti. Eğilerek doğrudan kulağına fısıldadı. Puslu koyu yeşil gözlerini Marius'un gözlerine dikti, ona değer veriyormuş gibi bir sesle konuştu. "Ah, tabii ki değiştiğine inanıyorum sevgilim. Her zamankinden daha çok korkmuş olmalısın ve bu korku seni güçlü olmaktan alıkoyuyor tatlım. Buna ister inan ister inanma."
Elsynia, Marius'un kolunu bıraktı ve dönüp gitmeden önce onu dudağından öptü. Dudakları dudaklarına değdiği an irkildi. "Sundas günü saat altı da evine geleceğim." Hiç dönüp bakma zahmetinde bile bulanmadı. "Ah! Bu hafta olmaz doğru ya. Önümüzdeki hafta. Bu hafta bazı işlerim nedeniyle şehir dışında olacağım." Sadece başını çevirip göz kırptı. "Yokluğumda kendine iyi bak yakışıklım." Elsynia ön kapıdan dışarı çıkarken Marius'u adeta yaralanmış bir av gibi aç ve saldırıya hazır avcıların arasına bırakıp gitti. İş arkadaşlarının görmemiş olmasını umut ederek, titrer halde hızla içeri girdi. Dışarı çıkıp nefes almak zorundaydı.
Zihnindeki davetsiz, zorba avcılarla savaşa tutuşmadan, kendini daha da kaybetmeden önce biraz yalnız kalmalıydı. Envanter odasındaki arka kapıdan çıktı ve güneşin ısıttığı beton duvara sırtını dayayıp gözlerini kapattı, yavaşça kayarak dizlerinin üstüne çöktü. Marius kendi için hazırladığı bu şahsi Oblivion düzlüğünden kaçmasına asla izin vermeyecekti. Marius onu hayatına soktuğu için duyduğu ve onu günden güne tüketen utanç ve suçluluk duygusundan kurtulmasına asla izin vermeyecekti. Leyawiin'e taşındığında onunla arkadaşlık eden ilk kişi Elsynia idi, yanında kendini çok rahat hissettiği biriydi. Beyni anlamsız ve tutarsız düşüncelerle çalkalanırken, derin bir nefes aldı. Nasıl bu kadar kötü bir karar alabilmişti? Paramparça olmuş duygularına cevap açıktı.
Bu soruyu kendine her gün sordu ve yaptığı garip hareketten sonra da, artık kendine karşı dürüst olmalıydı. Daha önce bir boşluğu doldurmasına yardımcı olmuştu ama artık bu zayıflığı onu her yerde, hatta kendine yeni bir başlangıç hazırlamak için geldiği yerde bile bir şekilde bulup ele geçiriyordu. Marius betona oturmuş kafasında giderek hiddetlenen savaşla mücadele ederken, her an Rohava'nın gelip onu işten kovabileceğinin bilincindeydi ancak ne onu ne de işini düşünecek durumda değildi. Aklında sadece Skyrim gezisi vardı, orada nasıl kendini bulduğu, nasıl özgür hissettiği. Tamriel'in uzak bir köşesindeki farklı bir ülkede, farklı bir kültürde onu, ardında bıraktığı evdeki geçmişe bağlayan her şeyden nasıl uzaklaştığı.
Hiç kimse tanımıyordu onu ve geçmişi hatırlatacak tanıdık hiç bir şey de yoktu. Yeniden doğmanın yaşatacağı hissi hayal etmeyi, karşılaştığı yerlere ve kişilere yeni anılar yükleyebilmeyi anımsadı. Marius Leyawiin'e güzel bir gelecek kurmak için gelmişti. Onunla tanıştı. Hata yapmış olsa bile ondan kurtulmaya çalışmalıydı. Eğer böyle giderse... Onu kendinden uzak tutup yardım alması gerektiğini biliyordu. Cebinden büyülerin yazılı olduğu kâğıtları çıkarıp baktı. Bir an önce Büyücüler Loncasına gidip gerekli malzemeleri Harkalt gelmeden almalıydı. Harkalt. Tüm bu olup biteni Marius ondan nasıl gizleyecekti? Bunu bir şekilde yapacaktı. Birden ayağa fırladı, kalbi yerinden çıkacak gibiydi, yüzüne düşen saçlarını topladı ve hışımla üstünü düzeltti.
Bir kez, ardından bir kez daha derin bir nefes aldı, çıldırmış gibi göründüğünden emindi. Umursamadı. Bu görünüşten kurtulmalıydı. Leyawiin Marius'un Solitude idi. Bu yüzden buraya taşınmıştı. Bir an boş bulunarak bir canavarın hayatına girip cesaretini ve itibarını son damlasına kadar kurutmasına izin verdi diye neden yeni bir hayata başlama şansını çöpe atsın ki? Nasıl ki bir önceki tacizciyi geride bırakabilecek kadar güçlü olup kendini bulunduğu yerden söküp başka bir şehre taşınmışsa, Elsynia denen bu iğrenç hastalıktan da kurtulabilecek kadar güçlü olabilirdi.
Sert bir rüzgâr esti ve Marius kara bulutlara doğru baktı. Çakan şimşekle sersemlediği anda arka kapı kendiliğinden açılıp beton duvara güm diye çarptı. Rohava kafasını çıkarıp Marius'a baktı. "Sen ne halt ettiğini sanıyorsun? İş saatlerinde buralarda dolanıp dükkânı böyle bırakamazsın! Kusura bakma ama bu on beş dakikalık oturma molaların biraz fazla oluyor." Marius ona baktığı an laf kalabalığı kesildi. Yüzündeki alt üst olmuş ifadeyi fark etmiş olmalıydı. Duyduğu utanç, yüzündeki sert ifadeyi sildi ve gözleri birden ayaklarına çevrildi. "Oturmuyordum, Rohava. Buna inanırsan tabii."
"Bak Marius," dedi tereddüt ederek. "Yine şu kız değil mi? Biliyorum, beni alakadar etmez ama ikinizi az önce gördüm. Ve" gergin bir şekilde parmaklarını o sarı, bandana bağlı saçlarına götürdü, "Hiç tekin gelmedi bana. Hem de hiç. Tüylerimi diken etti. Yani sana olan bakışları ve senin vücut dilin falan..." Rohava söylediklerinin Marius tarafından dikkate alındığını görünce dudaklarını birbirine kenetledi ve sonra, "Bence o hiç de iyi biri değil. Hem seni de böyle çileden çıkarması..." Çileden çıkmak. Çokbilmiş Rohava. Bu işgüzar çıkarımlarıyla hedefi tam da on ikiden vuruyordu.
"Şey... Sağ ol Rohava. Gösterdiğin ilgi için minnettarım ama sorun yok. Sadece yeni ayrıldık ve biraz zor zamanlar geçiyoruz. " Marius'un en iyi yapabildiği şey gerçeğin yarısını ifade etmekti. "Anladım. Bu konuyu burada kapatıyorum. Ama olur da konuşacak biri ararsan her zaman yanındayım." "Teşekkürler." Rohava başıyla onaylayarak hemen kapıya doğru yöneldi. "İçeri dönsem iyi olur. Birkaç dakika mola verip toparlan, sonra içeri gel. Bu sabah yapacak çok işimiz var." Marius kapıyı kapatışını izledi ve derin bir nefes alıp bir kez daha gökyüzüne baktı. İş başında sorunlarını bölümlere ayırırken aklı, Rohava'nın aslında bugüne kadar tanıdığından çok daha anlayışlı biri olduğunu tescil etti.
Artık daha dikkatli olması gerekecekti. Bunları aklından çıkardı ve onun yerine nihayet Elsynia'dan kurtulmak ve rahimde bekleyen yeni hayatını doğurtmak için aldığı kararları düşündü. Gökyüzü siyahtı artık ve şimşekler daha da belirginleşiyordu. Yoğun, soğuk yağmur damlaları vücuduna çarptıkça irkiliyordu. Saçları yağmurdan dolayı sırılsıklam olmuştu. Yağmur alnını arındırırken onu bozguna uğratmaya gelen düşmanların mağlubiyet içinde kaçtıklarını hissedebiliyordu. İçinde nedensiz bir azim yükselmeye başladı ve yüzünde umut dolu bir tebessüm oluşturdu. Kapıya ulaştı, ikinci kere esen rüzgâra tutunup hızla içeri girdi...
3. Bölüm
Kardeşlerin Buluşması
Marius gece nasıl uyuyabildiğini bilmiyordu ama yine de yataktan çok dinç kalktı. Belki de kardeşi Harkalt'ı göreceği içindi. Marius Skingrad'dan taşındığından beri Harkalt'ın onu ilk kez ziyarete gelişiydi. Yazın işi olmadığı için tatil iznindeydi, bir süre Marius'u görmeye gelebilecekti ve onun da fena halde ağabeyinin manevi desteğine ihtiyacı vardı. Marius deniz limanına Harkalt'ı karşılamak için giderken Büyücüler Loncasına da uğradı çünkü bir an önce yeni uzaklaştırma büyülerini denemek istiyordu. Eski demircinin arkasında, kitap satıcısının sağ köşesinde kalan mavi pencereli malikâne. Marius içeriye adım atar atmaz tezgâhın arkasında, kitaplarla uğraşan tanıdık elemanı fark etti.
"Yine yardımına ihtiyacım var, Mahei. Şunları denemek istiyorum." Marius Argonyalıya elindeki listeyi uzattı. Mahei, Marius'a dikkatle baktı ve başını onaylamayan bir tavırla salladı. "Bak, sana bunu nasıl izah edeyim bilmiyorum ama... Yok, bu işler böyle yürümez." Marius sesini alçalttı ve etrafa baktı. "Kardeşimle güvende olacağımızdan emin olmalıyım. Hala bazı sorularım var." Mahei etraflarında sert boynuzların demetlendiği anlayışlı gözlerini Marius'a dikti. "Yok, anladım ama çok farklı sonuçlar elde edebilirsin. Bu büyülere karşılık gelmeyen şeyler gibi, anladın mı? Böyle şeylere bulaşmayı pek sevmiyorum."
"Lütfen, Mahei. Her türlü yardıma ihtiyacım var." Mahei kâğıtlara bakmadan önce koca bir dakika geçti, sonrasında dudaklarını birbirine kenetleyerek başıyla onayladı ve Marius'u raflara doğru götürdü. "Unutma sakın, bu ekstra bir koruma. Öyle eski moda hapishane hücrelerine benzemez bu, anladın mı?" Yabani otları ve kökleri Marius'un eline tutuşturdu. Marius başıyla teşekkür ederek cebindeki son septimi Mahei'ye verdi. "Yolunda gitmeyen bazı şeyler var," diye mırıldandı Mahei ama Marius hızla kapıya yönelmişti bile.
Marius deniz limanına vardığında ilk olarak Harkalt'ı fark ettiği için, onca insan içinde onu fark ettiğinde nasıl bir tepki vereceğini de görebilecekti. Yüzü, tıpkı çocukluk günlerinde saklambaç oynayacaklarını duyduğu zamanlardaki gibi uçarı bir ifadeyle parıldıyordu. Marius o etrafındayken olayları bir çocuğun bakış açısından görebilmenin, nefes almak kadar kolay olacağını biliyordu. Marius sarılmak için aceleyle ona doğru ilerledi, neredeyse çarpıp yere düşürecekti. Harkalt güldü ve kendini Marius'un kollarından çekerek ona baktı. "Daha şimdi geldim ve neredeyse beni öldürüyordun be adam!"
"Ben mi suçlu oldum şimdi?" diye karşılık verdi Marius, Harkalt'a." Asıl sen beni öldürecektin, sekiz buçuk yıldır seni görmeyi bekliyorum! Panik ataklar geçiriyordum burada, haberin var mı?" Harkalt'ın, o saf masumiyetinin ardında, Marius ile aralarındaki bağı daha da güçlendiren takdire şayan bir alaycılığı vardı. "Pekâlâ, sen de Skingrad'a beni görmeye gelebilirdin," dedi Harkalt. "Skingrad'ı hemen silmişsin hayatından!" Harkalt, Marius'un yüz ifadesini görünce bir an durdu. "Mar, canını sıktığımın farkındayım. Skingrad'ın gelmek istediğin son yer olduğunu biliyorum. Seni anlıyorum kardeşim."
Marius'un koluna girip çantasını bıraktığı yerden aldı. "Artık buradan gidebilir miyiz? Burası midemi tutuyor!" "Kesinlikle," dedi Marius. "Güzel. Açlıktan ölüyorum, sana anlatacak çok şeyim var! Ama önce bir şeyler yemeliyim hemen. Biraz acele edebilir miyiz, Lütfen?" Bunun üzerine Marius gülmeden edemedi. "Tabii. Yol üstünde bir yerde duracağız. Yani eğer iştahını yirmi dakika tutabilirsen." Kocaman, ela gözlerini bıkkınlıkla devirdi. "Sakın bana bulaşma. Bütün sabah gemide olan aç ve huysuz bir adamla uğraşmak hiç akıllıca bir fikir değil. Tavır yapmaya başlamadan önce bir şeyler yememe izin ver ki en azından savaşmak için enerjim olsun!" Yola çıkmaya hazırlanırken Harkalt, Marius'u dirseğiyle dürttü.
Marius'ta onu dürttü. "Seni gördüğüme ben de çok sevindim ağabey." Farkına bile varmadan, hava kararmaya başladı. Kahvaltıdan sonra alışveriş yaptılar ve akşam evde takılmaya karar verdiler. Akşam yemeğini bitirir bitirmez, tıpkı eskiden Skingrad'da yaptıkları gibi mahallede dolanıp eski günlerden bahsederek lafladılar. Marius'un dünyada ondan başka güvendiği kimse olmamasına rağmen yine de ona gerçeği anlatmak istemedi. "Biliyorsun, bunu sormak zorundayım," dedi Harkalt, bakımsız yoldan aşağı yürüyüp tarlayı geçerken. "Gerçi sen de bir an önce anlatıp beni bu merak nöbetinden kurtarabilirsin."
Marius denedi. "Anlatacak bir şey yok Harkalt." Daha sonra, Marius çoktan yenilmiş olduğunu fark ederek iç geçirdi. "Biraz da senden bahsetsek olmaz mı? Bana Hlidara'la neler yaptığını ya da işlerin nasıl gittiğini hiç anlatmadın." Koyu kahverengi saçlarını elleriyle toplayıp atkuyruğu yaptı. Bir yanda da, "Hlidara'dan sonunda kurtuldum. İşler de iyi. Hep aynı şeyler işte. Şimdi. Kimmiş bu kadın bakalım? Ve neden onun hakkında konuşmuyorsun? Bunca zaman mektuplaştık şimdiyse sürekli konuyu değiştirip duruyorsun," dedi Harkalt.
Harkalt, Marius'un cevabını bekleyerek kaşlarını kaldırdı. Marius'ta paytak adımlarla dolaşan bir ördek ailesini izledi, önlerindeki sokakta karşıdan karşıya geçiyorlardı. "Biliyor musun, gerçekten yaşadıkları hayata çok imreniyorum," dedi Marius. "Ye, uyu, tekrar et." diye ekledi. Marius başını kaldırıp gökyüzündeki yumuşacık renklerden oluşan palete baktı. "Evet, ördekler. Basit. Anladık. Dökül bakalım şimdi." Marius iç çekti. "Sana onun hakkında pek bir şey anlatmadım çünkü anlatacak bir şey yok. Ayrıca mektuptan nasıl yazdığımı hemen hemen biliyorsun. Kişisel bir şey yok. Uzun uzadıya anlatmak istemedim," diyerek omuz silkti.
"Peki, artık buradayım. Mektup yok. Hadi anlat bakalım." Elbette. Sadede gel, Marius. Öyle sabırsız, öyle açık sözlü ve öyle... Harkalt'tı ki. Marius aceleyle konuyu, hem onu telaşlandırmadan hem de doğru şekilde nasıl anlatır diye düşündü. Marius, Harkalt'ın koşup Elsynia'nın karşısına çıkmasına izin veremezdi, önce koruma büyüsünü denemeliydi. Öğrendikten sonra Harkalt'ın ne kadar öfkeli olacağını bildiği için, hikâyenin devamını dinleyeceğinden kuşkuluydu. "Önemli bir mesele değil. Hoş birine benziyordu. İyi geçinebileceğim biriydi. Son sekiz yıl boyunca çıktık ve... Sonunda sürtüğün biri çıktı. Şimdi de ayrıldık ve bu gerçekten zor."
Harkalt kafasını salladı. "Bir şeyler olduğunu biliyordum. 8 yıl boyunca çıktın ve bana hiçbir şey anlatmadın öyle mi?" Harkalt'ın kızgınlığı sesine yansımıştı. "Neyse. Peki, onu hala seviyor musun?" Marius ilk önce hangisine cevap vermeliydi? Hangisi daha güvenliydi? "Hareketleri, sözleri... Rahatsız etmeye başladı. Ona gerçek anlamda âşık değildim. Bizimkisi daha ziyade zararlı bir birliktelikti. Sadece bir bağımlılık gibiydi diyebilirim." Gerçek buydu, ancak Marius daha sonra ne yapacaktı? Harkalt en son Skingrad'da ki kızla Marius'un yaşadıklarını biliyordu, fakat bu sefer tam sekiz yıl sürmesine izin vermişti.
"Seni anlayabiliyorum, Mar. Demek istediğim, çok şey yaşadın. Anne ve babanla ve onunla yaşadığın onca şeyden sonra tek başına buraya taşınman... Bir arkadaşa ihtiyacın vardı, beraber takılabileceğin birine. Bir boşluğu doldurmaya çalışıyordun." "Evet, ama her şeyi berbat ettim. Kendimi yeterli hissedebilmek için kimseye ihtiyaç duymamalıydım. Bu şekilde değil. Onunla tanışana kadar değil. Sanırım düzgün bir şekilde düşünemiyordum. O yüzden karşıma çıktığında eğer onunla olmasaydım büyük bir boşluk hissedecektim. Ama büyük bir hata yaptım. Bu sefer kendimi affetmem biraz zaman alacak."
Harkalt, Marius'un yanına yaklaştı ve omuzlarını sıktı. "Bazen bir ilişkiye başlarsın ve karşındaki insanın iyi biri olmadığını fark edersin. Böyle şeyler olur. Sanki bir suç işlemişsin gibi bahsediyorsun. Skingrad'da bıraktığından daha kötü bir şey hayal edemem." Marius'un tüm zihnini bir yılgınlık duygusu sardı. "Senin danışman olman lazım, aşçı değil." dedi. Marius'un bu alaycı tavırları işe yaramıyordu. "Sadece kendime kızgınım. En iyi böyle açıklayabilirim. Buraya taşındığımda gerçekten işlerin yoluna gireceğine inandım. Burada yeni bir hayat kurabileceğime..."
Harkalt usulca, "Marius," diye başladı söze. "Biriyle çıktın. Onun iyi biri olduğunu düşündün ama sonradan rengini belli etti. Sadece bu sefer öğrenmen biraz vakit aldı. Bu her zaman olur. Hala yeni baştan başlayabilirsin. " Harkalt sessizleşti, gözleri uzaktaki bir şeye bakıyordu. Birkaç saniyeliğine hayranlıkla güneşin batışını seyrediyor gibiydi. Sonra gözündeki kuşku ifadesini Marius yakaladı. "Artık geri dönmeliyiz," dedi Marius. "Neredeyse hava karardı. Ayrıca, seni bilmem ama ben yorgunum. Yarın sabah çalışacağım." Durup geriye dönerek Marius eve doğru yürümeye başladı.
Bu gece yıldızlar, kesinlikle Marius'un kalbinin şükran duygusuyla ışık saçtığını hissedebiliyorlardı. Ancak şunu da biliyordu ki, içindeki bu inanç tek başına onları korumak için yeterli olmayabilirdi. Evin kapısından içeri girdiklerinde Marius, Harkalt'tan iznini isteyip odasına girdi, zira vampir uzaklaştıran büyü malzemeleri zulalarında onu bekliyordu...
•
İleti Sayısı: 192
Üyelik Yılı: 2021
Imperium:
0
27-01-2021, 20:49
(Son Düzenleme: 06-02-2021, 00:36, Düzenleyen: Ecdad Computer.)
Yazar notu: Bu kitap eski bir kamp alanının yakınlarındaki ağacın altında gömülü bulunan günlükle oluşturulmuştur. Sahibi günümüzden 200 yıl kadar önce 3. Çağ'ın sonlarında Skingrad'da yaşamış ismi bilinmeyen bir muhafızdı.
17 Ağustos 3Ç 433 Pazartesi
Benim kasabam eşsizdir. Aydınlık bir ğöğü, verimli toprakları ve etrafını çevreleyen duvarlarının parıltısıyla mücevheri andıran bir görünüşü vardır. Skingrad'ımın kontu da en az bir o kadar özeldir ve Cyrodiil'de ki diğer yöneticilere hiç benzemez.
Janus Hassildor, usta bir büyücü ve ne asık suratlı, ne de savaş meraklısıdır. Yalnızca halkının mutluluğu için çabalar durur. Halk olarak bizlerde onu sever ve iyiliğini isteriz. O da davranışlarıyla bu sevgimizi fazlasıyla hak ettiğini kanıtlar herkese.
Ama Kontumuz'da fark ettiğim küçük birkaç kusur var ki, Skingrad Kalesi'nin iç tarafındaki giriş kapısında nöbet tuttuğum sıralarda bu kafamı çok meşgul ediyordu. Tahttında hiç oturmuyordu. Hatta odasından bile o kadar nadir çıkıyordu ki kaledeki portreleri olmasa yüzünü bile unutacaktım.
Onunla görüşme talebinde bulunanları kahya Mercator Hasidos reddediyordu. Sürekli bir bahaneyle geçiştiriyordu. Ayrıca kont Büyük Julianos Şapeli'nde de ibadet ederken görülmüyordu. İşi daha da garipleştiren çevresindekilerinin bu durumu sorgulamayan ve normal karşılıyan halleriydi. Sanki birşeyi gizlemeye çalışıyorlardı insanlardan ama neydi bu şey ya da kişi ve kontla ilgisi var mıydı?
19 Ağustos 3Ç 433 Çarşamba
Bu sabah Kont Janus Hassildor uzun zamandır ilk defa yatak odasından çıktı. Taht odasına indi. Merdivenlerden aşağıya inmesi oldukça uzun sürdü. Her adımında yavaşlıyordu ve giderek bastonuna daha çok yüklenip ağırlığını veriyordu.
Yanına sokulup, koluna destek olmak için giren korumasını eliyle nazikçe geri çevirdi. Vücudunda yayılan bitkinlik hissiyle savaşarak tahtına güçbela yerleşti kont, yüzünde aniden beliren kendinden emin karanlık bir gülümsemenin eşliğiyle:
"Bu yıl Skingrad'da ki yoksul ailelere altın dağıtılıp, açlar doyurulacak. Yetim çocuklara ise bir yetimhane yaptırılacaktır. Herkesi sevindireceğim." dedi.
Ardından saray erkanındaki dalkavuklar başına toplanıp, Kont'un her söylediğini alkışlayarak iyice onu pohpohlamaya başladı:
Uşak, Shumgro-Yarug: "Çok yaşa kont!"
Hizmetçi, Hal-Liurz: "Başımızdan eksik olma!"
Kahya, Mercator Hasidos: "Kont'a şükürler olsun!"
Kont son hatırladığım gibi değildi. O böyle yaptığı iyiliklerle gösteriş yapıp, övünen bir adam olarak bilinmezdi.Ve enerjik biriydi de. Ne zamandan beri baston kullanmaya başlamıştı? Ama bugün solgun, tükenmiş gibiydi ve dağıtmak için çok uğraşmış olsada başaramadığı belli olan gergin bir havası vardı.
Gözleri bir garipti... çevresine attığı bakışlarda her an kendini bozup çıldıracakmış gibi bir edası vardı. Aramızda çok uzun kalmadı. Ama oturduğu yerden ayağada kalkamadı.Sanki buraya gelmek kalan bütün enerjisini harcamıştı.
Hizmetlilerinden yardım istedi. Ork uşak onu kucağına aldığı gibi odasına taşıyarak çıkarttı ve yatağına yatırıp kapısını kilitledi. Kont'un rahatsız olduğu ve dinleneceği söylendi. İçeriye kimse sokulmadı.
20 Ağustos 3Ç 433 Perşembe
Kontlarının hasta olduğunu duyan halk kalenin kapısına dayanmıştı. Kalabalık köprüde göz alabildiğince uzanan bir kuyruk oluşturdu. İçeriye sadece belli başlı kişiler alınıyordu. Odasına bir şifacı, kahyası, hizmetçisi, uşağı ve ona dua etmek için gelen birkaç kasabalı girdi.
Kısa bir süre sonra Kont'un odasından çığlıklar yükselmeye başladı. Sesler o kadar şiddetliydi sanki kulağımı tırmalıyordu. Neler olduğunu anlamak için odasına koştuk. Kapıyı tekmeyle kırarak odadan hışımla çıkan bir orman elfi gördüm.
Dehşete kapılmıştı. Sanki tarifsiz bir manzaraya maruz kalmış bir hali vardı. Ağzını sürekli açıp kapatıyordu ancak gördüğü şeyi ifade edecek bir cümle veyahut kelime bulamamış olsa gerek ki durup sustu. Onu yakaladım ve omuzlarından tutup duvara dayadım. Sakinleşmesini bekledim. Ancak giderek dahada ele avuca sığmaz bir hal alıyordu.
Yüzüne tokat attım ve:
"Ne oldu?!" diye sordum.
Orman elfi hala korkusunu üzerinden atamamıştı, çok hızlı nefes alıp veriyordu:
"Ko... o... bi... vam... Kaçın... hepiniz... Yaşamak istiyorsanız!!!" diye kekeleyip bağırıp, çığlıklar atarak, elimden sıyrıldı.
Herkes şaşkınlıkla o sırada orman elfinin kaleden koşarak kaçışını izliyordu. Daha sonra kahya gelip Kont'un daha fazla misafir kabul edemeyeceğini ve yorulduğunu söyledi.
21 Ağustos 3Ç 433 Cuma
Ertesi gün Janus Hassildor gelip tahtına kuruldu. Hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu. Tuhaflığa bakınki iki gün önceki halinden eser yoktu. Yenilenmiş gibiydi. Canlıydı. Ve üstüne üstlük dünkü yaşanan olaylarda neyin nesiydi? Orman elfinin kim olduğunu araştırdım.
Adı Galarthir'di. Kaleden çıkışından sonra onu bir daha gören olmamıştı. Hatta evine bile hiç uğramamış sanki Skingrad'ı terk etmişti. Bu kadar tesadüf biraz fazlaydı. Burada birşeyler dönüyordu ama ne olduğunu anlayamıyordum. Kont konuşma yapmaya hazırlanıyordu. Bende yaşanan bu olaylarla ilgili mantıklı bir açıklama yapacağı umuduyla kontu can kulağıyla dinlemeye başladım.
Ama o yine Skingrad'a yaptığı ve yapacağı iyiliklerle ilgili böbürlenmeye başlamıştı. Ve yine dalkavukları gelip yalan iltifatlarla başını göklere erdiriyorlardı. Onu bir ilah gibi övüyorlardı. Sanki transa girmiş gibilerdi. Kont duyduğu tatlı sözlerin etkisiyle kendinden geçerek etrafını kıvançla süzüyordu:
"Söyleyin bana kullarım! Gerçektende insanlar hatta tanrılar arasında gönlü benden daha zengin, daha cömert kimse var mıdır?" diye sordu Kont cevabını biliyormuşçasına.
"Kudretli, yüce efendimiz," dedi saray erkanı hep bir ağızdan, aynı anda sanki koroymuş gibi.
"Yeryüzünde hatta gökyüzünde sizin kadar iyi, sizin kadar cömert başka kimse yoktur. Halk bu iyiliklerinizi hiçbir zaman ödeyemez." diye devam edip sözlerini bitirdiler.
Bunlara daha fazla dayanamadım ve başka söze fırsat vermeden tahta doğru yaklaşıp atıldım:
"Kusura bakmayın ama hangi adam bir tanrıyla kıyaslanabilir ki! Haddinizi aşıyorsunuz!" dedim.
Böyle birşeyi beklemeyen Kont'un yüzünde kara bir bulut belirdi. Kalın kaşlarını çattı, kırmızı gözlerinden şimşekler çaktı. Huzurunda bulunanlar korkuyla başlarını öne eğip titrediler.
Ama ben yılmadan dimdik baktım Janus Hassildor'un yüzüne. Kont öfkeyle kükredi:
"Asker... asker... Sen ne dediğinin farkında mısın? Sen kiminle konuştuğunu bilmiyor musun!"
"Siz sordunuz, ben de söyledim Kont'um..." dedim.
"Başka birgün olsaydı, derhal kelleni vurdurmuştum ama sadece seni kovmakla yetineceğim! Defol kalemden. Bir daha seni burada görürsem bizzat kendi ellerimle öldürürüm!"
Kılıcımı, kalkanımı ve zırhımı çıkarıp önüne attım. Kont bu sırada beni dişlerini ve yumruğunu sıkarak izliyor köpürüyordu. Bir dakika kadar böyle devam etti sonra yarı çıplak bir şekilde arkama bakmadan çekip gittim.
27 Ağustos 3Ç 433 Perşembe
Skingrad'ın güzelliği, sadece kötülüğünün bir maskesiydi. Galarthir doğruyu söylüyordu. Tam bir haftadır yollardayım. Beni muhafızlıktan attı daha sonra evime bir suikastçısını yolladı.
Dokuzlara şükürler olsunki bunu önceden tahmin edebildiğim için hazırlıklıydım. Ancak bunu savuşturmuştumki ardından evimi kundakladılar. Ve Galarthir'in kayboluşunu ve evimin yanışını güzelce bir kılıf uydurup örtbas ettiler.
İşte o gün bugündür kaçıyorum onlardan. Daha fazla ne kadar dayanabilirim bilmiyorum. Suikastçinin gırtlağını kesmeden önce onu çeşitli işkencelerle bir süre konuşturdum. Söylediklerine göre Janus Hassildor bir vampirmiş.
Bu hastalığıda uzun zaman önce bir vampir saldırısına uğradığı sırada yakalanmış. Vücuduna bulaşan bu şeyi ilk zamanlar tedavi etmeye çalışmış fakat sonra yeni hayatının güzelliklerini görmüş ve kabullenmiş. Böyle yaşamaya başlamış.
Ölümsüzlüğü çok sevmiş hatta insanlığınıda tamamen unutmuş artık. Amacı Skingrad'ı Cyrodiil'deki vampirler için bir beslenme noktası, yuvası haline getirmekmiş. Kalede ki herkesi çoktan etkisine alıp kölesi yapmış bile.
Yakında şehrin geri kalanınada saldıracakmış. Kim bilir belki de daha ileri de vampirlerden oluşan bir ordu yaratarak tüm Cyrodiil'li bile istila etmeye çalışabilir. Kaleden sadece gece çıkmasının ve odasınada düzenli aralıklarla sözde dert anlatmaya ya da rica etmeye gelen kasabalıları dinlemek için almasının ve içeri girenlerden bir daha haber alınamamasının sebebi de buymuş demek ki.
İşte o kurbanlardan biri de Galarthir adlı orman elfiydi. Ama o az biraz şansla Janus Hassildor'un uzun zamandır beslenmemesinden kaynaklanan zayıflığından yararlanarak elinden kurtulabilmişti. Gerçi bunları niye hala yazıyorum bilmiyorum çünkü artık hiçbir önemi yok.
Çünkü benim yapabileceğim birşey yok. Halk ona inanıyor ve başka biri de kendi gözüyle görmeden bu anlatacaklarımı kale almaz. Elimden gelen tek şey kaçıp saklanmak. Şimdi günlüğümün bu bölümüne son verirken ne kadar aptal olduğumu fark ettim. Kont'a bu kadar açık seçik bir şekilde baş kaldırıp, karşılık vermeseydim keşke.
Ben kim oluyordumda Janus Hassildor'un gerçek kimliğini görüp bunu ifşa etmeyi düşündüm? Tamam bunu da yapmasaydım muhtemelen onun kuklalarından birine dönüşecektim ama yolu bu muydu bu işin? Sonucu böyle mi olmalıydı? Şimdi yaptığım seçimin bedeli olarak herşeyimi kaybettim ve hayatımın sonuna kadar kaçmak zorunda kalıyorum.
Kurt sürüsünden kaçan geyik gibi. Sürekli kaldığım yeri değiştiriyorum. Az dinleniyorum ve hiç uyumuyorum. Fakat ne yaparsam yapayım her hareketimde Janus Hassildor'un köpek dişlerini boynuma daha çok yaklaştığını hissediyorum.
Nereye giderim? Nasıl bir vampirden kurtulurum? Janus Hassildor ya ruhumu alacak ya da canımı. Kesin olan ve bildiğim tek şey bu. Her halükarda öleceksemde, en azından şu an vaktim varken bunun nasıl olacağına karar verebilirim. İntihar etmek Kont'un bana yapacaklarından daha beter olamaz.
Benim adım Harkin ve vasiyetim olarak sadece adımla hatırlanmak istiyorum. Olurda bu günlüğü biri bulursa diye kamp yaptığım bu son yere gömüyorum...
•
İleti Sayısı: 192
Üyelik Yılı: 2021
Imperium:
0
27-01-2021, 23:50
(Son Düzenleme: 06-02-2021, 00:36, Düzenleyen: Ecdad Computer.)
Zifiri gecenin karanlığından çıkagelen bir yabancı...
Gökyüzünde ay ve yıldızlar bile görünmüyor, o sessiz gece gitgide karanlığa boğuluyordu. Citadel muhafızları sokaklarda devriye gezerken meşale kullanmak zorunda kalıyordu. Lakin her gece balkonumu ziyaret eden adam ışığa pek de ihtiyaç duymuyordu adının Aikanaro olduğunu öğrendim ve karanlıkta da ışıkta olduğu kadar iyi görebildiğini söyledi sadece geceleri ortaya çıktığını düşünürsek, bu mükemmel bir yetenekti.
Yardımcıma onu yanıma çağırmasını söyledim ve ilk bakışta tedaviye ihtiyacı olduğunu düşündüm. Solgun bir hali, ve yakışıklı yüzünde sanki tarifsiz bir acıya maruz kalıyormuşçasına bir ifade okunuyordu. Gözlerinin altındaki karanlık halkalar, tükenmişliğini gösteriyordu fakat tetikte, gergin ve neredeyse çıldırmış gibiydi. Hasta olduğu konusunda ki kanımı çabucak ortadan kaldırdı ve özel bir şey hakkında konuşmak istedi.
"Vampirizm," dedi ve sorgulayıcı bakışımı görünce duraksadı.
"Hayatımın bu yeni evresini anlayabilmem için birisi, sizin yardımınıza ihtiyacımın olacağını söyledi." dedi bende "Bunu size kim söyledi ?" diye sordum gülümseyerek.
"Aeralria Rumil." dedi kendisini hemen hatırladım. Cesur ve güzel bir şövalyeydi, vampirlerin doğaları hakkında hayal ve gerçekleri ayırt edebilmek için benden yardım istemişti. Son görüşmemizden bu yana neredeyse iki yıl geçmişti ve tavsiyelerimin işine yarayıp yaramadığını soramamıştım. "Onunla mı konuştunuz ? hanımefendi nasıl ?" diye sordum.
Soğuk bir şekilde "Öldü," diyerek cevap verdi şaşkınlığımı fark edince, durumu hafifletmek için ekledi, "Tavsiyelerinizin çok kıymetli olduğunu söylememi istedi en azından bir vampir için."
İç sesimle bir anda onunla en son konuşmamızda, vampir olduğundan şüphelendiği birini takip ettiğini söylediğini anımsadım. Düşüncelerimi okumuşçasına "O, kadını öldürdü." dedi bende "Verdiğim tavsiyeler yeterli olmamış demek ki." diye iç çektim. "Bizler hakkında bildiklerinizin sizin için bile yeterli olacağını düşünüyormusunuz ki ?" dedi ve devam etti.
"Uzun yıllar önce bir üniversitede öğretmendim ve öğretmenlik yaptığım yıllarda tek bir şey öğrendim bir öğrencinin öğretmenine doğru soruları sormadığı sürece, öğretmenin onun başarısızlığından sorumlu tutulamayacağını biliyorum. Size doğru soruları sormak niyetindeyim."
Ve söylediğini yaptı da Saatler boyunca sorduğu sorulara elimden geldiği kadarıyla cevapladım. Fakat kendi hakkında ona soru sorduğumda ise hiç bir soruma cevap vermeye yanaşmadı. Sohbetimiz boyunca hiç gülümsemedi. O gergin gözleriyle her hareketimi takip etti ve can kulağıyla dinledi söylediğim her kelimeyi hafızasına aldı.
"Soru sorma sırası artık bende galiba ?" dedim tersleyerek "hayır," dedi ve ekledi "Mümkünse konuşmamıza yarın gece devam etmeyi isterim. Biraz uyumam ve söylediklerinizi özümsemem gerekiyor."O ateşli gözlerinde yorgunluğunu hissedebilmiştim.
"Gündüzlerimi uyuyorsunuz..?" diye gülümsedim. Şaşırtıcı bir biçimde kendisi de gülümseyerek karşılık verdi, yalnız gülerkenki ifadesi daha çok yüz ekşitmeye benzer şekildeydi.
Ertesi gece daha fazla soru ile döndü, ve belirli bir konu hakkındaydı. Doğu Damocles'in vampirleri ile ilgili konuşmak istedi. Ona en güçlü kabile olan, Kanayan Boğazdan bahsettim. Paronoyak, zalim, kurbanının damarlarındaki kanı dondurabilen bir nefese sahiptiler.
Gözden uzak, korkutucu buz kesmiş topraklarındaki göllerin altında yaşadıklarını sadece beslenmek ve avlanmak dışında insanların dünyasına hiç çıkmadıklarını anlattım. Aikanaro dikkatlice dinledi ve gecenin sonuna doğru, ayrılmadan önce sorabildiği kadar soru sordu.
"Sizi önümüzde ki birkaç gün içerisinde göremeyeceğim." dedi ve ekledi "Fakat geri dönebilirsem tavsiyelerinizin ne kadar faydalı olduğunu anlatmak istiyorum."
Sözünde durarak dört gece sonra, her zamanki yerinde balkonumda belirdi. Yanağında kapanmakta olan taze bir yara vardı fakat bana sert ama memnun bakışları ile gülümsüyordu."Tavsiyeleriniz bana çok yardımcı oldu". dedi.
"Ancak bilmelisiniz ki Kanayan Boğaz kabilesindeki vampirlerin bahsetmediğiniz bir yeteneği daha var. Göllerin üzerine, buzları hiç kırmadan çıkabiliyorlar. Hiç bir uyarı vermeksizin arkadan yakalanmak epey kötü bir süpriz oldu benim için, sadece talihsiz yolcuları değil kabile dışındaki vampirleri de avlıyorlar."
"Ne kadar olağanüstü," dedim gülerek. "Ve bir o kadar korkunç, kurtulduğunuz için şanslısınız."
"Ben şansa inanmam. Bilgiye ve eğitime inanırım."
"Verdiğiniz bilgiler bana yardımcı oldu. Ancak birebir dövüş konusundaki becerim, kavganın kaderini belirledi. hiç bir zaman herhangi bir yakın dövüş silahına bel bağlamadım. Çok fazla bilinmezlik var. İşinde en iyi olan bir demirci bile kusurlu kılıçlar dövebilir fakat kendi vücudunuzun neler yapabileceğini ve sınırlarını bilirsiniz. Eğer ilk darbeyi indirebilirsem, dengemi kaybetmeden bin vuruş bile yapabilirim." dedi.
Bende "İlk darbe demek?" diye mırıldandım ve ekledim "Yani avlarınız sizi hiç bir zaman şaşırtamaz."
"Tam olarak bu nedenle size geldim dedi Aikanaro." "Vampirizmin çeşitli lanetlerini, yaşayan herkesten daha fazla bilgilisiniz kendi türüm hakkında bilgilenmek istiyorum. Şimdi bana Damocles'in diğer vampir kabilelerinden bahseder misiniz.?"
Sorular artık bilgeliğimi zorlar bir hal aldı. Anlatılması gereken çok fazla kabile vardı. Sadece geceleri ortaya çıkan güzel bir kadın görünümüne bürünüp yakışıklı genç erkekleri baştan çıkarıp kanını içen Auxa'lar. Mum ışığında görülebilen Kara elflerden farkı olmayan Urden'ler.
Bir diğer kuzey çöllerinde bulunan kum fırtınalarının içerisinden insanları parçalayara ayırabilen Norkrak'lar. İnsanı bütün halinde yutabilen Koldoff'lar. Çocukları avlayarak daha sonra ailelerindeki yerini alıp, sabırla yıllarca birlikte yaşayıp olağanüstü açlığıyla hepsini katleden korkunç Magoc'lar. Bir kez daha, bir kaç hafta içerisinde geri dönmeye söz vererek bana veda etti.
Dediği gibi aşağı yukarı bir hafta sonra gece yarısında döndü. Bu sefer yeni yaraları yoktu fakat vampirler hakkında yine farklı bilgiler getirmişti
"Koldoff'ların su altında boğulmadıkları konusunda yanılıyormuşsunuz." dedi ve ekledi "Neyse ki yarasa bulutuna dönüştüklerinde çok uzaklara seyahat edemiyorlardı da bir tanesini yakalamayı başardım." dedi.
Bende "Vampirler hakkındaki bilginiz etkileyici hale geliyor," dedim ve ekledim. "Keşke sizin gibi bir yardımcım olsaydı."
"Şimdi lütfen bana anlatın," dedi."Diğer kabileler hakkında...."
"Ele alınabilecek tek bir kabile kalmıştı Ken'ler Gizlilik konusunda ustaydılar. Eğer iyi beslenirseler görünümlerini istedikleri kişiye çevirebilirlerdi. Diğer eyaletlerdeki vampir kabilelerinden daha kültürlü ve medeniydiler. Kurbanları uyurken farkında olmadıklarında onlarla beslenmeyi tercih ediyorlardı Onları şaşırtmak zor olacaktır." dedim.
Aikanaro kaşlarını çattı. "Bir tanesini izleyip, öğrendiklerimi size aktaracağım ardından sohbetimize daha sonra devam ederiz." dedi.
Başımı onaylarmışçasına salladım, Kendi türü hakkında sonsuz bir araştırma görevinde gibiydi işlerin nasıl yürüdüğünü, tüm çıplaklığı ile öğrenmeden tatmin olmayacağını anladım.
Bir ay sonra döndüğü akşam, balkonumda ışık olmadığı halde karanlıkta öfkesini ve umutsuzluğunu görebiliyordum.
"Başaramadım," dedi, ben bir mum yakarken. "Haklıydınız. Ken'ler fazlasıyla kurnaz bir tane bile bulamadım."
Işığı yüzüne yaklaştırıp gülümsedim.Tenindeki solgunluğu, yaşlanmayan gözlerindeki bastırmaya çalıştığı karanlık açlığı ve dişlerini gördüm.Yüzünde bir gülümsemeyle: "Bu yolculuk beni çok yorgun düşürdü yetmiş iki saattir beslenmiyorum," diye açıkladı ve üzerime doğru atıldı boğazıma dişlerini geçirip damarlarımdaki kanı içerken hayatımın çekildiğini hissediyordum benimle beslenip susuzluğunu giderdikten sonra gözden kaybolmadan önce ağzından tek bir kelime duydum...
"Özür dilerim."
•
İleti Sayısı: 192
Üyelik Yılı: 2021
Imperium:
0
28-01-2021, 14:07
(Son Düzenleme: 06-02-2021, 00:37, Düzenleyen: Ecdad Computer.)
ı
"Skyrim Nord'lara aittir! Skyrim'in gerçek çocukları, acımasız Thalmor'un ve diğer ırkların tehdidi altındadır. Yükselin, Fırtınapelerinler... Hem insan hem de İlahi olan yüce Talos'un nidasını kucaklayın."
- Ulfric Fırtınapelerin'in Sözü
20 Yıl Önce...
Benim adım Nobiryn Donhor. Windhelm'de yaşayan bir orman elfiyim. Avlanmayı ve yay kullanmayı çok seviyorum. Yıl 4Ç 201. Mart ayının sonları, bahar mevsiminin başlarındayız. Saat sabahın erken saatleri, O gün de karlı ormandaki her zaman ki yerimde okçuluk becerimi geliştirmek için atış talimi yapmaktaydım.
Tam o sıralarda tesadüfen oradan devriye geçen birkaç şehir muhafızı ile karşılaştım. Askerler alıştırmamı izlemeye ve ardından okçuluğum ile dalga geçip alay etmeye başladı.
"Bu bir tavşanı bile vuramaz. Buna 100 septime bahse bile girerim." dedi içlerinden biri.
Öfkeyle yayımı çıkararak bir hedef belirleyip attım. Ok, güçlü bir erkek geyiğe saplanıp onu yere devirdi. Tam hakkım olan 100 septimi istiyordum ki, "Mevki beyinin geyiğini öldürdün, seni tutukluyoruz!" dedi adamlardan biri.
Muhafızların beni geyiği avlamam için oyuna getirdiğini fark ettiğimde iş işten çoktan geçmişti. Koşabildiğim kadar hızla dağların derinliklerinin içine daldım.
Adamlar yaylarını gerip arkamdan bana nişan aldı. Atılan oklardan biri az kalsın başıma isabet ediyordu. Kendimi korumak için hızla dönüp bir ok fırlattım. Ok süzülüp peşimdeki adamlardan birinin tam kalbinden vurdu ve adam yere düşüp anında öldü.
Artık sadece mevki beyinin geyiğini değil, askerlerinden birini de öldürmüş oldum. Böylece Ulfric Stormcloak tarafından asi ilan edilip şehirden kovuldum. O tarihten sonra bir daha Grey district'te rahatça dolaşamadım, hep gölgelerde gizlendim...
İlerleyen aylarda halkımdan birkaç kişi daha benim grubuma katıldı. Onlar da haksız yere şehirden atılmış kişilerdi. Hepsi ile birden Ulfric ile savaşacağımıza ve kuzeylilerden dunmerları, argonyalıları, bosmerları ve diğer ırkları koruyacağımıza ant içtik.
Çok geçmeden Windhelm'de ki insan olmayanlar, benim ve arkadaşlarımın kahramanlık hikâyelerini duyup bizim davamıza güvenmeye, inanmaya başladılar...
Bir gün, ormana av hayvanı aramak için çıktım. Yanıma kılıcımı aldım, elimde bir yay sırtımda da oklarım vardı. Bir nehir kıyısı gördüm. Karşı tarafa ulaşımı aynı anda sadece bir kişinin geçebileceği kadar dar bir köprü sağlıyordu.
Köprüden yürümeye devam ettim. Köprünün sonunda biri duruyordu. Yoluma devam ederken, onun çok uzun boylu, iri yapılı bir ork olduğunu, elinde de koca bir sopa tuttuğunu fark ettim.
"Kenara çekil de geçeyim," dedim. Yabancı "Hayır," diyerek gürledi sonra "İlk önce ben geçeceğim." diye ekledi. Okumla yayımı çıkartarak, "Geçmeme izin ver yoksa seni buraya çakarım," dedim.
"Çok cesursun bakıyorum!" dedi koca adam. "Senin okların, yayın ve kılıcın var benimse sadece bir sopam."
Hemen silahlarımı yere bıraktım. Kendime bir ağaç dalı bulup köprüye geri geldim. "Öyleyse köprüden geçmek için dövüşeceğiz," dedim. " O zaman nehre ilk düşen kaybeder!" diye atıldı koca adam.
Dövüşümüz başlamıştı. İkimiz de birbirimize vurmaya çalıştık, ama kolayca sopa hamlelerinden sıyrılıp kurtulduk. Kavga yarım saat sonra, nihayet orkun kafasına sopayı vurmamla sona erdi. Bu sırada ben tam gülmeye başlayıp zaferimi kutlayacaktım ki, enseme aldığım darbeyle suyun içinde buldum kendimi.
Suyun içinde çırpınırken koca adam da benim bu halime kahkahayla gülüyordu, sonra hep birlikte gülmeye başladık.
"İyi bir kavga oldu. Gerçekten göründüğün gibi güçlüymüşsün, senin için yapabileceğim bir şey var mı dostum? "diye sordum. "Evet, var," dedi ork. "Buraya Nobiryn Donhor'u bulup onun adamı olmak için gelmiştim."
Ardından ıslık çaldım ve ağaçların arasından gelen hışırtılar duyuldu:
"Efendim baştan aşağı ıslanmışsınız, sizi nehre bu ork mu itti?" dedi adamlarımdan biri. Bende yabancıyı göstererek, "Bu koca ahbap beni suya fırlattı." dedim. Birdenbire siyahlar içindeki 10 adam, orkun üzerine atladı.
"Durun!" diye bağırdım. Daha sonra kendimi ve arkadaşlarımı bu yabancıya tanıttım:
"Benim adım Nobiryn Donhor, bunlar da benim yoldaşlarım. Bizler asiyiz ve Ulfric Stormcloak ve onun Skyrim'in evlatlarına karşı mücadele veriyoruz. Bize hala katılmak istiyor musun?"
"Bu ormana seninle tanışmak için gelmiştim zaten, size seve seve katılırım. Bu arada beni Ugokuga Giantfinger diye çağırırlar."
Ben ve arkadaşlarım orkun lakabının Giantfinger oluşuna güldük. Ona giymesi için grubumuzun simgesi olan siyah giysilerden verdim. Sonra, grubumuzun yeni üyesi için bir karşılama ziyafeti düzenledik... Çok geçmeden Ugokuga Giantfinger benim sağ kolum ve en güçlü adamım oldu...
Windhlem Mevki beyi sürekli beni yakalamaya çalışıyordu ama ben öyle kolay lokma değildim. Bu yüzden Ulfric bir plan yapıp sadece okçuların ancak elf, argonyalı, khajiit ve ork olmamak kaydıyla katılabildiği bir müsabaka düzenleyeceğini duyurdu herkese.
Hünerini göstererek beni ele geçirebilecek nitelikte olduğunu ispatlayan kişiye cezbedici ödüller vereceğini açıkladı. Tabii kısa sürede turnuvadan benimde haberim oldu. Ödül olarak koyulan saf altından yapılmış oku kazanmak için katılmak istiyordum.
Genç dark elf Hryt, bana "New Gnisis'teyken, Ulfric'in müsabakayı sana tuzak kurmak için düzenlediğini duydum," dedi uyararak. Ulfric'ten korkmuyordum. "Ondan korkacak değilim," diye gürledim. "O ne kadar kurnazsa biz de o kadar zekiyiz. Oraya kılık değiştirerek gideceğim ve altın oku kazanacağım ve kampımıza asacağım." diye ekledim.
Atış müsabakası günü sadece imparatorluk ve kuzeyli insanlarından oluşan bir kalabalık meydanda toplandı. Atış alanı renkli kurdeleler ve çiçeklerle süslenmişti. Galmar Taşyumruk'un yanında oturan Ulfric'in gözleri endişeyle beni arıyordu. Turnuva başladı. Başta birçok yarışmacı vardı ama ikinci turdan sonra geriye sadece üç kişi kaldı: Biri kuzeyli bir avcı diğeri ise Solitude'lu bir şehirli ve üçüncü kişi de bendim. Son turda rakiplerimi yenerek turnuvanın galibi oldum.
Tüm müsabaka boyunca tek kelime bile etmemiştim. Ten rengim görünmesin diye ağzımı ve gözlerimi kapatmıştım. Ulfric bana altın oku takdim ettikten sonra sordu, "Senin adın nedir, dostum?" "Adım Hoch," diye cevapladım. "Seni çok beğendim, şu korkak Nobiryn Donhor'dan okçuluğun daha iyi. Emrime girmek ister misin?" dedi Ulfric. "Hayır, ben özgür biriyim. Özgür bir hayatı tercih ederim," dedim.
Ulfric teklifinin reddedilmesinden hiç hoşlanmadı ve benden derhal şehri terk etmemi istedi. Akşam olduğunda, kampta büyük zaferimi kutladık. Ulfric'in korkak olmadığımı bilmesini istiyordum, çünkü ödülü kazanan olduğumu öğrenmesi gerekiyordu. Ertesi gün Ulfric sabah kahvaltısına otururken, üzerine parşömen kâğıt sarılı bir oku penceresinden içeriye attım. Ok süzüldü ve duvara saplandı.
Ulfric yüksek sesle kâğıtta yazdıklarımı okumaya başladı:
"Sovngarde Ulfric'in olsun, herkes kampa gelip görsün. Verdiğin ödülü ben aldım, sana yine geçmiş olsun.
İmza Nobiryn Donhor"
II
Ulfric onu oyuna getirmeme tam anlamıyla delirdi. Ancak yaptığı planın farkındaydım. Elli adamına ormana gidip kampımızı bulup bizi yakalamaları için emir verdi. 1000 septimlik bir de ödül koydu bunun için. Adamlarıma ormanın derinliklerine gizlenmeleri emrini verdim. Mevki beyinin askerleri yedi gün boyunca ormanı didik didik aradılar ama kimseyi bulamadılar. Yedi gün boyunca tüm grup ormanda gizlenmiştik.
Sekizinci gün, askerler büyük bir hayal kırıklığı ve yorgunluk içinde Windhelm'e doğru dönerlerken adamlarıma dönüp, "Şimdi! Yerlerinizden çıkın ve şunlara iyi bir ders verin!" diye bağırdım. Hepsi hevesle ağaçların ve çalıların arasından öne çıkıp yaylarını gerip oklarını atmaya başlamıştı. Onlarcası daha ne olduğunu anlayamadan yere düşmüştü bile. Başlarına gelenleri Ulfric'e anlatmaları için birkaç tanesini hayatta bıraktık.
Şehirde olup bitenlerden ve yaptığımız katliamın etkilerinden haberdar olmak için bir adam seçip yollamaya karar verdim. Çok kurnaz olan Argonyalı Deeh'i seçtim. Deeh keşiş kılığına girip kılıcını elbisesinin altına sakladı ve şehre doğru yola koyuldu. 'Hancı elbet bu konuda bir şeyler biliyordur,' diye düşündü.
Candleheart hanına geldiği zaman canlarını bağışladığımız adamların oturmuş bir şeyler içtiğini gördü. Hiç ses çıkarmadan geçip bir köşeye oturdu ve gitmelerini bekledi. Birdenbire Deeh'in yanına bir kedi geldi ve bacaklarına sürtünmeye başladı.
Cüppenin altındaki kara giysi ortaya çıktı, Deeh durumu kurtarmaya çalışsa da muhafızlardan biri onun elbisesini tanıdı ve anında ortalığı ayağa kaldırdı. Ardından Deeh, daha karşılık veremeden askerler tarafından esir alındı. Bende o sıralar Deeh'den rapor beklerken, New Gnisis'in han görevlisi koşarak bana gelip Deeh'in esir alındığını ve yarın asılacağını söyledi.
Sertçe, "Böyle bir şey olmayacak. Yarın gidip onu geri getireceğim, getiremezsem de onunla birlikte öleceğim," dedim. Daha sonra arkadaşlarımı yanıma çağırıp yarın için planladıklarımı anlattım, "Hepimiz yarın şehre sızıp, insanların arasına karışacağız. Birbirimizden ayrılmadan hep birlikte Deeh'i alıp kampa döneceğiz."
Ertesi gün şehirdeki herkes mahkûmun asılacağı meydana toplandı. Ben ve arkadaşlarım da kalabalığın içindeydik, kimse bizi fark edemedi. Deeh, etrafını sarmış muhafızlar eşliğinde at arabasına bağlanmış şekilde meydana getirildi. Deeh tanıdık yüzler görmek için etrafına bakınıyordu. Koca bir vücut kalabalığı yararak, öne gelip ona ulaşmaya çalıştı.
Deeh arkadaşlarının onu kurtarmaya geldiğini fark etti. Ugokuga Giantfinger arabanın üstüne atlayıp, dev çift elli baltasıyla iki muhafızı kestikten sonra Deeh'i serbest bıraktı. Muhafızlarla bizim aramızda dişe diş bir kavga başladı. Ama bizler, sayı olarak az olsak ta beceri olarak muhafızlardan üstündük.
Yaylarımızı ve kılıçlarımızı çıkarıp aralarından birkaçını indirdikten sonra geri kalanları canlarını kurtarmak için kaçarak dağıldılar. Zafer kazanarak ben ve tayfam ormandaki kampımıza gitmek üzere destek birlikleri gelmeden önce şehirden kaçtık. Ulfric Stormcloak'un askerleri bizi yakalamada başarısız oldular.
Ulfric, benim gücümden ve zekâmdan artık korkmaya başlamıştı. Bundan böyle beni yakalamak için herhangi bir girişimde bulunacağı zaman iki kere düşünmesi gerektiğini öğrendi...
Sonraki bir yıl boyunca, ben ve arkadaşlarım ormanımızda sakin geçirmiştik. Ancak elbette Ulfric'in Deeh'e yaptıklarını unutmamıştık. İntikam daima aklımızdaydı. Bir gün Windhelm'e bu konuda neler yapabileceğime bakmaya gittim. Yol üzerinde Windhelm'de ki pazara giden bir kasaba rastladım.
Şehre her zaman ki gibi kılık değiştirerek girecektim. Aklıma müthiş bir fikir geldi o an; Kasabın arabasını, atını ve etlerini çalıp, kara giysimi kasabın üstündekilerle değiştirecektim. Pazara attığım ilk adımda yürek burkan bir manzara ile karşılaştım. Pazara sadece insanların girip alışveriş yapma izni vardı. Alış veriş yapmak ya da dilenmeye gelen çoğunluğu dunmer olmak üzere diğer ırklardan kişileri şiddetle geri kovuyorlardı.
Masalara kurulmuş ve etler cızbız yapılarak pişirilmekteydi. İnsanlar çöplerin başına üşüşmüş köpekler gibi etleri yiyordu. Zavallı halkım ise ağızları sulanarak acı içinde bu tabloya bakmak zorunda kalıyorlardı.
Bazı kuzeyliler ise eğlence olsun diye yalayıp sıyırdıkları kemiklerin artıklarını karşıdan izleyen insan olmayanlara doğru atıp onları kemiğin üstendeki bir parça eti yemek için nasıl birbirlerini ezdiklerini izleyip kahkahalarla gülüyordu. Kendimi zor tutuyordum ama şimdi ne yeri ne de zamanıydı...
Bende Grey District'te kasaptan çaldığım etleri dikkat çekmesin diye çok düşük fiyattan sattım ve fakirlere de bedava et dağıttım. Beni gören diğer kasaplar, zengin budalalardan biri olduğumu, yakın zamanda paramın ve malımın kalmayacağını düşündüler.
Kasaplardan biri bana:
"Ürünlerini neden bu nankör yaratıklara veriyorsun? Sen bunları bilmiyorsun galiba, bizler onlara ulu şehrimizin kapılarını açtık. Onlar ise bunun karşılığını hiçbir işe yaramadan öylece yer işgal ederek ödediler. Birde sen onların karnını bu leziz geyik etleriyle doyuruyorsun."
Daha fazla Şüphe çekmemek için yüzümde alaycı bir gülümsemeyle "Bunlar ölü etler dostum. O yüzden veriyorum ki hastalanıp gebersinler." dedim.
"Demek sende bizdensin! O zaman iyi dinle dostum, Mevki beyi düzenleyeceği ziyafete Skyrim'in dört bir yanından tüm kasapları davet etti," dedi.
Bende dört gözle böyle bir fırsat bekliyordum. Daveti sevinçle kabul ettim. Şölen günü, kasap giysileri içindeydim. Ulfric'in kâhyası Jorleif beni tanımadı ve yanına çağırdı.
Hile peşinde olan Jorleif, gözünü zengin kasaplara dikmişti. Bana:
"Sen zengin bir adamsın anladığıma göre. Ne kadar malın var?" diye sordu fısıldayarak.
"Kardeşimle benim dünya kadar arazimiz, beş yüz kilo kadar da geyik etimiz var. Depodaki bu etleri satacak birini arıyoruz," dedim.
Kâhya Jorleif etler için 300 septim önerdi, ben de bu teklifi kabul ettim. Hemen şölenin ardından, Jorleif'i de alıp şehirden uzaklaşarak ormandaki hayali çiftliğime doğru yola çıktık. Yanında getirdiği iki korumaya rağmen bu, Nobiryn Donhor ile yani benimle karşılaşmak istemeyen kâhyayı bir hayli endişelendirdi.
"Nobiryn Donhor'dan korkmuyor musunuz?" dedi. "Ben yanınızdayken ondan korkmanıza gerek yok" dedim.
Bunları konuştuktan sonra ormanın içine doğru devam ettim, Jorleif de arkamdan beni izledi. Ormana girdiğimizde ıslık çaldım ve derken onlarca asi Jorleif'in etrafını sardı. "Kâhya Jorleif ziyafetimize katılmaya geldi!" diye bağırdım.
Korumaları anında Ugokuga'ya parçalattım ve onların etlerinden yahni yaptırdım. Masa hazırlattım ve istemeden de olsa Jorleif'i zorla oturttum. O etleri yemesini söyledim. Başta reddetti ancak hançerimle iki parmağını kestikten sonra yemeye başladı.
Birkaç lokmadan sonra kusmaya yeltendi ama bunu yaparsa dilini kesip g. sokacağımı söyleyince yuttu. Tabağı bitirdikten sonra cebindeki keseden 300 septim aldım. Sefil canını ondan söküp alabilirdim. Bu nefes almak kadar kolay olurdu ama ibret olsun diye hayatta bıraktım.
Atının sırtına atlayıp uzaklaşırken Jorleif'e: "Bir daha halkımdan birine eziyet ederken bu anı düşün." dedim. Kâhyanın yüzü buz kesmişti. Soytarı durumuna düşmüştü. Hiçbir şey demeden gitti...
ııı
Solitude'da her sene Kral Olaf'ı Yakma Festivali düzenlenirdi. Tek-göz Olaf'ın temsili kuklası yakılırdı ve halk bunu izlemek için dört gözle beklerdi. Bende tesadüfen o zamanda Mevki beyi Adil Elisif ile görüşüp Ulfric'le olan savaşımda bana destek olmaları için yardım istemek üzere Solitude'da gitmiştim.
İç Savaş nedeniyle oldukça korunaklı şehir kapılarından güçbela girdim. Her köşe de devriyelerin olduğu mahallelerinden geçtim. Blue Place'a doğru gidiyordum. Ozanlar Koleji'nin yanına geldiğim sırada biraz gülüp eğlenmek için festivale katılmaya karar verdim. Müzisyenlerin şarkı söylediği, kalabalığın dans ettiği bölümdeki standa yöneldim.
Orada uzun zaman harcadım. Ardından ikram edilen yiyecekler ve içecekler ile karnımı doyurup kukla yakıldıktan sonra tekrar Blue Place'in yolunu tuttum. Sarayın giriş kapısından girdim. Alt katta bir adam beni eliyle durdurdu ve "Sen nere gittiğini sanıyorsun? Kapıdaki muhafızları geçmene nasıl izin verdi?" dedi.
Elini tutup çektim ve "Sen kimsin?" diye sordum. "Adım Bolgeir Ayıpençesi. Mevki beyinin kişisel korumasıyım. Şimdi burada ne aradığını kafanı koparmadan önce bana derhal söyle küçük bosmer!" diye bağırdı.
O an içimden bu kabadayıya bir ders vermek istedim:
"Sen, kendini ne sanıyorsun? Uzun bacaklı soytarı! İyi bir dayak istiyorsun galiba." dedim. Kahramanca bir kavga başladı aramızda. İkimizde çok cesurduk. Ama Bolgeir bir zaman sonra yorulmaya başladı. Bende bundan faydalanarak kafasına okkalı bir yumruk patlatınca, adam yere yıkıldı.
Kapıştığımız sırada hararetten saray erkânının bizi izlediğini fark etmemiştim. Çevremizdeki insanlar birden tezahürata başlayınca bu beni uyandırdı. "Sarı adam!" diye haykırıyorlardı coşkuyla. Bu lakabı mücadelemizi izleyip dövüş performansıma hayran kalan seyirciler bana layık görüp armağan etmişti.
Tabii bu kutlama kısa sürede etrafımın muhafızlar tarafından çevrelenmesiyle son buldu. Kollarımdan tutup beni Elisif'in taht odasındaki huzuruna çıkarttılar. Beni önünde diz çöktürmeye çalıştılar ama buna izin vermedim. Onlara direndiğim sırada dizime kılıçlarının sapıyla vurdular.
Kalkmayı denedim ama elleriyle omzuma yere bastırdılar ve kılıçlarının uçlarını boğazıma ve enseme dayadılar. Pes ettim. Eğilmek zorunda kaldım ama başımı dik tuttum. Elisif eliyle muhafızlara gitmelerini emretti. Ayağa ağrılarım olmasına rağmen hızla kalktım ve Elisif'in gözlerinin içine doğrudan baktım. Kocasının ölümünün acısı hala taze olduğu için üzgün ve yorgun görünüyordu.
Ama çok güzeldi. Beni süzüyordu. İfadesi yumuşadı. Sanki beni tanıyormuş gibi bir hali vardı. Üzerime gelen kalbimi ok gibi delen bakışlarından korkup gözlerimi kaçırmak zorunda kaldım. Sonra bu sessizliği bozmak için ağzımı açtım:
"Sizler evinize gelen misafirleri hep böyle mi karşılıyorsunuz?"
"Elbette hayır. Bu büyük bir yanlış anlaşılmaydı sadece. Seni bir casus ya da suikastçı olduğunu sandılar. Gerçek kimliğini benim gibi bilselerdi böyle olmazdı. Ama sende anlayacaksındır ki hayatıma karşı türlü teşebbüsler var. Adamlarımın beni korumaya çalıştıkları için suçlayamazsın değil mi?"
"Peki, ben kim mişim?"
"Ulfric ve Fırtınapelerinleri'ne kök söktüren kişi, Nobiryn Donhor. Yöntemlerinizin hepsini onaylamıyorum ve kuzeylilere olan nefretinizi de anlamasam da yaptıklarınız yaşanan İç Savaş'ta ki tarafımıza büyük katkı oldu."
"Beni nasıl tanıdınız?"
"Afişlerinizden. Ama şunu söylemeliyim ki sizi hak ettiğiniz kadar iyi çizememişler."
Beni tanıdığına çok şaşırmıştım. Yaptıklarımızın bu kadar ses getireceğini tahmin edemezdim. Haberler hızlı yayılmıştı. Kısa bir süre daha sessizlik oldu sonra:
"Şimdi söyle bana Donhor, buraya niye geldin? Bu arada Bolgeir'i de fena pataklamışsın. "
"Kusura bakmayın ama bunu hak etti ayı. Buraya gelmemde olay çıkarmak gibi bir amacım yoktu. Sadece Windhelm'e yapacağım saldırı da desteğinizi istiyorum.
"Buna çok sevindim. Bize katılman gerçekten işimize gelir."
"Size katılmıyorum! Sadece davama yardım etmenizi istiyorum."
"Tamam. Anlıyorum seni. Fakat bu karar sadece bana kalmış değil. Bunu General Tullius'la da konuşup onayını alman gerekecek. İmparator tarafından bizzat görevlendirilmiş Skyrim'de ki askeri yöneticidir. Lejyonerleri sadece o izin verirse kullanabilirsin."
"General Tullius'la görüşebilir miyim?"
"Tabii ki. Ancak önce biraz dinlenmelisin. Uzun bir yoldan geldin ve seni hak ettiğin gibi ağırlamadan buradan yollarsam içimde ukde kalır. Hizmetlilerime odanı hazırlatacağım. Rahatlayıp dinledikten sonra ertesi gün Dour Kalesi'ne gidip Tullius'la konuşabilirsiniz."
Acelem vardı. Kampıma ve adamlarıma bir an önce dönmek istiyordum. Fakat yorulmuş ve yıpranmıştım da. Böyle General Tullius'un karşısında çıkamazdım. Mevki beyi Elisif'in ricasını da kıramazdım. Ayrıca Elisif'ten de etkilendiğimi itiraf etmeliydim.
Bu benim için çok tuhaftı. Çünkü o bir kuzeyliydi ama nefret yerine ona çok yoğun sevgi hisleri hissetmiştim. Onun yakınında bir gün olsa bile geçirmek güzel olacaktı. Selamımı verip hizmetçilerin eşliğinde kalacağım odaya gitmek üzere oradan ayrıldım...
Blue Place'de ki rahat hayat aklımı çelmişti. Burada iyi zaman geçiriyordum. Bir süre gitmek istemedim. Bol bol yemek ve içki... Elisif'e de çok yakındım. Hep onun yanındaydım. Bu arada malikânedeki 3. günümde bir rüya gördüm.
Rüya bana yoldaşlarımı ve kampımı hatırlattı. Gözlerim dolmuştu. Ormanıma gidip tekrar aralarına katılacağıma yemin ettim. General Tullius'la görüşmeden önce son kahvaltım için mutfağa doğru gittiğim sırada kapıda aşçı Odar'ı gördüm.
Burada kaldığım ilk günden beri anlaşamamıştım bu herifle. Bana çok kaba davranıyordu. Başlarda tatlı Elisif'imin hatırına sesimi çıkarmadım. Ama sonuncuda kahvaltımı vermeyi bile reddedince o an çileden çıktım ve Odar'a sert bir tokat attım. Karşılık vermeye çalıştı. Yumruk savurdu ama sıyırdı.
Boğazından tutup duvara dayadım. Tek ellimle gırtlağını sıkıp sanki ağırlığı olmayan bir şeyin hafif esen rüzgârda kendi kendine havaya yükselişi gibi kaldırdım. Şükür ki hizmetçi Una araya girdi. Yoksa öldürecektim pis kuzeyliyi. Ölse daha iyiydi ancak Elisif'e rezil olmakta vardı işin ucunda. Sonra, kalkıp kendi kahvaltımı kendim hazırlayıp aldım.
Daha ağzıma birkaç lokma ya götürdüm ya götürmedim ki kapıda iri yapılı bir adam belirdi. Bu gene Bolgeir Ayıpençesi'ydi. Elisif'e yakın olduğum için beni kıskanıyordu. Yüzünde geçen açtığım iyileşmeye yüz tutmuş, taze yaralarıyla gözlerini bana dikmiş burnundan soluyordu.
Bir süre öyle dikildi karşımda. Bende o sırada ona aldırmadan kahvaltımı yemeye iştahla devam ediyordum. Bunu gören Bolgeir giderek daha çok kızdı. Yanıma yavaş yavaş yaklaştı. Masaya yumruğunu vurdu. Buraya onu aşçının yolladığı belliydi.
Sürdürdüğüm kayıtsızlığa dayanamayıp bakışlarını kahvaltı tabağıma çevirdi. Sonra üzerine tükürdü. Ardından bana nedensiz pis pis gülümsemeye başladı. Daha sonra tuhaf bir şekilde kahkaha attı.
Midem bulanmıştı. Ama yaptığı şeyden dolayı değildi. Bir kuzeylinin bana bunu yapıp yanına kar kalabileceğini sanıyor oluşuydu... Küstah! Tabağımı masanın ortasına doğru kaydırdım. Sonra ellerimi kavuşturup Bolgeir'in gözlerinin içine baktım. Bir hiç gibi duruyordu. Alaycı ifademle konuşmaya başladım.
"İkinci ders için geldin sanırım?"
"Hayır. Kafanı kırmaya geldim."
"Bunu nasıl yapmayı düşünüyorsun bekçi köpeği?"
"Bahanem hazır merak etme. Durup dururken olay çıkardığını ve aşçıyı dövdüğünü söyleyeceğim. Ayırmaya çalıştığımı ama senin direndiğini ve bu nedenle kendimi korumak için seni öldürmek zorunda kaldığımdan dolayı buna ses etmeyecektir sevgilin Elisif."
Bu yakıştırmasından mutlu oldum. Hoşuma gitti. Ortam artık sessizliğe gömüldü. Kelimelerle bir işimiz kalmamıştı. Her şey biraz sonra kopacak olaya hazırlanıyordu sanki. Bolgeir son raunt için gelmişti buraya.
Bunu almadan gitmeyecekti. Bana da bunu ona vermekten başka yapacak bir şey bırakmadı. Birbirimizi tarttığımız sırada haince ilk hamle sabırsız Bolgeir'den geldi. Bu aceleci hareketleri onu kaçınılmaz sonuna giderek daha çok yaklaştırıyordu. Yemek masasını tutup üzerime kapakladı.
Hala oturuyordum. Çevikliğime burada çok iş düşmüştü. Hızla sandalyeyle birlikte takla atıp geriye çekildim. Bolgeir her ne kadar kuzeyli standartlarına göre güçlü bir asker olsa da basit tekniği saf kaba kuvvetle düşüncesiz saldırı seçimlerinden oluşuyordu. Beni bu sıradan kuzeyli stiliyle devirmesine imkân yoktu.
Rüyasına dahi girsem yener kâbusu olurdum. Ben deniz ise zekâyı, çevikliği ve gücü birazcık zarafet ile harmanlayarak kullanıyordum rakiplerime karşı. Bana savurduğu her kılıçta ona yeni bir şeyler öğretiyordum. Ama bunu kavrayamayacak kadar kas kafalıydı.
Bolgeir kılıcını kınından çekeli on beş dakika geçmişti. Ama ben daha elimi belime bile götürmemiştim. Giderek yoruluyor ve bununla beraber hataları artıyordu. Savunmasındaki farkında olmadığı bu boşluklardan yararlanarak onu kolayca öldürebilirdim. Hali beni rahatsız etmişti.
Dövüşü yalnız ayırdığım vakte değdiği zaman bitirecektim. Arbedemizin seslerinin yankıları her yanı kapladı. Etrafımız korkudan ve meraktan bizi uzaktan izleyen insanlarla dolup taştı. Dayanacak hali takati kalmamıştı. Kılıcı artık ona ağır geliyordu. Kalkanı taşıyamayacağı bir yük oluyordu. Bunlardan kurtulmak istercesine yere bıraktı. Mücadeleye yumruk yumruğa devam etti.
Çevikliğim ve zekâmla Bolgeir'i yeterince sersemlettiğime karar vermiştim. Bolgeir bana içine düştüğü çaresizlikten bir an önce kurtulmak için yalvarıyormuşçasına attığı o son yumrukta, doğru anın geldiğini hissettim.
O da o an içinin derinliklerinde bir yerlerde kavgayı daha başta kaybettiğini anlamıştı. Çok geç kalmıştı. Ne o vazgeçip onurunu ayaklar altına alırdı ne de ben bu zevkten kendimi mahrum bırakıp dururdum artık. Ona yaşamak için ikinci bir şans vermeye niyetim yoktu. İlk yumruğunu savuşturdum. İkinciyi ise elimle tuttum. Avucumun içinde kalan yumruğunu kurtarmaya çalışıyordu.
Sol yumruğunu tekrar salladı ama elimle onu da engelledim. Sağ yumruğunu o daha ne olduğunu anlayamadan hızla ileriye doğru çevirip kırdım. Acıdan gözlerinden yaşlar gelerek çığlıklar atmaya başladı. Daha sonra onu kendimden biraz uzaklaştırmak için iteledim.
Kendi zavallılığının muhakemesiyle baş başa kalsın istedim. Bir süre sessiz ve tepkisiz eline baktı. Kabuk bağlamakta olan eski yaralarının yanına yeni yaralar açılmış kanlar içindeki yüzüyle bana baktı. Kılıç elini kaybetti. Çıldırmış gibi görünüyordu. Öyle bir haykırdı ki camlarda bıraktığı etki ejderdoğanların attığı nidalar kadar kuvvetliydi. Kulaklar sağır, akabinde her yer de tuzla buz oldu.
Kudurmuş gibi üzerime doğru koşmaya başladı. Kenara çekildim. Duvara tosladı. Sonra nefes nefese yerden kalktı. Sağ eli kırıktı. Sol eliyle artık saldırıyordu. Onu da tutup dirsekten kırdım. O ana kadar tek başarılı olan hamlesini gerçekleştirdi.
Suratım kafa attı. Bunu öngörememiştim. Dalgınlığıma denk gelmişti. Ama darbeyi biraz hafifletmeyi başarmıştım. Yoksa bunun baskısıyla kafatasım içine göçebilirdi. Neyse ki bunu sadece burnumun kırılmasıyla atlatmıştım. Burnumdan kanlar fışkırdı. Sonra kanama durdu. Kolayca toparlandım.
Üstüme tekme attı. Bacağını hızla tutup havaya kaldırıp Bolgeir'i yandaki vitrine atıp geçirdim. Kırılan cam parçaları vücudunun her noktasına batmıştı. Buna rağmen pes etmemişti. Hafiften saygımı kazanmıştı.
Ümitsiz olsa da çabası takdir edilesi bir şeydi. Kavgada yarım saate yaklaşıyorduk. Mutfak adeta bir arena çevredeki meraklı kalabalıkta tribünlerdeki seyirciler haline gelmişti. Artık tezahüratlar edip şevkle bize kendilerince eşlik ederek bağırıp çağırıyorlardı. Hatta muhafızlar arasında kimin kazanacağına dair bahisler alınıp paralar yatırılarak oyunlar oynanıyordu.
Bende buna olan ilgimi kaybetmiş, sıkılmıştım. Bolgeir fiziksel olarak son noktadaydı. Kan kaybından ayakta ölmek üzereydi. Bense daha başlamamıştım. Atar damarları ve bazı ten donları camlardan dolayı kesilmişti.
Ağırlık yaptığı için miğferi, bilekliği ve çizmesini çıkardığı için böyle olmuştu. Üzerinde sadece çelik zırhı vardı. Onu da yumruk darbelerimle parçalamıştım. Dayanıklılığı bende hayranlık uyandırdı ama ısrarcılığı sinir bozucuydu. İşini bitirmenin vakti geldi de geçiyordu.
"Bu kadar oyun yeter!" diye bağırdım.
Ve Bolgeir'i tuttuğum gibi tavana fırlattım. Tavanı delip geçerek bir üst kattaki yatak odasına girdi. Duvarda açılan gedikten üst kata zıpladım. Bolgeir baygın bir şekilde yerde yatıyordu. Bilinci kapalıydı. Nefes alışverişi azalmıştı.
Ensesinden tutup taht odasına ağır ağır sürükledim. Yüzümü galibin kim olduğunu önceden zaten belli eden bakışlarla süsledim. İnsanlarda bizi merdivenlerden takip etti. Bulunduğum alanı çembere aldılar. Blue Place hatta abartarak tüm Solitude halkı gelmiş malikâneye sığamayıp taşmış gibi bir manzara vardı.
Mevki beyi Elisif ve insanlar şaşkınlıkla o sırada beni izliyorlardı. Bana para yatıranlar zaferimi kutluyor, kaybedenler bile kendilerini onlara katılmaktan alıkoyamıyordu. Bolgeir'i önlerine bir çuval gibi attım. Tahrik edercesine pozlar veriyordum hayranlarıma.
"Köpeğin eğitimi sona erdi!" dedim.
Bolgeir son nefesini verdiği dakikalarında pişmandı ve bu gereksiz cüretkârlığı yüzünden kendi pis kanında boğulmakla meşgul kaldı. Kıyafetimin yırtılması arkasındaki sürprizin ortaya çıkmasına neden oldu. Coşkuyla çevremi kesiyordum. O anlarda pencereden buğday tenime süzülen güneş ışınları değdi.
Göğüs ve karın kaslarımdan yerlere usulca akan ter damlaları parlayarak göze çarpacak kadar yoğunlaştı. Yakışıklılığım, karizmatik ve seksiliğimin doruk noktalara ulaştığını fark etmiştim. Bu kadınları büyülerken erkekleri imrendirdi.
Aralarında dikkat ettiğim tek şey en çokta dul Elisif'in ağzı açık bir şekilde ilah vergisi çekiciliğimin, etkileyiciliğimin akımına kendini kaptırmış halleriydi. Ben onun gecesinin arzusuydum o da benim şafağımın güzelliği...
IV
Sıcak bir Solitude günü ben ve Elisif yatak odasında dinleniyorduk. Bolgeir'le yaptığım şovdan sonra herkesin saygısını ve sevgisini kazanmıştım. Özellikle Elisif'in. Gösterinin ertesi gününde onu çoktan yatağa atmıştım bile.
Ne yiyiştik ama! Bir kadınla ilk deneyimim olmasına rağmen Elisif daha önce yaşadıkları arasında en iyisinin benimle olduğunu söylemişti. Gururlanmıştım tabii bir erkek olarak. Olayın detaylarını ise sizin hayal gücünüze bırakıyorum.
Her şey kusursuzdu ama sıkmaya başlamıştı. Yeteri kadar oyalanmıştım ve General Tullius'la olan görüşmenin tam sırasıydı. Ayrıca tayfamı çok özlemiştim. Elisif tatlı tatlı uyuyordu ve açıkçası uyandırmaya kıyamadım. Ona bir not yazdım ve Blue Place'den ayrıldım. Dour Kalesi'nin yolunu tuttum.
Birkaç hafta öncesine kadar yolda beni görmezden gelenler artık bana selam veriyor ve bedava yiyecekler, içecekler ikram ediyordu. Bu şekilde kalenin girişine dayandım. Kapıdaki nöbetçi askerler namımdan habersizce bana ters ters bakıyorlardı. Maksadımı bildirip içeriye adım attım.
General Tullius ile Legate Rikke Savaş Odası'ndaydı. İç Savaş hakkında yüksek sesle plan yapmaktaydılar. Bir süre bekledim. Tartışmanın şiddeti azaldıktan sonra kapıyı çalıp odaya girdim. Beni ilk Rikke karşıladı.
"Sen kimsin?"
"Benim adım Nobiryn Donhor. Buraya desteğinizi istemeye geldim."
"Bunu generale sormalısın. Onun yanında hareketlerine dikkat etsen iyi olur. Gözüm üzerinde."
Tullius'a yaklaştım. Düşünceli ve sıkkın bir tavırla beni baştan aşağıya süzdü. Bu sahne koca bir dakika boyunca sürdü. Bana fırsat vermeden sessizliği bozan Tullius oldu.
"Sen şu Elisif'in bahsettiği kişi olmalısın."
"Evet. O benim. Hakkımdaki haberlerde ne hızlı yayılıyor."
"Hakkında çok şey duydum. Bazıları iyi ama genellikle kötü. Ancak itiraf etmeliyim ki işimizi kolaylaştırdığın söylenebilir. Ayrıca geçen haftalarda Blue Place'de çıkardığın olayları ve... Elisif ile yaşadığınız bazı şeylerle ilgili yapılan dedikodular kulağıma kadar geldi."
"Kusura bakmayın ama bu kimseyi ilgilendirmez!"
Tullius'un sağ tarafında dikilen çam yarması rahatsızlıkla çıkıştı.
"Laflarına dikkat et! General Tullius'la konuşuyorsun."
"Sakin ol asker. Bak Donhor her pisliğine rağmen aradığım tarzda bir adam olsan bile geldiğinden beri şehir senin çıkardığın olaylarla çalkalanıyor. İnsanlar savaşa odaklanmalı. Dikkat dağınıklığına göz yumamayız."
"Buraya övgülerinizi ya da eleştirilerinizi dinlemeye gelmedim. Desteğinizi almaya geldim."
"Demek öyle? Peki, bunu nasıl olacak?"
"Hakkımda duyduklarınız ya da bizzat gösterdiklerim yeterli gelmedi mi?"
"Neden sana güveneyim ki?"
"Sizinle bir derdim yok ve gerçekten olmasını da istemezdiniz. Bana yardım ettiğiniz sürece menfaatlerim doğrultusunda birlikte hareket edebiliriz. Böyle olacak ise size kendi ve adamlarım adına ihanet etmeyeceğimize garanti veririm."
Legate Rikke araya girdi.
"O zaman kendini Lejyon'a kanıtla! Sana vereceğimiz görevleri tamamla."
"Gerçekten buna gerek var mı? Şu yanında duran kuzeyliden daha fazla Fırtınapelerin askeri öldürdüğüme yemin edebilirim."
"Konu bu değil ve Rikke haklı. Eğer bunu kabul edersen, ilerisi için sana güvenmeye daha istekli olabiliriz."
"Peki. Ne yapmamı istiyorsunuz?"
"Görevin Hraggstad Hisarı'nı haydutlardan temizlemek."
"Her neyse. Hemen başlayalım ve bir an önce şu saçma seromoni bitsin."
"Bekle! Bu görevde yalnız değilsin. Bugün senin gibi yeni biri daha aramıza katıldı."
"Yalnız gidersem daha hızlı ve rahat çalışırım."
"Hayır! Generalin dediğini yapacak ve onunla beraber gideceksin."
"Pekâlâ! Kim bu herif?"
"Adam şey dedi... bu kulağa başta biraz garip gelebilir ama bir Ejderdoğan olduğunu söyledi..."
•
İleti Sayısı: 192
Üyelik Yılı: 2021
Imperium:
0
28-01-2021, 19:17
(Son Düzenleme: 06-02-2021, 00:38, Düzenleyen: Ecdad Computer.)
BÖLÜM I
İÇİMDEKİ ŞEYTAN
"Ben karanlıkların sesiyim, öfkeyim, intikamım ve adaletim."
-Sevasi Omoone
Tarih: Turdas, Last Seed'in 16. Günü 4Ç 221 Yılı
Sevasi Omoone bir mağarada uyandı. Gördükleri kesinlikle korkunç bir kâbustu ve şu anda hafızasında onunla ilgili neredeyse hiçbir şeyi hatırlamıyor olmasına rağmen, üzerinde hala boğucu bir korku hissi vardı.
Kalp atışlarının sesini sanki duyabiliyordu, uzandığı yerden ayaklandı, derin bir nefes aldı ve mağaranın girişinden karanlık gökyüzüne baktı. Havada sadece birbirlerine yakın duran iki tane yıldız asılı duruyordu. Yıldızlar birden aşırı parladı ve beyaz renkleri kırmızıya döndü. Ardından bir göz misali onlarda Sevasi'ye doğru dikkatlice bakmaya başladılar.
Yıldızlar gökyüzünü dolduracak ve geceyi aydınlatacak kadar büyük bir bedende iki kırmızı göz halini aldı. Sevasi'nin gökyüzünde gördüğü bu büyük yansıma kendisine aitti. Sevasi bu anlamsız şeyleri görmesiyle hala bir rüya içinde olduğunu fark etti.
Sevasi kendisiyle göz göze geldiği anda irkildi ve uykusundan sıçradı. Fakat bu sefer uyandığında her yer günlük güneşlikti ve daha da tuhaf hissediyordu. Cyrodiil semalarında süzülüyordu ve siyah kanatları, gagası ve pençeleri vardı.
Bir leş kargası sürüsüyle beraber aynı yere doğru uçtuğunu görüyordu. Sevasi bu sefer gördüklerinde bir kontrol sahibi değildi. Sadece karganın gözlerinden olayları izlemekle yetinmek zorunda kaldı.
Sürüyle olan yolculuğu kuş bakışı bakıldığında ormanın iç kesimlerinde yeni yağmalanmış bir karavanın olduğu yolda durdu. Yere doğru yavaşça alçaldılar ve kargalar bulabildikleri her yere tünediler. Karavanın etrafında pek çok yaralı ve ölü vardı.
Aralarında cesetlerin ve yaralı bedenlerin üzerlerini değerli eşyalar için araştıran adamlar vardı. Elleri, bilekleri, ayakları ve denk geldikleri her cebi hızlıca kontrol ediyorlardı. Sevasi içerisinde bulunduğu bir düzine kargayla beraber etrafı gözetliyordu.
Sevasi'nin birden ilerde bir ağaca yaslanmış adam gözüne ilişti. Adam sıralanmış kuşların arasında özellikle Sevasi'nin karga şeklinin durduğu yere el sallıyor gibiydi. Sevasi karga gözleriyle daha dikkatli bakınca bu adamın kendisi olduğunu gördü. O an hala rüya içinde olduğunu hatırladı. Gördüğü bu yansımaların başka açıklaması olamazdı.
Diğer taraftan burada kan gövdeyi götürmüştü. Yerdeki her oluk kanla doluydu, çakıl taşlarıyla kaplı düzgün olmayan yolun yarısı kana boyanmıştı, kalın gövdeli uzun ağaçların gövdelerinden kan süzülüyordu. Meydandaki cesetler alana türlü biçimlerde saçılmıştı.
Bazılarının son hali dehşet içindeydi, eksik uzuvlarıyla göğe uzanarak İlahlara dua eder gibiydi. Aralarından bazılarıysa huzur içindeydi, başlarını geleni kabullenmiş ve direnmeden yaralarını tutup iki büklüm kalakalmışlardı.
Yaralıların hali ise bir başka acıydı. Onlar feryat figan ve can havliyle kıvrandıkça üstlerinden yüzlerce sinek havalanıyordu. Bir o yana bir bu yana uçuştukça, çıkardıkları keskin vızıltı sesleriyle birbirlerine çarpıp şikâyet ederek çevreye dağılıyorlardı...
Sevasi'yi birden nazik bir el dürttü ve bu zihnini gerçekliğe geri döndürdü. "İyi akşamlar lordum." Onu dürten elin sahibi yatağında birlikte yattığı bir fahişeye aitti. Sevasi iyice kendine geldiğinde fahişeye cevap vermeden yatağından attı ve bir süredir mesken belledikleri tavernadaki odasından kovaladı.
Yalnız başına düşünmeye en önemlisi de sessizliğe ihtiyacı vardı. Odasının dışında ki ziyafetten sarhoş olmuş adamları yeterince ses yapıyordu zaten. Bir bölümü boğulana kadar içmeye devam ediyordu. Diğerleri ise şarkılar söylüyor, dans ediyor ya da anlamsız sesler çıkarıyorlardı.
Yanlarındaki fahişelerle yiyişmeyi de unutmuyorlardı tabii. Leş Kargaları adıyla Cyrodiil'de nam salmış azılı bir grubun lideri olan Sevasi ise bir süredir bu tarz tuhaf rüyalar görmekteydi. Bu rüyaları bir tarafı hemen unutmak ve bir daha görmemek istiyordu ama diğer taraftan ne anlama geldiklerini de merak ediyordu.
Sevasi Morrowind'te ki Kızıl Dağ'ın patlamasının ardından Skyrim'e göç etmiş Dunmer'ların soyundan geliyordu. Annesi ve kız kardeşi Skyrim'de yaşanan iç savaş döneminde öldürülmüşlerdi. Babası ise hala Windhelm'de yaşamaktaydı.
Sevasi ise annesi ve kız kardeşi öldükten sonra Skyrim'den ayrılarak Cyrodiil'e yerleşmiştir. Skyrim'de yaşadığı dönemde bir süre hırsızlar loncasında çalıştı. Cyrodiil'e taşındığındaysa karanlık kardeşlik ile temasa geçerek onlar adına çalışmaya başladı.
Fakat oradaki işinden de hızla sıkılarak ayrıldı. Kendi grubunu kurdu ve zamanla bu grubun adı Leş Kargaları olarak kötü bir nam saldı. Sevasi'nin grubunun yaptığı en iyi şeyler hırsızlık, kaçakçılık, yağmalama ve suikasttı. Bu açıdan Hırsızlar Loncası ile Karanlık Kardeşliğin birleşimi gibiydiler.
Sevasi çok iyi yay, kılıç ve hançer kullanıyordu. Yani uzun ve yakın mesafede aynı oranda ölümcül bir rakipti. Ayrıca yıkım büyülerinde çok başarılıydı. Bu yüzden büyülü asalar kullanabiliyordu. Skyrim'de ki Windhelm şehrinde nordların ve özellikle Ulu Kral Ulfric'in ona, ailesine ve halkına olan ırkçı davranışlarından dolayı nord halkını sevmezdi ve grubuna o ırktan adamlar almazdı.
Sevasi kurnaz bir adamdı. Hayatta kalmak için yapamayacağı hiçbir şey yoktu. Grubun lideri konumuna rağmen Sevasi kendi kurallarına göre oynayan ve kendisinden başka kimseye gerçek anlamda onur veya sadakat duymayan, asi, kalpsiz ve acımasız bir adamdı. Gerektiğinde şiddetten çok hitabet konusundaki başarısını da sergiliyordu.
Herkesi kolaylıkla ikna edebiliyordu ama onun öldürmeye karşı doymak bilmeyen bir susamışlığı vardı. Çünkü o aynı zamanda bir vampirdi. Öldürmek onun için hem zevk hem de yemekti. Vampir olmayı kendi seçmemişti. Tanıştığı ve sevdiği bir kadından ona bulaşmıştı bu hastalık.
Fark ettiğindeyse çok geç kalmıştı. Daha sonraları bunun ona verdiği güçten hoşlanmaya başladı. Güneş ışığının üzerinde bıraktığı olumsuz etkileri ise bulduğu bir büyülü yüzük sayesinde engelliyordu. Tam yaşı bilinmiyordu. Ancak bir Dunmer'a göre daha genç görünüyordu.
Sevasi ve grubu bir süredir Hackdirt kasabasındaki Moslin'in hanında konaklıyordu. Buraya geldiklerinden beri Hackdirt halkından tek bir istekleri vardı o da onlara göre cüzi bir rakam olan 1000 septimlik haracı vermeleriydi. Sevasi ise köylüler altınları denkleştirene kadar kasabanın küçük hanında dinlenmeye karar vermişti.
Tabii bu sırada köylülerin Chorrol şehrine gizlice gidip konttan yardım istememesi için köyün her noktasına adam yerleştirmişti. Ama Hackdirt halkı anlaşmayı bu süreç içinde sonuçlandırmakta gönülsüz kaldı. Paralarını vermek yerine canlarını vermekte daha istekli olduklarını Sevasi'ye göstermişlerdi.
Hackdirt adlı kasabanın işte sonunu bu getirmişti. Sayılarına güvenerek bu aptalca işe bir gece kalkıştılar bir anda. Sevasi ise hakkı olanı istese zorlanmadan çok önceden alabilecekken köylülerin ne yapacaklarını merak ettiği için beklemişti.
Bu yersiz bir bekleyişti belki de ama bir süredir Sevasi'den beklenmeyecek değişimler vardı. Özellikle gördüğü rüyaların etkisinde kaldığı için pek adeti olmayan bu hareketleri sergiliyordu.
Sonra önceden az çok tahmin ettiği gibi işin sonunda zavallı köylüler ellerindeki tırpan ve baltalarıyla yere serilmiş ölüler haline geldi. Hâlbuki Sevasi bu sefer onları isteyerek uyarmıştı. İleri gelenlerine de üşenmeden tekrarlamıştı bu uyarısını. Onlara tuhaf bir şekilde şans tanımıştı, her zaman bunu yapmazdı.
Parayı alıp aralarından sadece birkaç tanesinin kanını emerek öldürecekti. Ama halkın kendisi bunun olmasını engel oldu. Hackdirtliler onu önceki kurbanlarındaki gibi şaşırtmamıştı. Sevaris'i illaki kan dökmek ve toplu kıyım yapmak zorunda bıraktılar işte.
Elbette Sevasi, Hackdirt'e gösterdiği merhametin karşılığında ihanet bulmasını hoş karşılamadı. Kasabaya adım attıkları anda yapması gereken şeyi yani hak ettikleri ölümü Sevasi onlara geçte kalsa verdi. Sadece bu kıyımı yaparken ilk seferlerinde yaşadığı heyacan ve zevk daha azdı.
Sevaris, öldürmeyi hala çok seviyordu. Leş Kargaları grubundaki üyelere de bu duyguyu aşılamaya çalışıyordu. Sevasi'nin mirası buydu. Onun öfkesi ve hırsı karşısında hiç kimse duramıyordu.
"Hanında bir süredir konakladığımız saygıdeğer Moslin'in yerde yatan parçalanmış cesedini zahmet edip vampir güçlerimle tekrar diriltsem ve bunu ona sorsam, muhtemelen geçte olsa haraç konusunda artık aynı fikirde olurduk. Ama bakın basit bir anlaşmaya Hackdirt halkı uymayınca ne hallere düştüler. Beni dinlemiş olsaydılar en azından hala bazıları yaşıyor olacaktı."
Uzaktan bakıldığında köylülerin üzerinden değerli pek bir şey çıkacak gibi durmuyordu ve bu da Sevaris'in adamlarının moralini bozmuş ve görüntü rahatsız etmişti. Herkes bulduğu kayda değer ganimetleri Sevaris'e gösteriyordu. Sevaris'in ise hiçbiri umrunda değildi. Onun gözleri daha büyük ganimetlerdeydi. Hackdirt yağmasının sonunda koskoca köyden toplam birkaç küçük kese altın ile gümüş yüzük ve kolye dışında bir şey çıkmamıştı.
Sevasi köylülerin asıl hazinelerini sakladıklarını biliyordu. Fakat bunu araştıracak kadar zamanı yoktu. Katliam sırasında köylüler arasından ormana kaçmayı başaranlar olmuştu. Onların en yakın yerleşke olan Chorrol şehrine ulaştıkları varsayılırsa her an Hackdirt'i bir düzine askerin kuşatması işten bile değildi.
"Çulsuz s.k.k köylüler. Şu p.ç kurularına keşke öldürmeden önce biraz daha pataklasaydık. " dedi ork Gorgog. Diğer taraftan hıncını almak için elindeki devasa çift elli kılıç ile cesetlerin rastgele uzuvlarına darbeler vurarak kopartıyordu.
"Puşt Gorgog, açgözlülük yapmayı bırak. Sakin ol, ölüleri rahat bırak artık." dedi khajiit Tsahi.
Sevasi istemeyerek havada küfürlerin uçuştuğu bu tartışmayı dinliyordu ve adamları arasında olan anlamsız bulduğu gerginlikten rahatsız olmaya başlamıştı. Derhal kesmeleri için onlarla göz göze geldi ve bu onların aniden susmasına yetti. Adamlarını kan kırmızısı gözlerinden gelen korkutucu bakışlarıyla uyarmıştı. Sevasi haşin ifadesiyle en cesur yürekleri bile titretebilirdi.
"Hepinizin çabalarınız karşılığında daha fazlasını istediğini biliyorum. Bu olması gereken şey ama merak etmeyin size bunu temin edeceğimin vaadini zaten daha önce vermiştim. Yakında taşıyamayacağınız kadar altınınız olacak. Şimdilik ortamın sihrini bozmayın. "
Gaddar Gorgog homurdandı, kanlı kılıcını sırtındaki kınına taktı. Tsahi ise bulduğu gümüş kolyeyi zulasına hızla atarak oradan uzaklaştı. Argonyalı Gamsız Neeta ise tam o sırada esprileriyle ortamı yumuşatmaya başlamıştı bile şimdiden.
Neeta'nın alışkanlığı böyleydi. Kolayca üzülmez ve kızmazdı. Hep gülmeye çalışırdı. Ne zaman bir muharebe sonrası ortam gerilse o hep şakalar ve komiklikler yapardı. Hatta öldürürken bile bunu yapıyordu bazen. Fırsatını bulsa kendimi ölümü sırasında bile espri yapardı. Giderayak insanları gülümsettiğini görmekten hoşlanırdı.
Gorgog ise hala hırçındı ve kendini yatıştırmak için oradan uzaklaşmak zorunda kaldı. Sevasi'ye sormak istiyordu ama hem çekinmişti hemde sabırlı olması gerektiğini fark etti, "Nasıl bir hazineden bahsediyor acaba?" diye meraklı düşüncelerle yürümeye devam etti...
•
İleti Sayısı: 192
Üyelik Yılı: 2021
Imperium:
0
29-01-2021, 00:59
(Son Düzenleme: 06-02-2021, 00:38, Düzenleyen: Ecdad Computer.)
Temsili Dev Yürek Surgur Portresi
I
DAĞLARIN BEKÇİLERİ
"Kaybettiklerini geri kazansan bile, asla eskisi gibi olmayacak."
-Dev Yürek Surgur
Evim güzel evim,
Benim evim Enginyurt'un kalan son yeminli halkının yaşadığı Puslu Kaya'dır. Skyrim'in yüzeyi altındaki gizli şehir. Benim dünyamda gökyüzü geceleri yıldızların süsünden, gündüzleri ise güneşin sıcak ılık ışıklarından yoksundur.
Sadece acımasız sert bir kayadır. Burası Skyrim'in en karanlık yerlerinden biridir . Buraya gelme yanılgısına düşecek kadar budala insanlar için ölüm tuzağıdır. Davetsiz gelenlerin asla geri dönemeyeceklerinden bizzat emin oluruz.
Zifiri karanlık koridorlar bir sağa bir sola ilerler bu kasvetli mağaralar irili ufaklı şekillerde birbirine bağlanır. Isırmak için saldıran bir ejderhanın dişleri gibi keskin taş yığınları kimi zaman davetsiz misafirlerin yolunu kesmek isteyen muhafızlar gibi yükselmiş nöbette beklemektedir.
Burada ölümün soğukluğunu çağrıştıran derin bir sessizlik hüküm sürer, pusuya yatmış yırtıcı bir sivri diş aslanının sükûneti. Karanlığın kaçınılmaz akıbeti. Puslu Kaya'da sessizlik olduğu zaman kulaklarda yankılanan tek şey uzaklardan gelen bir su damlacığıdır.
Bunu tıpkı kör Falmer halkının avlarını kulaklarıyla tespit etmeye çalıştığı sıradaki sakin kalplerinin atışlarına benzetebilirim. Damlacıklar sessiz kayalardan süzülerek Puslu Kaya'nın havuzlarına akar. Ta ki sükûnet bozulana dek, bu havuzların durgun yüzeylerinin altında hangi tehlikelerin olduğu ahmak maceraperestlerin tahminlerinden ve hayallerinden öteye gitmez.
Buralardaki yaşam bölgeleri sonradan kralımız Madanach'ın aklı başında olduğu dönemlerindeki önderliği sayesinde eklenmiştir. Yüzeydeki şehirlerin pek çoğu kadar büyük bir alan haline gelmiştir. Ancak, buralar aslında bir sığınak değildir, yalnızca budala gezginler böyle sanırlardı. Bu şehir tüm Skyrim'deki en şeytani ırklardan birinin vatanıdır.
Yüz mamut genişliğinde ve elli dev yüksekliğinde böyle bir mağarada beliriverir Puslu Kaya. Yok, olmaya mahkûm edilmiş Enginyurt'lu yeminli kabilesine özgü, ancak başka bir dünyaya ait gibi kaotik bir zarafet taşıyan abide.
Puslu Kaya, esasen nüfüs açısından çok kalabalık bir şehir sayılmaz. Yalnızca on bin yeminli barınır burada. Zaten artık büyük bir halkta değildik, Ulu Kral Ulfric Fırtınapelerin yüzünden. Yirmi yıl kadar önce oldukça kaba sıradan küçük bir mağaradan ibaret olan bu mekân, şimdi sakin ve büyülü bir ışıltı saçan sırayla ve özenle oyulmuş duvarlarıyla bir sanat eserini andırır.
Skyrim'deki diğer yeraltı şehirleri arasında Puslu Kaya biçimsel bir mükemmelliktir. Tek bir taş bile doğal halinde bırakılmamıştır içerisinde inşaata başladığımızdan sonra. Ancak, harika şehrimizin inşasındaki bu büyüleyici düzen, detay, görünümünün güzelliği, zarifliği ve hoşluğu yalnızca ırkımızın yüreklerindeki zalimliğin ve yönetimindeki keşmekeş ve kötülüğü gizleyen bir aldatmacadan ibarettir.
Yine de, hiç yoktan bir kralımız olmasına rağmen bu saklanmış çarpık dünyanın arka planda kalan asıl yöneticisi iğrenç kadınlar hagravenlerdir. Kara büyüden yaratılmış dehşet verici, ölümcül insansı yamyam bir ırktır. Yaşlı bir kadını andırır görünümleri ama diğer yönden iki ayaküstünde duran siyah tüyleri ve devasa pençeleriyle bir kargaya benzetilirler.
İtaatkâr bir kul olmayanların sefil hayatları bir hagravenin keskin şiddetli pençeleriyle ya da onların sadık askerleri Fundayüreklerin kılıçlarının ucunda solar. Hagravenler her koşulda hayatta kalmayı başaran çetin ve felaket saçan yaratıklardı. İşte benim evim böyle bir yerdi. Kaybedenlerin ölüm vadisi, sürülmüşlerin ülkesi, kâbuslar diyarı.
Din ise karmaşık olan bir başka sıkıntımız. Başlangıç olarak bizim kültürümüz için tek önemli şey diyebilirim. Tanrıça olarak kabullenip takipçileri olduğumuz hagravenler ve onların aracılığıyla hizmet ettiğimiz deadrik prensler. Hircine ve Namira gibi. Puslu Kaya'da onlara adanmış bir kaç tane mabet yapılmıştı. Her köşe başında heykellerine ve sunaklarına rastlamakta mümkündü.
Böyle korkunç bir toplumda güce ulaşmanın tek yolu elbette öldürmektir. Sanırım hiç şaşırmadınız. İtiraf etmeliyim, şu anda hatırlamadığım göstermelik bazı davranış kurallarımız vardı galiba ama gerçek adaleti kimse umursamadığı için anlamsızlardı.
Herkes yüce kraliçe hagraven ile nedimelerine ve sadist yeminli kral Madanach'a sarsılmaz bir sevgi ve saygı duymak zorundadır. Otoriteleri asla sorgulanamaz. Halk sadece onları memnun etmek için yaşar ve avlanır ya da av olurlar.
Peki, gerçek yeminliler aslında kimdi ve onlara ne oldu bilmek istiyor musunuz? Bizler Breton asıllı olan kendi topraklarımızı yakan ve yağmalayan insanlarız. İçimizde ayrıca pek çok ırktan kişi barınıyor; Ork, elf, khajiit ve argonyalı gibi.
Bizler bir zamanlar nord halkının belasıydık. Karanlıkta üzerlerine inen baltalardık. Bizler unutulmuş eski tanrıların çığlıklarıydık. Enginyurt'un topraklarının gerçek kızları ve çocukları bizleriz.
İlk başta gerçek kutsal bir amacımız vardı; tekrar bağımsızlığımızı kazanmak için topraklarımızı nordların elinden almak ve onlara doğum hakkımız olan bu özgür krallığı mezar haline getirmekti.
Fakat toplumum zaman içinde içlerine düştükleri çelişkilerle ve aldıkları sayısız yenilgiyle amaçlarından saptılar. Zafere duyduğumuz açlık ruhlarımızı mahvetti, bizden geriye nefret ve korku duyulan vahşi barbarlar kaldı.
İmza
Markarth'lı Eltrys'in oğlu
Dev Yürek Surgur
Tarih: 4. Çağ 221. Yılı.
İleti Sayısı: 192
Üyelik Yılı: 2021
Imperium:
0
29-01-2021, 20:33
(Son Düzenleme: 06-02-2021, 00:39, Düzenleyen: Ecdad Computer.)
Giriş
Aydınlıkla karanlığın ebedi savaşı...
Auriel'in Yayı'nı Serana ve Ejderdoğan bulur ve hemen ardından Volkihar şatosuna Lord Harkon'u durdurmak için Şafakmuhafızları'nında desteğiyle yola koyulurlar. Fakat işler planlandığı gibi gitmez.
Isran saldırı sırasında öldürülür. Daha sonra Lord Harkon öz kızı ve Ejderdoğan ile girdiği şiddetli çarpışmada Ejderdoğan'ı öldürmeyi başarır. Kızını ağır yaralar. Bu sıralarda Şafakmuhafızları'nında sonu gelmiştir. Böylelikle Kadim Parşömen'leri ve Auriel'in Yayı'nı ele geçirir ve bunlarla güneşi karartarak Tamriel'e sonsuz karanlığı getirmiş olur.
Vampirler artık güneş ışığı etkilerine maruz kalmadıklarından dolayı saklandıkları yerlerden yüzeye çıkarlar. Gün geçtikçe cesaretleri artar. Skyrim'in her bölgesinde saldırılar çoğalır. En sonunda birgün Lord Harkon'un önderliğindeki binbir çeşit yaratıktan oluşan muazzam büyüklükteki bir ölümsüzler ordusu ortaya çıkar.
Bu ordunun yaratılış amacı Skyrim'i istila etmektir. Bunu kolaylıkla başarırlar. İç Savaş ve Ejderhalar yüzünden yıpranmış Skyrim halkı fazla direniş gösterememiştir. Birkaç ayda Thalmor Skyrim'den çekilmiş, İmparatorluk yıkılmış ve Fırtınapelerinler yok edilmiştir.
On binlerce insan yenilmiş, kanları kurutulmuş ve binlercesi vampirlere dönüştürülmüş. Skyrim halkının geriye hayatta kalan çok az bir kısmı da hem hizmetçilik hem de besi hayvanı olarak zindanlara atılarak köleleştirilmiştir.
Felaketten kaçıp hayatta kalmayı başaranlar yer altına kaçmışlardır. Orada gözlerden ırak bir şekilde sessizce yaşamlarını sürdürmek zorunda kalırlar. Bunların üzerinden tam on yıl geçer. Yer altı şehri Heart'ta gerçekleşen dehşet verici bir cinayetin sükuneti bozmasının ardından şehre düzeni getirmek kuruculara düşer.
Cinayet vakaları bununla da sınırlı kalmaz ve kasaba halkı bir sinek gibi tek tek avlanmaya devam eder. Her yeni kurbanda şok edici bir sır ortaya çıkar. Zaman azalmakta, çember git gide daralmaktadır.
Sırlar çözüldükçe bilinmezlikler netlik kazanacak ve maskeler birbir düşecektir. Ayrıca aniden ortaya çıkan bir vampirle olaylar daha da sarpa saracaktır.
Lake'in Hikayesi
Benim adım Lake, 4 Nisan 4. Çağ 180 yılında (32 Yaşında) Cyrodiil'in Bruma şehrinde Kuzeyli bir ailenin tek çocuğu olarak dünyaya geldim. Kendimi bildim bileli etrafımdaki dünyayı değiştirmeye çalıştım. İkna edici, benmerkezci, dışadönük, bağımsız, karizmatik ve hırslı bir kişiliğe sahibimdir.
Ayrıca inatçı, dominant, alıngan, biraz asabi ve yerine göre de acımasızımdır. Bir çoğunuza antipatik gelmiş olabilirim ama altını çizmek isterim, pek çok ırkdaşımın aksine vicdansız, vahşi biri değilimdir. Hayatımda ki zorluklar karşısında her zaman sağlamlık, hedeflerim karşısında da süreklilik sergilemişimdir. Dayanıklıyımdır ve cesurumdur. Ancak sonuçları ne olursa olsun seçim yaparken ahlaki değerlere bağlı kalmaya çalışmışımdır. Ayrıca kişiliğimde güzel kadınlar tek zayıf noktam olabilir.
Annem ev hanımı, Babam ise bir zanaatkardı, toplum tarafından değer gören, güzel görünen, faydalı aletler yapardı. Jerall dağlarındaki ormanlarda ağaçlar o kadar boldur ki şehirdeki her şey neredeyse ahşaptan yapılmıştır. Bu yüzden zenginler bile yeni mobilyalar yaptırtmak ve evlerini güzelleştirmek için babama gelirlerdi.
Rahat ve lükse alışkın biri olarak büyüdüm. Bir çekic ile balyoz arasındaki farkı anlarım. Çocukluğumu şehrin en varlıklı soylu Kontlarından birinin köşkünde uşak olarak geçirdim. Kötü tarafı hizmet ederken ilk görevim, her zaman ağır başlı ve alçak gönüllü olmaktı, İyi tarafı her türlü eğlencenin olması: ziyafetler, yarışmalar, turnuvalar, dedikodular, büyük aşk ve hikayelerin şiirlerini okuyan ozanlar, soylu tabakadan insanların ziyaretleri. Anlayacağınız bir dünya kargaşa ve yorucu olay.
Hiç unutmam, soylu ailelerin çocuklarıyla, genelde beni görmezden gelirlerdi ama hepsi kendini beğenmiş değildi. Aralarından iyi arkadaşlık kurduklarımda oldu. Ağaç dallarını kılıç gibi kullanarak kaba oyunlar oynardık. Oynadığımız bu oyunlar gündelik yaşantımda bana paha biçilemez dersler verdi.
Şimdilerde yolların çağrısına cevap veren bir köyden yada şehirden diğerine, bulabildiğim ne varsa ticaretini yaparak dolaşan bir gezginim. Çocukluğum aksine yetişkinliğe yeni adım attığım bu zamanlardaki hayatım zengin bir varoluşa sahip değildi, ama böbürlenmek gibi olmasın, konu pazarlığa gelince en cimri ihtiyarlardan bile iyi fiyat koparacak kadar ustaydım.
Annem ve babam vefat ettiğinden beri aklımda tek bir şey var, o da ailemin kaybının acısı bu kadar yakınken artık Cyrodiil'de kalamayacağımdı. Evim gitgide adeta bir hapishaneye dönmüştü. Çocukluğumdan beri dünyayı gezip görme hayallerim vardı. Ama özellikle bir yer vardı.
Skyrim'i görmek istiyordum, tüm Kuzeylilerin babası olan Tiber Septim'in, Yüce Talos'un doğduğu yeri görmek istiyordum. Belki de yeni bir hayat bana, ailemi onurlandırmamı ya da onları unutmamı sağlayabilirdi. Ayrılma fikri kafama yatmıştı, ayrıca Bruma Nibenlilerin şehri olarak bilinir ancak Skyrim sınırına yakınlığından dolayı daha çok kuzeyli bir şehri andırır. Bruma her zaman soğuk ve karla kaplıdır. Böyle bir iklimde doğup büyümek Skyrim'de bana avantaj sağlayacaktı, kendi memleketimde gibi hissedecektim ve alışmakta zorluk çekmeyecektim.
Skyrim hakkında hikayeler anlatıp dururlar. İmparatorluk ile Fırtınapelerin arasındaki savaşlar yüzünden paramparça bölünmüş topraklar, fırsatçılar, maceracılar, haydutlar, ve son olarak ejderhaların dönüşü. Tehlikelere göğüs gerecek nitelikte olanlara büyük fırsatlar sunan bu ülkede geçmişimi ardımda bırakıp yepyeni bir hayata başlayabilirim. Özgür olacağım ve seçtiğim yol her ne olursa olsun büyük maceraların beni beklediğini hissediyorum.
Ve ardından hızlı bir kararla sadece gittim ve asla arkama bakmadım ama Skyrim'e olan yolculuğum hayatımda her şeyi sonsuza kadar değiştirecek korkunç bir yola sokacağını asla tahmin edemezdim.
1. Bölüm
Lake'in Kalbi
Tarih: 7 Kasım 4. Çağ 212
Heart, nüfus: 2157
Benim adım Lake. Kurucular Locası'nın bir üyesiyim. O akşam Heart'ta ki Mutlu Karınca hanında her zamanki gibi ağıma düşürebileceğim potansiyel avlarımı gözetlemek ve içki içmekle meşguldüm. Derken kalabalıkta bir kadın dikkatimi çekmeyi başardı. Onunla hemen tanışmak için masasına yaklaştım.
Adının Serana olduğunu söyledi. Oldukça çekici olmasının dışında sıradan bir insandan farklı görünmüyordu. Onunla kiraladığım oda da yatmayı düşünüyordum ancak ben daha konuya girme fırsatı bulup pazarlığı yapmadan önce oturduğumuz yerde kısa bir süre sonra büyük bir yangın çıktı. Aniden etrafımızı sarmaya başladı. Çevremizdeki insanlar canlarını kurtarmak için kaçışıyor bazıları camdan atlıyor, bazıları kapıdan fırlıyordu.
Kapıya doğru hamle yaptım ama tam o sırada çıkış yolumuz çatıdan düşen tahta parçaları yüzünden kapandı. Durum çok kötüydü. Sersemlemiştim. Dumanlardan neredeyse boğulmak üzereyken daha ne olduğunu anlayamadan Serana beni kucağına alarak yanan handan dışarıya çıkardı ve ölmekten kurtardı. Ardından yaralarımı tedavi etmeye başladı. Fakat o anda öncesinde sezmiş olduğum tuhaflığı doğrulayan bir şey fark ettim.
Bir kadının 1.91 cm boyunda ve 105 kg ağırlığında bir adamı tek seferde yerden kavrayıp kucağına almasının bende yaratmış olduğu şaşkınlığın dışında, alevlerin içinden ardından duvardan bile geçmemize rağmen Serana'nın hiçbir zarar görmemesi beni şok etmişti. Oysaki benim kıyafetlerim hemen tutuşmuştu. Hatta beraberinde vücudumun pek çok noktasında yanıklar oluştu.
O fırın gibi yerden nasıl hiç yara almadan mucizevi bir şekilde kurtulduğunu ve nasıl bu kadar güçlü olduğunu sorsam da cevap hemen alamadım kendisinden ama nihayetinde o bile cazibeme (ısrarlarına) dayanamayarak kimliğini bana açıklama gereği duydu.
Onun vampir olabileceği aklımın ucundan bile geçmemişti! Bir yanım bu yaratıklardan ölesiye korkuyor ve nefret ediyordu. Yeni taşındığım evimi ve arkadaşlarımı kaybetmeme onun türü sebep olmuştu. Yıllardır yerin altında yaşamamıza ve çektiğimiz acılarda onların ellerinden gelmişti.
Ama diğer taraftan bakacak olursak ondan çok etkilenmiştim. Hayatımı kurtarmıştı ve beni iyileştirmişti. Resmen ikiye bölünmüş gibi hissediyordum. Onunla ilgili neler düşünmem gerektiğine karar verememiş ve kafam karışmıştı. Vampirlerden kurtulduğumuzu ve saklandığımız yerde güvende olduğumuzu sanıyorduk.
Burayı nasıl bulabilmiş ve girmeyi başarabilmişti? Talos aşkına! Bizler bile giriş yolunu güç bela hatırlıyorduk geçen onca yıl sonra. Ortamın sessizliğini Serana birden bozdu. Kendini açıklamaya devam etti ve beraberinde bu çok sayıda ilginç gerçeği getirdi. Serana'ya veyahut adı her neyse o şeye göre her vampir aynı değildi. Kendisi soylu bir aileden gelen safkan bir vampir soyundanmış ve yaşamak için kanımıza ihtiyaç duymadığını söyledi.
İnsanlara bir düşmanlığı yokmuş aksine bizi kurtarmanın bir yolu olduğunu ve bu nedenle Heart'a geldiğini söyledi. Serana'nın söylediklerine inanamıyordum. Bir vampirin sözüne güvenmek mantıklı olur muydu? Bu yaptığım ve yapacağım ilk akılsızca iş olmazdı sanırım.
Bana konuşurken oldukça samimi ve tatlı geldi ama açıkçası birinin niyetini ve doğru mu ya da yalan mı söyleyip söylemediğini anlama konularında pek iyi olduğum söylenemezdi. Özellikle karşımda güzel bir kadın olduğunda beynimle düşünemediğimden dolayı yapacağım seçimden emin olamazdım. Sonuçları ağır olabilirdi.
Kalbim bana başka bir şey yapmamı söylüyor olsa da öncelikle burada kurmuş olduğumuz toplumu düşünmek terazimde daha ağır basmıştı. Sorumluluklarımı son anda arzularıma teslim olmadan hatırlamayı başarmıştım. Fakat onu yargılamak gibi bir niyetim yoktu. Sadece ilişkimize daha temkinli yaklaşacaktım. Onu kışkırtmak yapacağım son hata olurdu.
Bu yüzden cevabımı daha sonra vereceğimi ve beklemesi gerektiğini belirttim. Bir vampire göre anlayışlı, uzlaşmacı ve makuldü. O da benden nazikçe burada yaşadıklarımızı sadece zamanı gelene kadar bilmesi gerekmeyen kişilere anlatmama mı rica etti. Bu bir sır olarak kalmalıydı. İnsanlarımızın bunu duymaya hazır olduklarını da pek sanmıyordum zaten.
Aramızda anlaşma sağlandığında bu olanları diğer kuruculara bir şekilde açıklamanın bir yolunu bulmam gerekecekti. Daha sonra tüm Heart halkına. Ahalinin alacakları bu haberden sonra onların üstünde oluşacak etkiyi hayal bile etmek gelmiyordu içimden. Bende bunu kabul etmek zorundaydım çünkü beni tek vuruşuyla öldürebilecek seksi bir mahlûkattı karşımdaki.
Şayet ona ihanet etmeye karar versem bile beni nereye gidersem gideyim bulacağını yine de öldürebileceğini ve her halükarda kaçıp gidebileceği ile ilgili bir şeylerden bahsetmeyi de unutmadı ayrılırken. Muhtemelen haklıydı.
Zaten yerin altında olduğumuzdan kaçabileceğim yerlerin listesi sınırlıydı. Ayrıca bu yolla onun doğruyu söyleyip söylemediğini asla öğrenemez ve bu genç yaşımda mezara girerdim. (Lake yeni otuz ikiye bastı)
Birde onunla düşman olmak içimden gelmiyordu. Lanet olsun galiba ona yani bir vampire âşık olmuştum. İtiraf etmek bile yeterince zor. Bunu kabullenmek için kendimi şimdiden alıştırsam iyi olacaktı.
Birkaç gün sonra...
Tam uykuya dalacağım sırada kapı çalmaya başladı. Yüksek sesle küfür ederek yarı çıplak bir şekilde yataktan kalkmaya çalıştım. Panikledim çünkü gecenin bu saatinde rahatsız edilmenin ne sebebi olabilirdi? Kötü bir fikir olduğunu biliyordum fakat yine de kapıyı açtım.
"Lake? Beni güzellik uykumdan uyandıracak kadar önemli olan şeyin ne olduğunu hemen söyler misin?"
"Dokuz İlah aşkına! En son hatırladığım dan bile daha iyi görünüyorsun Ayle. Durum bu kadar acil olmasa seninle şuracıkta eski anılarımızı tazeleyebilirdik."
"Saçmalamayı kes! Ve derhal bana bir açıklama yap! Yoksa kapıyı suratına çarpmak üzereyim."
Lake ile Heart'ın kurulduğu ilk zamanlarda tanışmıştık, yaklaşık on yıl kadar önce. O zamandan beri de en iyi arkadaşım olmuştu. Bir dönem bundan daha fazlasıymışız gibi davrandığımızda oldu. Yalan yok oldukça tuhaf bir ikiliydik.
Hiçbir ortak noktamız yoktu ve ayrıca ben bir ulu elf tim o da bir kuzeyliydi ama bunları umursamadık. Ancak dostluk konusundaki şaşılacak başarımızı aynı şekilde sevgililikte pek sağlayabildiğimiz söylenemezdi. Bu yüzden ilişkimiz zarar görmesin diye ayrılmaya karar verdik.
Ortamı sessizlik alınca, dayanıp parmaklarımla kapının kirişini sıkarak kendimi en kötüsünü duymak için hazırlamaya başladım.
"Ona öldü." diyebildi Lake en sonunda.
"Hayır..." diye fısıldadım.
Yatağıma yaklaşıp ucuna oturdum.
"Maalesef evet."
"Urag nerde?" diye sordum.
Tanıdığım en adi, en pislik ork olan Urag, yüzünde her seferinde daha çok yara bere içinde gördüğüm Ona'nın kocasıydı. Demircilik işlerinde oldukça iyiydi ve Heart'ın merkezindeki dükkânlardan birine sahipti.
Her ne kadar kimse karısına karşı olan davranışlarını onaylamasa da çok sayıda müşterisi ve kasabadaki en ihtişamlı evlerden birine sahip olacak kadar da malı vardı.
Dev gibi elleri ve çabuk öfkelenen karakterini göz önüne aldığımda, henüz daha çok genç olan Ona'nın ölümünden sorumlu kişinin Urag olduğuna dair aklımda şüpheler oluşmuyor değildi.
"Ayle olay mahalline gitmeliyiz. Kocası ise cinayet suçuyla gözaltına alınıp sorgulanacak. Ona'nın pek hoş durumda olmadığına dair haberler aldım. Agnar işe giderken cesedi sabaha karşı evinin yakınlarındaki sokakta bulmuş."
İlahlara bana güç vermesi için dua ettim.
"Kurucular Loncası bu vakanın çözülmesi için ikimizi görevlendirdi. Bu uzun zamandır aradığımız bir fırsattı. Nihayet sonunda kendimizi kanıtlaya bileceğiz. Bu yükselebilmek için bir şans. Bu arada iyi misin Ayle? Suratın bembeyaz oldu da."
"Üstesinden gelebilirim Lake. Zaten başka seçeneğimiz yok."
Üzerimdeki gecelikten kurtulup kıyafetimi giydim. Ona'ya hayattayken yardım edememiştik, hiç değilse ölüsüne yardımımız dokunabilirdi...
•
İleti Sayısı: 192
Üyelik Yılı: 2021
Imperium:
0
29-01-2021, 23:21
(Son Düzenleme: 06-02-2021, 00:39, Düzenleyen: Ecdad Computer.)
Giriş
Cyrodiil'de yaşayan 10 yaşındaki genç kara elf Mythall babasını 3. Çağ 415'te madende çalışırken göçük altında kaldığı bir iş kazası sonucu kaybetmişti. Annesini ise birkaç yıl sonra onu ölüm döşeğine düşüren çaresiz kötü bir hastalığın pençelerine kurban verdi.
Ardından kalacak başka yeri olmayan Mythall Morrowind'te yaşayan tek yakını olan amcası Liandras'ın yanına taşınmak zorunda kaldı. Bay Liandras tüm Balmora'da ki en huysuz adam olarak tanınır ve Mythall'ın varlığına istemeyerekte olsa bunu bir görev olarak gördüğü için tahammül etmeye çalışır.
Bu hikayede küçük bir çocuğun amcasının ve çevresindekilerinin kasvetli ve mutsuz hayatlarına nasıl ışık tutup değiştirdiğine şahit olacaksınız...
Bölüm 1
Sabahın erken saatleriydi. Bay Liandras hiç huyu olmamasına rahmen aceleyle mutfağa girdi. O sırada malikanenin hizmetçisi Dralosa bulaşıkları yıkıyordu ve onun bu haline şaşkınlıkla bakakaldı. Bay Liandras'ın bugün durumunda bir farklılık vardı.
"Dralosa!" diye gürledi bay Liandras.
Bulaşıkları yıkamaya devam ederek, "buyurun" diye karşılık verdi Dralosa.
"Vivec aşkına...biri sana bir şey söylerken, elindekini bırakıp öyle dinle."
"Kulağım zaten sizdeydi ama olur, efendim, bırakıyorum. Şimdi sizi dinliyorum."
Liandras Avors eskiden beri hiçbir şeyden memnun olmazdı. Dralosa bir buçuk aydır, Bay Liandras'ın yanında hizmetçi olarak çalışıyordu. Babası ölmüş, annesi ve kardeşiyle beş parasız orta yerde kalınca, genç kadın da kasabanın tek konağı olan AVORS'ta işe girip çalışmak zorunda kalmıştı.
"Bulaşıkları bitirir bitirmez tavan arasındaki odayı temizleyeceksin. Oraya bir de yatak yerleştir."
"Odadan çıkacak eski eşyalar ne olacak beyim?"
"Çatının arka tarafına koy. Böyle şeyleri sürekli bana sorma. Bunları artık senin düşünüp yapıyor olman lazım."
Kısa bir süre duraksadıktan sonra bay Liandras konuşmasını sürdürdü: "Dralosa, yeğenim Mythall Avors Cyrodiil'den Morrowind'e sonra buraya Balmora'ya yani evime geliyor . On yaşında kendisi. Hazırlayacağın odada kalacak."
"Demek buraya küçük bir kül tenli erkek gelecek. Bay Liandras, ne güzel bir haber bu!" dedi Dralosa sevincini belli eden bir tonla.
Bay Liandras suratını ekşiterek, "Güzel mi? Bu hiç de yerinde kullanılmış bir söz değil. Ama katlanmaya çalışacağım. Bir yerde benim için görev oluyor. Ayrıca o bizden biri değil. Annesi kuzeyli bir rahibeydi. Annesinin baba tarafı da balyoz yurtlu bir köylüymüş. Yani safkan değil! Soyu sopu belirsiz." dedi.
"Küçük bir çocuğun yaşantınızı değiştireceğini düşünmüştüm de, efendim" dedi Dralosa kekeleyerek.
"Sağ ol" dedi bay Liandras soğuk bir sesle... "Ama buna gerek duyduğumu sanmıyorum." diye ekledi.
Dralosa "Ne de olsa erkek kardeşinizin çocuğu diye..." diyordu ki lafı birden yarı da kesildi.
"Dralosa! Burnunu haddin olmayan yerlere bir daha sakın sokma! Yoksa kendine başka bir iş aramak zorunda kalırsın. Ağabeyim ailesinin uyarılarını dikkate almayıp onayımız olmadan aptalca bir evlilik yaptı ve yeterince kalabalık olan Tamriel'e gereksiz bir takım çocuklar daha getirip bedelini canıyla ödedi. Fakat az önce de söylediğim gibi, bu durum benim için bir görev oluyor."
"Beni affet lordum, tekrarı olmayacak." dedi Dralosa sesini alçaltıp başını öne eğerek.
Bay Liandras mutfaktan çıkarken kırmızı gözlerinden gelen sert ve delici bakışlarının eşliğinde "Odayı yavaş ve baştan savma temizleme. Yakında yanına kontrol etmeye uğrarım." demeyi de unutmadı.
Bay Liandras odasına gitti. Yatağının yanındaki sehpanın çekmecesinde duran İki gün önce Cyrodiil'in adı pek duyulmamış bir yerinden ona kuryeyle gelen mektubu çıkarıp yeniden eline aldı. İçinde yazanlar onu hiç ama hiç mutlu etmemişti. Mektubu bir daha gözden geçirdi:
"Sayın Bay Liandras,
İki hafta kadar önce Rahibe Isa Rahman'ın 59. doğum gününde vefat ettiğini ve on yaşındaki oğlunun öksüz kaldığını büyük üzüntülerimle size bildirmek zorundayım. Miras olarak oğluna birkaç kitap dışında hiçbir şey bırakmadı. Dokuzlar şapelinde görevli olarak çok az maaş almaktaydı. Isa Rahman'ın rahmetli eşinin kardeşiniz olduğunu öğrendik.
İki ailenin arasında soğukluk olduğunu vaktiyle söylemişti. Rahibe Rahman, yine de vasiyetinde Mythall'ın babasının hatırı için evinize alacağınızı umduğunu belirtiyordu. Bu mektup elinize geçtiğinde, sanıyorum küçük çocuk da yol hazırlığını tamamlamış olacak. Gelmesini istiyorsanız hemen bir mektup yazın. Çünkü Blacklight'a gidecek bir aile, onu gemilerin demir attığı Vivec limanına giden bir kayığa kadar götürüp bindirecekler.
Mythall'ın yola çıkacağı günü de ayrıca bildireceğim. Mektubuma uygun bir cevap vereceğiniz umuduyla saygılarımı sunarım.
İmza
Baş Rahip Cirroc...
Yollanma Tarihi : Fredas, Rain's Hand'in 21. günü, 3E 417"
Bay Liandras, mektuba kısa bir süre sonra yanıt vermiş, küçük çocuğun gelebileceğini yazmıştı.
Bay Liandras oturduğu koltuktan ağabeyi Balyn'i düşündü. Gelecek çocuğun babasıydı Balyn. On dokuz yaşındayken ailesinin istemediği kuzeyli bir kızla evlenmişti. Oysa, Balyn'i Ald'ruhn'da ikamet eden Redoran Hanesi'ne mensup çok zengin biri istiyordu. Bay Liandras o zamanlarda on iki yaşındaydı ama olayları sanki dün olmuş gibi anımsıyordu.
Ailesi, zengin ve itibarlı bir Redoran'lı dunmer kadınını çevirip Cyrodiil'e taşınarak yoksul kuzeyli bir rahibenin kocası olmayı kabul eden oğullarıyla tüm ilişkilerini kesmişti. Balyn, yine de ailesine ara sıra mektup yazmış, ilk doğan ikiz çocuklarına, erkek kardeşleri Liandras ile Belaal'ın adlarını verdiğini bildirmişti. Ancak Balyn ilk çocukları kısa bir süre sonra sebebi meçhul bir şekilde ölmüştü. Adam, sonraları hiç mektup yazmaz oldu. Aradan geçen uzun yıllar sonra da, kendi ölüm haberi ve ardından da bu tatsız mektup gelmişti.
Bay Liandras, pencereden aşağı da uzanan mahalleye baktı. Elli dört yaşındaydı ve koca dünya da tek başınaydı. Hiç evlenmemiş ve neredeyse tüm akrabaları ölmüş, hayatta olanlarla ise küstü. Merhum babasının bütün varlığı ile bir asırlık büyük lüks bir konak ona kalmıştı. Bay Liandras asık bir suratla ayağa kalktı. İçinden, Mythall'ın ne kadar aptalca bir isim olduğunu düşünüp odasından ayrılıp merdivenlerden üst kata çıkarak Dralosa'ya bakmaya gitti...
Dralosa, tavan arasındaki odanın her tarafını güzelce temizledi. Temizlik yaptığı sürece, Bay Liandras'a kızıp durmuştu.
"Şu çocuğu, yazın bir fırın gibi yanan odaya koymaya ondan başka kimin vicdanı elverebilir? Kışın burada şömine de yanmaz. Sanki koca konakta başka oda yokmuş gibi... Çocuk gereksizmiş! Gereksiz olan biri varsa, oda kendisi!"
Dralosa öğleden sonra, Yaşlı Omalyn'in yanına gitti. Omalyn, yıllardır konağın bahçıvanlığını yapıyordu.
Dralosa, sağına soluna bakındıktan sonra:
"Bay Omalyn..." dedi kısık bir sesle, "Bay Liandras'ın yanına hep bizimle kalacak küçük bir cocuğun geleceğini biliyor musunuz?"diye ekledi.
"Ne dedin?" diye bağırdı adam şaşkınlıkla.
Zorla doğrulmaya çalışarak:
"Saçmalama. Yarın güneşin hiç doğmayacağını söylesen daha iyi."
"Doğru söylüyorum, kendisinden öğrendim. Yeğeni, on yaşında..."
Yaşlı adamın şaşkınlığı geçmemişti:
"Akıl alır gibi değil ama olsa olsa merhum Bay Balyn'in küçük oğludur. Öbür iki erkek kardeş hiç evlenmediklerine göre... Demek Bay Balyn'nin oğlu gelecek. Çok sevindim!"
"Bay Balyn kimdi?" diye sordu Dralosa.
"Çok iyiydi" diye karşılık verdi yaşlı adam. "Ondokuz yaşındayken evlenip Morrowind'ten gitti. Bildiğim kadarıyla bir oğlu dışında öbür çocukları ölmüş. Gelen o çocuk olsa gerek." diye devam etti.
Dralosa, konağa doğru bakarak "Tavan arasında yatacak" diye yakındı. "Amcası olacak adamda utanıp sıkılma yok ki!" diye ekledi.
Yaşlı Omalyn, önce somurttu, sonra hınzırca bir gülümseme belirdi yüzünde:
"Bay Liandras'ın da çocukları olsa ne yapacağını düşündüm birden."
"Ben de, bu çocuğun Bay Liandras ile bu evde ne yapacağını merak ediyorum."
Yaşlı Omalyn gülerek:
"Sen Bay Liandras'ı pek sevmiyorsun galiba" dedi.
"Onu sevecek birinin olabileceğini sanmıyorum."
Yaşlı Omalyn, dudaklarında tuhaf bir gülümsemeyle sordu:
"Sen Bay Liandras'ın aşk macerasını hiç duymamışa benziyorsun?"
"O aşk macerası mı geçirdi? İnanılır gibi değil. Kim senin bildiğini de sanmam."
"Vaktiyle biliyorlardı. O kadın hala burada Balmora'da yaşıyor."
"Kim bu kadın?"
"Söylemem doğru olmaz."
"Öyle bir adamın sevgilisi olduğuna inanmam" dedi Dralosa.
"Zamanında çok yakışıklı bir adamdı Bay Liandras."
"Bay Liandras mı yakışıklıydı?"
"Tabii ya, saçlarını eskisi gibi tarasa, lüks şapkalar, elbiseler giyse, yine de yakışıklı olur. Hem, Bay Liandras o kadar yaşlı değil ki.."
"Öyleyse niçin kendini yaşlı gibi gösteriyor? Bunu da iyi beceriyor doğrusu."
"Biliyorum..." dedi Omalyn; "Sevdiği kadınla evlenemeyince böyle değişti. O gün bu gündür sanki yalnızca öfkeyle besleniyor. Çevresindeki herşeye, herkese nefret kusuyor."
"Gerçekten öyle" diyerek iç geçirdi Dralosa; "Ağzınla kuş tutsan yararı yok bu adam için. Yanında bir gün bile durmayacağım ama ne yaparsın yoksulluk işte."
O sırada aksi bir adam sesi duyuldu:
"Dralosa!"
Bu sesle genç kız, konağa doğru koşmaya başladı...
•
İleti Sayısı: 192
Üyelik Yılı: 2021
Imperium:
0
30-01-2021, 19:33
(Son Düzenleme: 06-02-2021, 00:39, Düzenleyen: Ecdad Computer.)
1
VAHŞİ FIRTINA
"Rüzgar her daim arkanda olsun, dostum."
Skyrim, Windhelm Şehri Limanı...
İnsanın kendi hakkında yazması bana hep biraz tuhaf gelmiştir, ama bundan da kaçamam. Beni Gjalund Tuz-Bilge diye çağırırlar. Yaklaşık yirmi yıldan beri Hayaletler Denizi'nde teknem Kuzey Bakiresiyle yelken açıyorum. Her zaman bir gemici olarak çalışmadım, Solstheim'in etrafındaki denizde balıkçılık yapıyordum. Güzelce yaşayıp giderdik o zamanlar... Lakin yıllar yılı kovaladıkça Kızıl Dağ'dan fışkıran kül denizi zehirledi ve bu olay balıkçılığı olduğundan daha da fazla zorlaştırdı.
Şayet Kuzgun Kaya'ya erzak yolculuklarım olmasaydı, şimdiye kadar gemimi satmış ve Vadi Kent'e yerleşmiş olurdum. Solstheim, Miğferyeli Şehri'nin kuzeyindeki bir adadır. Başkenti Kuzgun Kaya'dır. Bir liman kasabası olan Kuzgun Kaya aslında bir kara elf yerleşkesidir. Tabi ki adada Skaal adındaki bir köyde yaşayan bir avuç Kuzeyli 'de yaşamaktadır. Adaya esasında ilk ayak basanlar İmparatorluk'tu. Adanın güney ucunda bulunan zengin madenlerdeki abanozu çıkarmak için Doğu Krallığı Şirketi tarafından bir koloni kurulmuştur.
Ada başlangıçta İmparatorluk insanlarının ve Kuzeylilerin eviydi, fakat zamanla Dunmer'ların ataları buraya göç edince İmparatorluk, Kara Elf mültecilerinin adaya yerleşmesine izin verdi. Fakat ilerleyen yıllarda İmparatorluk adayı terk etmeye karar vermiş. Sonrasında Redoran Hanesi bölgenin kontrolünü ele almış ve adadaki hâkimiyetlerini sağlamışlar. Böylece Kuzgun Kaya Kara Elfler'in olmuş.
Şu anda Kuzgun Kaya Redoran Hanesinin temsilcisi olan Vekil Morvayn, tarafından yönetilmektedir.
Kötü hava koşulları nedeniyle Kuzgun Kaya'ya götürmemiz gereken malzemeleri geciktirmiştik. Vekil Yardımcısı Adril Arano'nun imzasını taşıyan bir mektup geçen gün bir kurye tarafından bana ulaştırıldı. Mektupta İstedikleri malzemeleri denizdeki şartlar ne olursa olsun acil olarak ona getirmemiz gerektiği yazıyordu. Yani artık Miğferyelin'den Kuzgun Kaya'ya doğru olan yolculuğumuzu daha fazla erteleyemezdik.
Ertesi gün, sabahın altısında okyanusa açıldık. İlk gün gün hava güzeldi, tüm mürettebat güverteye çıkıp güneşin doğuşunu seyretmiştik. Ancak sonraki gün deniz oldukça dalgalıydı. Ardından korktuğumuz başımıza geldi, kuvvetli bir fırtına gökyüzünü kararttı. Deniz kabardı ve çalkalandı, gazap dolu bir başka fırtına ortaya çıktı.
Kürekleri elimize aldık ve fırtınanın dışına doğru kürek çektik. Hayaletler Denizi ile adeta boğuşuyorduk ve fırtına teknemizi savuruyordu. Tam o anlarda boyu 10 metreyi aşan büyük bir dalga belirdi ve Kuzey Bakiresi 'ne şiddetle vurdu. Gemim ortadan üç parçaya ayrılmıştı ve mürettebatımla birlikte denizin derinliklerine doğru battık.
Gözlerimi açtığımda bir sahilde yüzükoyun bir şekilde uzanırken buldum kendimi. Muhtemelen dalgalar bedenimi buraya taşımıştı.
"Ah. hııaahh. Neredeyim ben." dedim.
Uyanır uyanmaz aklıma gelen ilk şey sahili araştırmak oldu. Belki de gemi kazasından sonra mürettebatımdan başka sağ kalan birileri de benim gibi karaya sürüklenmiş olabilir diye düşündüm. Kıyıya vurmuş pek çok ceset ile karşılaştım. Ama benden başka başarabilen kimse yok gibi görünüyordu. Derken bir inleme sesi geldi.
"Ah. Yardım edin."
Sesin geldiği yöne doğru hızlı adımlarla yürüdüm. Bu Serdümenim Lygrleid idi. Bacağından yaralanmıştı ve bilinci kapalı gibiydi. Emin olmak için eğilip göğsünü dinledim.
"Hala nefes alıyor." dedim heyecanımı gizleyemediğim bir tonla.
Kıyafetimin kolunu yırtıp kanamasını durdurmak için bacağına sıkıca bir düğüm attım. İşe yarıyordu, ancak hala baygındı. Başucuna oturup beklemeye başladım. Uyanması 15 dakika sürdü.
"İyi misin." diye sordum.
"Evet, evet, kaptanım... Sanırım ancak okyanusun yarısını içmiş olmalıyım."
Ayağa kalkması için eğilip elimi uzattım. Ayağının üzerine tam olarak basamıyordu o yüzden omzuma dayanmasını söyledim.
"Neler olduğunu hatırlayabiliyor musunuz? Kaptanım."
"Yalnızca bir şiddetli fırtına ve son olarak o devasa dalgayı... Bize doğrudan çarptı. Sonra da Kuzey Bakiresinin üzerinden geçerek yok oldu."
"Görünüşe göre diğerleri bizim kadar şanslı değilmiş." dedi gözüyle yerdeki cesetleri işaret ederek.
"Lygrleid... Nerede olduğumuz hakkında bir fikrin var mı." diye sordum çevreye bakarak.
"Hayır. Bende sizin bir fikriniz vardır diye düşünmüştüm."
"Belki başka bir adadayızdır. Etrafa bir bakmamız gerek. Ancak öncelikle bu sahilden uzaklaşmalıyız. Bu enkaz yağmacıları çekebilir ve onlar da kazadan sağ kurtulanlardan hoşlanmazlar. "
"O zaman kaptan kendimizi korumak için bir silaha ihtiyacımız olacak. Etrafa bir bakabilir misin acaba? Şey bende yardım etmek isterdim ama bu halimle sana ayak bağı olmaktan başka bir işe yaramam. Belki de dalgalar sahile gemiden kullanabileceğimiz bir şeyler atmıştır. Bir sopa, ya da dal. Şöyle kafa ezecek bir şey. Hiçbir şeyimiz olmamasından iyidir, değil mi. Kaptan ben burada kalıp sağ kurtulan başkaları var mı diye bakacağım."
Lygrleid'i bir ağaç kütüğünün üstüne oturttuktan sonra çevreyi araştırma işine koyuldum. Kısa bir süre sonra cesetlerin birinin üstünden elime epey iyi oturan bulabildiğim ilk silah bir hançer.
"Dövüşmemiz gerekirse kullanabileceğim bir şey buldum." dedim hançeri göstererek.
"Çok güzel kaptan. İhtiyaç duyduğumuz anda üstümüzde bir silahın olması insana güven veriyor."
"Ben hazırım. Gidelim mi." diye sordum.
"Bundan daha iyi bir vakit olamaz kaptan."
"Lygrleid beni kaptan diye çağırmayı bırak artık ne bir gemim ne de bir mürettebatım var."
"Peki Ka... Yani Gjalund. Şey sanırım bu yeni duruma alışmak biraz zamanımı alacak."
"Bir yerlerde adanın iç kesimlerine doğru giden bir patika olmalı. Gidip onu bulalım derim." dedim.
"Bende dikkatli olalım derim. Ağaçların arasında hareket eden bir şey gördüğümü sanıyorum. Gjalund
Silahını hazırda tut."
Nerede kıyıya vurduğumuz hakkında daha çok şey öğrenmek için Lygrleid ile birlikte ilerlemeye başladık. Birkaç metre yürüdük. Ve büyük bir sıçanla karşılaştık. Hançerimle ile onu kestikten sonra çevrede başka bir yiyecek olmadığından dolayı mecburiyetten sıçanı yemeye karar verdik.
"Cesetlerin kokusuna gelmiş olmalı. En azından artık biraz etimiz var." dedi Lygrleid.
"Şu şeyden nasıl bu kadar iştahla bahsediyorsun anlayamıyorum." dedim tiksinç bir ifade ile.
"Hiç yoktan iyidir. Ancak bir ateşe ihtiyacımız var. Sıçan yiyeceksek en azından çiğ yemeyelim."
Bulduğumuz sıçan etini pişirmek için etrafta uygun bir yer aramaya başladık. Tam o anda biraz ileride yanmakta olan meşaleler gözümüze ilişti. Bunun anlamı yakınlarda insanların olmasıydı. Fakat asıl mesele o yere doğru gitmeli miydik? ? Seçme şansımız olmadığı için ilerlemeye devam ettik.
Patikanın ortalarında bir mağara gördük. Lygrleid endişelenmişti ve bunda hakkı vardı. Mağaranın dışarıdan biraz ürkütücü bir görüntüsü vardı. İçimde de kötü bir his vardı ama merak duygum daha ağır basıyordu. İçerisinde belki de işimize yarayacak şeyler bulabilirdik. Araştırmam gerekiyordu. Lygrleid Mağaranın girişine bıraktım ve keşfe başladım.
Mağaraya ilk girdiğimde göze çarpan şey altın damarlarıydı. Maden cevher bakımından oldukça zengindi, elimde keşke bir kazma olsaydı diye içimden geçirdim. Biraz daha ilerledim ve mağarada yalnız olmadığımı fark ettim.
İçerisi Riekling denilen küçük bir goblin kabilesine ev sahipliği yapıyordu. Varlığım fark edilince saldırıya uğradım. Neyse ki bu yaratıklar çok sert değildi. Fazla zorlanmadan onları hallettim. İçeride pek çok sandık vardı içlerinden bulabildiğim ıvır zıvır ne varsa alıp mağaradan çıkıp yola devam ettim.
Patikanın sonuna geldiğimizde Lygrleid ile ben gördüğümüz şey karşısında resmen çocuklar gibi sevinçten havalara uçtuk.
"İlahlara şükürler olsun... Bak! Gjalund bir ev. Terk edilmişe benziyor. " dedi Lygrleid.
"Burada ne olmuş merak ettim." dedim.
"Bir şey burada oturanları uzaklaştırmış olmalı."
"O şey her ne ise, kesinlikle bu yere karşı kanımı ısıtmıyor."
"Hadi! Gjalund içerisine bir göz at. İşe yarar bir şeyler bulabiliriz. Sen içeri bak, ben de burada nöbet tutayım. O sıçanlar ve kurtlardan daha fazlası ortaya çıkarsa seni çağırırım."
Evin çevresi güvenli görünüyordu ama içeriyi de kontrol etmeliydim. Bir sandık gördüm ancak kilitli olduğu için açamadım. Yiyecek olarak bir ekmek ve eski bir bira şişesi buldum sadece.
"Bu evde bir süredir kimse yaşamıyor gibi görünüyor. İçeride kayda değer bulabildiğim tek şey kilitli bir sandık." dedim.
"Anahtarımız ya da kilit açma üzerine bir yeteneğimiz olmadığı sürece, sandık kilitli olarak kalacak. Gjalund bence sandığın anahtarı hala içeride bir yerlerde olabilir. Eskiden kamaramdaki sandığımın anahtarını yakınında saklardım, böylece açması kolay olurdu."
Kısa bir süre sonra evdeki yatağın altında bir anahtar buldum. Anahtar sandığın kilidine tam uymuştu. İçinde bulabildiğim ne varsa alıp Lygrleid'in yanına gittim.
"Sandığı açtım." dedim.
"İşe yarar bir şey bulabildin mi?"
"Sadece bir kızartma tavası, diğerlerinin hepsi çöp."
"Güzel, en azından artık o sıçan etini kızartabiliriz. Biraz et bize bayağı iyi gelebilir. Açlıktan ölüyoruz. Geyik eti yiyormuş gibi yaparız."
Sandıktan çıkan tava ile sıçan etini kısa bir süre kızarttım. Görüntüsü hala kırmızı ve tam kıvamında.
"İşte kızarmış etin. En azından nereden geldiğini düşünmediğin sürece." dedim.
"Hey, hiç fena değilmiş."
"Lygrleid burada fazla oyalanamayız. Adanın daha da iç kesimlerine gitmeliyiz."
"Sen devam et. Benim bu bacakla daha fazla hareket etmem mümkün değil ve gerçekten dinlenmem gerek. O lanet fırtına beni bitirdi. Kendimi iyi hissetmiyorum. Bir müddet burada kalırım."
"Pekâlâ. Bu yer hakkında biraz daha bir şey öğrendiğimde gelip seni alırım."
"Benim hakkımda endişelenme dostum ve oralarda dikkatli ol. Kuzeye giden bir yol gördüm. Görünüşe göre daha da içerilere gidiyor. Belki yukarılarda yardım alabileceğimiz bir köy ya da onun gibi bir yer vardır."
Ada ve sakinleri hakkında daha fazla şey öğrenmek için daha da kuzeye gitmeye karar verdim. Ama öncelikle biraz dinlenmeliydim. Evdeki yatakta birkaç saat kestirmenin zararı olmaz diye düşünüyordum...
Birkaç saatlik güzellik uykusundan uyandım ve yola koyuldum. Çevreye hala biraz bakınmak için vaktim vardı. Bir kurt gördüm Lygrleid'in güvenliği için onu öldürdüm. Ve de bir kamp alanı gördüm. Yakınlarında bir sandık daha buldum. Neyse ki bu kilitli değildi. İçinden biraz septim ve bir kaç tane iksir çıktı.
Lygrleid'in gösterdiği yolu izleyerek mahsur kaldığımız adayı daha yakından tanımaya karar verdim. Bir süre yol aldıktan sonra tepenin sonunda bir kurt ile daha karşılaştım. Hançerimle onu kolayca kestim.
Lygrleid'in bir diğer tavsiyesi olan sahil kenarını araştırmak iyi bir fikirdi. Bunu şimdi daha iyi anlıyordum. Eğer bu hançeri bulmasaydık sanırım şu anda bunları yazıyor olamayabilirdim. Ve bir kurt ile daha karşılaştım. Lanet ada bu hayvanlar tarafından istila edilmiş gibi görünüyordu.
Tehlikeli geçen yolun sonunda tapınak benzeri bir yer gördüm. Bu pek akıllıca olmasa da merakıma yenik düşerek içine girmeye karar verdim. Yerin 4-5 metre kadar altına indim. Tam merdivenlerin sonuna gelmiştim ki zemin birden kapak gibi açıldı ve aşağıya düştüm.
Bu kesinlikle benim gibi meraklı gezginler için yapılmış bir tuzaktı. Çünkü düştüğüm yer dev örümcekler ile kaynıyordu. Onları hallettikten sonra çevremi araştırmaya ve düştüğüm yerden bir çıkış yolu bulmaya çalıştım. Etrafta boş cevher damarları ile iki tane sandık vardı içlerinden altın çıktı.
Nihayet düştüğüm yerdeki kapıyı açacak kolu buldum. Dikkatli bir şekilde yukarıya çıkarak tapınaktan kaçtım. Acaba bu belalı keşfim ne zaman bitecekti? Yardım bulmak için Lygrleid ile sığındığımız rahat evi bırakıp çıkmıştım yola.
Ama hala ne yardım bulabilmiş, ne de tehlikelerden kurtulabilmiştim. Kaderin cilvesine bakın, ıssız ada ve yırtıcı hayvanlarla dolu ormanlar. Bir türlü başım beladan kurtulmuyordu. Bu karşılaştığım zorluklar daha ne kadar sürecekti? Ne zaman yardım bulacaktım? Bu soruların yanıtını bir türlü bulamıyordum.
Patikanın sonundaki tepeye çıkmak bir saatimi almıştı. Sonunda küçükte olsa gözümün önünde bir umut ışığı yanmıştı. İleride iki katlı bir ev vardı. Dışarıdan terk edilmiş gibi görünüyordu. Ancak emin olmak için içini kontrol etmeye karar verdim.
"Hey, sen! Ne arıyorsun burada?"
"Sakin ol, düşman değilim." dedim.
"Elinde kılıç olan benim. O yüzden buna ben karar veririm, anladın mı." dedi.
"Tekrar soruyorum. Burada ne arıyorsun." diye ekledi.
"Gemim battı. Sonrasını hatırlamıyorum. Gözlerimi açtığımda bu adadaki sahile vurmuştum."
"Demek fırtınalardan kurtuldun, ha? İlahlar seni koruyor olmalı. Ama şansını fazla zorlama. Mevki beyi adamları seni burada yakalarsa, başın derde girer. Tavsiyem, kendine iyi bir silah bul. Üstündeki o paslı demirle pek uzağa gidemezsin. Hatta bu evde bir yerde bir tane kılıç olabilir. Bir göz at. Bulduktan sonra tekrar yanıma gel. Seninle ne yapacağımıza o zaman bakarız."
Evde karşılaştığım adamın tavsiyesine uyarak bir silah aramaya başladım. Alt katı ve üst katı didik didik ettikten sonra sonunda kendime düzgün bir silah bulabilmiştim.
"Bu kılıcı buldum." dedim göstererek.
"Güzel! Umarım nasıl kullanıldığını biliyorsundur. Vaktim olsa sana birkaç hareket gösterirdim."
"Sağ ol gerek yok zaten. Benim adım Gjalund." dedim.
"Benimde Nal, tanıştığıma memnun oldum." dedi elini uzatarak.
"Yaralandım. Başlangıç olarak biraz yardım işime yarayabilir." dedim.
"Hm. öyle görünüyor. Köşedeki çantamda iksir şişeleri var. Al iç ve tazelen. Ayrıca orada büyük bir su fıçısı da var, yıkansan iyi olur. Acayip derecede deniz suyu kokuyorsun. İleride yine kendini yaralamayı planlıyorsan, elinin altında benim yaptığım gibi birkaç iyileştirme iksiri bulundursan iyi edersin. Yoksa adada fazla dayanamazsın."
"Teşekkürler. Ama daha fazlasını nereden bulabilirim."
"Şey, sonuçta ağaçlarda yetişmiyorlar... İksir için bir simyacı bulman gerekecek. Ama ne yazık ki etrafta ancak birkaç tane var."
"Benimle birlikte sahile çıkan bir adam daha var, yürüyemeyecek kadar yaralı ve şu an güneyde terk edilmiş bir evde kalıyor."
"Güney mi... eski balıkçının evi olmalı. Daha sonra onu almak için o tarafa doğru giderim. Hala orada olur umarım. Onu güvenli bir yere götürürüm."
"Sağ ol. Bana bu yer hakkında ne anlatabilirsin."
"Ne bilmek istiyorsun."
"Bir süre burada kalacağım gibi görünüyor. Biraz yiyecek bulabileceğim, kalabileceğim ya da biraz altın kazanabileceğim bir yer var mı?"
"Bu civarda yok. Bu evde fırtınaları izleyebilmek için kalıyorum. Birkaç hafta önce olsaydı seni doğrudan Liman Kent'e yönlendirirdim. Ama artık değil."
"Niye ki."
"Mevki beyi Tarimel'in muhafızları ile kaynıyor! O altın madenlerini koruyor ve kalesinden ordusu için adam topluyor. Ben Havard'ın çetesinin tarafındayım. Hala özgür olan sadece biz varız. Bir kampta yaşıyoruz... Ama özgürlük özgürlüktür. Yerinde olsam kamp alanına gidip Havard'ın beni alıp almayacağına bakardım. Ya da şansımı Liman Kent'te denerdim. Sadece kaleden uzak dur yeter."
"Liman kent güvenli bir yer mi? Mevki beyi orada ne yapıyor."
"Şu anda pek bir şey yapmıyor. İçeride bizim çocuklardan birkaçı var. Sana yardımcı olabilirler. Ve o muhafızlar muhtemelen seni pek fazla rahatsız etmezler. Sana yolu gösterebilirim, ama inan bana, bizim kampta çok daha iyi olursun."
"Havard bana ne sunabilir."
"Yemek, ev, iş, kadın? Hatta seni bir savaşçı olarak da eğitebilir. Ne de olsa bir kılıcın var. Sanırım yukarıda, kalede de o lanet elfler sana kılıç kullandırırlar ancak özgürlüğünü elinden alırlar. Duyduğuma göre kaleye giren pek çok kişiden bir daha haber alamamışlar. Benden söylemesi."
"Sürekli bir kaleden söz ediyorsun. Orada ne oluyor ki."
"Orası olmak isteyeceğin son yer. Orası ilahların belası kara elf Tarimel'in çaylak askerlerini eğittiği yer. Beyinlerini yıkıyorlar. "
"Bana Liman Kent'e giden yolu gösterir misin?"
"Elbette. Beni takip et."
Bir süre yürüdükten sonra Nal durdu.
"Aşağıda, vadideki çiftliği görüyor musun?"
"Evet."
"Tarimel'in yardakçılarının bazıları orada çalışır. Kendilerine çırak diyorlar. Kaledeki muhafızların yardımcılarıdırlar. Onlarla konuş. Liman Kent'e ulaşmanda yardımcı olurlar. Ama dikkatli ol. Kendini kazara askere alınmış halde bulma. Eğer onlara katılırsan artık Havard'ın kampında hoş karşılanmazsın."
"Teşekkürler. Şimdide bana kampınızın yolunu göster."
"Akıllı adam! Bu taraftan."
Nal ile batıya doğru uzun bir yürüyüşten sonra durakladık.
"Kuzeye bak. Harabeyi görüyor musun?"
"Evet. Bu tapınağın benzerini daha önce de gördüm. İçine de bakmıştım. Ama dev örümcekler dışında kimse yoktu."
"Ah, muhtemelen temizlenmiş bir madendir orası. Buradakine Tarimel'in muhafızları bir kamp kurdular. Altın cevherlerini kazıp çıkarmak için. Aklın varsa, oranın yakınlarında görünmezsin. Yoksa paketlenip kaleye götürülürsün. Bir köle mi olmak istiyorsun, yoksa özgür bir adam mı?"
"İşte geldik. Bu patikayı kuzeye doğru takip edersen, kampımıza ulaşırsın. Ha bir de avcılarımıza dikkat et. Tembel herifler her zaman işlerini başkalarına yaptırmaya çalışırlar."
"Her şey için teşekkürler Nal."
"Yeterince badire atlattın, birazcık iyiliği hak ediyorsun. Her ne yapacaksan iyi şanslar."
Ne yapacağımı düşünmeden önce tekrar Lygrleid'in yanına dönüp haberleri vermeli ve onu kontrol etmeliydim. Yol çok zor ve çetin geçmişti. Bir saatte çıktığım yere inmem neredeyse akşamı bulmuştu.
"Hey, geri döndün."
"Döneceğimi söylemiştim. Ve de etrafa bir göz de attım."
"Neler öğrendin."
"Buradaki insanlar kendi kuralarına göre yaşıyorlarmış gibi görünüyor. Anladığım kadarıyla her şey adadaki altın madenleriyle ilgili. Mevki beyi Tarimel dedikleri bir kara elf madenleri çıkartmak ve korumak için kendine bir ordu topluyor. Havard denilen bir haydut çetesine liderlik yapan adamda mevki beyiyle altın madenleri için savaşıyor."
"İlk izlenimin... Buranın tuhaf bir yer olduğu yönünde. Bilgiler için sağ ol. Sanırım ben burada kalacağım, bacağım hala tam olarak iyileşmedi. Gücümü toplayana kadar başka insanlarla temas kurmaya hazır değilim, özellikle de şu Mevki beyiyle."
"Buraya gelip sana daha az korkunç bir yer bulmanda yardım etmesi için birinden yardım istedim. İyi bir adama benziyordu."
"Gerçekten mi? Çok sağ ol."
"Tekrar görüşmek dileğiyle hoşça kal Lygrleid."
Şimdi seçeceğim tarafa karar vermeliydim. Mevki beyi Tarimel'in tarikatı mı? Yoksa Havard'ın çetesi mi. Sanırım öncelikle biraz dinlensem iyi olacaktı. Bu gün yeterince aksiyon yaşadım. Sağlam bir kafayla ertesi gün ne yapacağıma bakabilirdim...
•
İleti Sayısı: 192
Üyelik Yılı: 2021
Imperium:
0
31-01-2021, 18:11
(Son Düzenleme: 06-02-2021, 00:40, Düzenleyen: Ecdad Computer.)
Giriş Bölümü
"Rune,
Henüz bir haber yok...
Elimdeki her kaynağı kullandım ve hala ebeveynlerinden bir ize rastlayamadım. Kim olurlarsa olsunlar, kendilerini tarihten tamamen silmiş gibiler sanki. Kaynaklarımın kaliteside düşünüldüğünde bu oldukça büyük bir başarı onlar için. Başka bir şey bulursam, seninle iletişim kuracağımdan emin olabilirsin.
İmza
Athel Newberry"
Ve işte benim hikayem böyle başladı. Benim adım Rune ve ben gerçek ailemi hiç tanımadım. İsmim hakkında ne düşündüğünüzü biliyorum. Biraz tuhaf evet... Baba dediğim adam ise küçük bir bebekken beni Skyrim'in başkenti Issızkent şehri açıklarında batan bir geminin enkazından kurtarmış bir balıkçıydı.
Üzerimde bulduğu tek şey tuhaf şekillerin işlendiği küçük ve pürüzsüz bir taştı. Beni büyütüp, ismimi bana o adam verdi. Sanırım uygun olduğunu düşündü. Ben de hiç değiştirmedim çünkü doğru gelmedi. Hırsızlıktan kazandığım tüm parayı taşın anlamını öğrenmek için harcadım.
Kışhisar Koleji'ne götürdüm. Fakat ne yazık ki kimse sırrını çözemedi. Belki saçma bir şeydi. Canı sıkılan biri taşı öylesine karalayıvermişti. Ama gerçekten bir anlamı varsa nereden geldiğimi, hangi gemide olduğumu, her şeyi açıklayabilirdi. Pes etmedim ve Loncada ki bağlantılarımdan olan Athel Newberry'e ulaşıp bu konuda yardımını istedim.
Kabul etti ancak kısa bir süre sonra o da ailemle ilgili bir ize rastlamadığını yazdı. Bu bardağı taşıran son damla oldu. Ardından hemen Brynjolf'la görüşüp bir süreliğine kişisel işlerim nedeniyle Loncadan ayrılmam gerektiğini söyledim.
Şükür ki Brynjolf, Mercer'in aksine anlayışlı bir liderdi. İzin vermişti. Ve bu işte yalnızda değildim. Loncada iyi anlaştığım arkadaşlarımda bana yardım etmeyi kabul ettiler. Etienne Rarnis, Niruin ve Hızlı Vipir. Onların desteği olmadan bu tehlikeli yolculuğa çıkamazdım. Aileme ne olduğunu öğrenmeden rahatlamam imkânsızdı. Öz anne ve baba özlemim yüreğimi yakıyordu.
Benim adım Rune ve bu benim hikâyem...
1. Bölüm
Kavuşma
Uzun bir ayrılıktan sonra eski bir dostla kavuşmak kadar büyük bir mutluluk olabilir miydi? Manevi babamdan uzakta tam 6 yıldan fazla geçirmiştim. Bu süre boyunca ne ben ondan bir haber alabilmiştim ne de o benden. Aklımda ona sormak istediğim birçok soru ve anlatmak istediğim sayısız şey vardı.
Her nedense onu görür görmez dilim tutuldu, sesim kısıldı ve gözlerim yaşlarla doldu. Ne soru soracak ne de bir şey anlatacak durumdaydım. Herhalde o da aynı duygu yoğunluğundaydı ki ağzını bıçak açmıyordu. Hasret dolu bir kucaklaşma, yanaklara öpücükler ve üzerlerinden akıp yere süzülen gözyaşı damlaları... Ardından derin bir sessizlik. Babam dakikalar sonra konuşacak gücü kendinde bulabilmişti.
Balıkçı: Aileni...
Biliyordum ne diyeceğini. Sanki duymak istemiyordum. Sorusunu sormasına fırsat vermeyip böldüm. Ve cevapladım.
Rune: Hayır.
Belirttiğim gerçek o an canımı çok acıttı. Bunun ötesinde bir şey söylemeye dilim varmadı. O sırada ilk defa gördüğüm bir kadın, mutfaktan yemek hazırlamak içinmiş gibi elindeki tencereyle çıkıp yakınımızda durdu. Babam cevabımı duyduktan sona titrek bir sesle sözüne devam etti.
Balıkçı: Üzgünüm oğlum. Keşke bu konuda yapabileceğim bir şeyler olsaydı.
Tam aksine kendimden emin bir ifadeyle karşılık vermeye çalıştım.
Rune: Merak etme, onları bulacağım.
Kestirip atmak istedim ama babamın kalbini de kırmak istemiyordum. Sıkıntılı halimi gizlemek için yapmacık bir gülümseme yavaş yavaş yüzüme yayıldı. Bizi izleyen kadın babamın aksine rahatsız olduğumu fark etmiş olacak ki lafı değiştirmek istercesine konuşmaya başladı.
Kadın: Her neyse Ronlo, çocuğun üstüne gitme bu kadar. Bak üzülüyor görmüyor musun? Ve utanmıyor musun? Ağaç oldum burada! Neden hala bizi tanıştırmadın?
Ronlo: Ah! Kusura bakma evladım. Daldım işte. Yılda'nın yanımıza geldiğini bile fark etmemişim. Bu karım Yılda. Bu da sana daha önce bahsettiğim öz çocuğum gibi sevip yetiştirdiğim Rune.
Rune: Memnun oldum efendim. Sizin adınıza sevindim. Peki, ne zaman evlendiniz? Son hatırladığımda babam bekârdı.
Ronlo: Beş yıl kadar oldu. Hatta küçük bir kızımız dünyaya geldi. 4,5 yaşında ve sokakta arkadaşlarıyla oynuyor şu an. Akşama eve gelince görürsün.
Rune: Bir kardeşim mi var? Çok mutlu oldum gerçekten!
Yılda: Bizde senin gelmene çok sevindik. Seni görünce çok sevecek Ridya. Benim kızım tatlı olduğu kadarda iyidir.
Ronlo: Şimdi. Söyle bize Rune, onca sene sonra hangi rüzgâr attı seni buraya? Bu arada görmeyeli pek boy atmışsın, kalıplanmışsın koca adam olmuşsun be!
Rune: Sağ ol. Yediğime ve içtiğime dikkat ettim. Ailemi bulmak için bir yolculuğa çıkıyorum. Uzun bir süre Skyrim'in diyarlarını gezeceğim. Bu yüzden son kez seni görmek istedim.
Ronlo: Çok iyi yapmışsın oğlum. Ama "son kez" falanda ne demek? İlahlarında yardımıyla elbet aileni bulacaksındır. Sonrasında eminim yine şu yaşlı balıkçıyı unutmayıp ziyaret etmeye de geleceksindir.
Yılda: Tabii ki de öyle olacaktır, Ron... Artık boş mideyle bu kadar muhabbet yeter. Yaptığım lezzetli yemeklerin ve pastaların tadına bakma zamanı geldi.
Yılda daha sözünü bitirmemişti ki, birden kulübeden bozma evin kapısı vurulmaya başladı. Kapıya vuran el şiddetini her vuruştan sonra daha çok arttırıyordu ve zavallı emektar kapı biraz daha açılmazsa şüphesiz bu darbelere dayanamayıp kırılacaktı.
Kadıncağız haklı olarak korkup çekindi. Kapıya bile yaklaşamadı. Ben sandalyeden kalkmak için hamle yaptığımda babam eliyle omzumu tutup engelledi. Duvarda asılı olan paslanmış eski kılıcına sarıldı ve usulca kapıyı araladı.
Ronlo: Kimsiniz ne istiyorsunuz?
Adam: Evinize girip, bizi saatlerdir buz gibi havada kapının önünde aç bekleten kişinin arkadaşlarıyız.
Yılda: Senden mi bahsediyor bu kaba herif Rune?
Sesinden tanımıştım bu Hızlı Vipir'di. Onu buraya getirmeden önce Kırık Testi'deyken babamın evinde hareketlerine dikkat etmesi için söz verdirmiştim. Çünkü babam beni 6 yıl önce evden sadece öz ailemi bulmak için çıktığımı sanıyordu. Hırsızlar Loncasına bulaştığımı duysa kahrolurdu adamcağız.
Sahiplendiği çocuğun bir hırsız haline geldiğini bilmemeliydi. Ona bunu yapmaya hakkım yoktu. Bunu sır olarak saklamak zorundaydım. Öfkeli bir şekilde kapıya atılıp şiddetle kendime doğru çektim. Vipir'e sinirlendim. Bunu etrafımdakilere belli etmemek için üstün bir çaba sarf etmeme rağmen kızgınlığım hareketlerime ve ses tonuma giderek yansıyordu.
Kontrol edemediğimi hissettiğim için Vipir'i kolundan çekiştirip evin biraz ilerisine sürükledim ve kısık bir sesle ama hiddetimden hiçbir şey kaybetmeden konuştum.
Rune: Daha geleli 15 dakika oldu ve sabredemedin değil mi! Alacaklı gibi çalmak zorunda mıydın kapıyı hayvan!
Elime elinin tersiyle vurdu. Her zamanki ciddiyetsizliğiyle gözlerini devirerek bana aynı kafasının içi gibi boş bakışlar atarak süzdü.
Hızlı Vipir: Saadetinizi bozmak istemezdik ama ne bitmek bilmez muhabbetiniz varmış arkadaş? Gö.. dondu, am... ko... burada. Uzun yoldan geliyoruz yorgun ve açız!
Etienne Rarnis: Kendi adına konuş.
Niruin: Evet, bunu sorun eden sensin.
Hızlı Vipir: Hemen satıyorsunuz bakıyorum! Neyse ne! Daha şimdiden böyle yapacaksanız ileride hiç çekilmezsiniz. Bakın böyle olacaksa dönüyorum ben Vadikent'te!
Rune: Tamam... tamam. Bekle Vipir! Şimdi babamın eşi yemekleri masaya koymaya başlayacaktı zaten . Daha fazla büyütmeyelim olayı istersen. Girelim soluklanalım hadi.
Hızlı Vipir: Sonunda! İçeriye hiç almayacaksınız sandım bir ara.
Eve doğru birlikte yürümeye başladık. Her adımda boğazım daha çok düğümleniyor, yutkunmak zorlaşıyordu. Ya ağzından bir şey kaçırırsa? Hızlı Vipir'i yanıma almak sanırım baştan kötü bir fikirdi ama artık çok geçti.
Son pişmanlık bir işe yaramazdı. Beni rezil edip küçük düşürmemesini umup dua ederek evin içine girdik. Babam elindeki kılıcını tekrar duvara astı ve derin bir nefes alıp sözü aldı.
Ronlo: Arkadaşlarını dışarda bekletmek yerine daha önceden söyleseydin ya Rune? Böyle gerilmezdik yok yere.
O an Hızlı Vipir'in yüzünde toplum arasında tamamen yasaklanması gereken alaycı bir ifade belirdi ve onun eşliğinde gülerek kulağımıza fısıldadı.
Hızlı Vipir: Amca silahı çıkarmış bizi kesecekti anlaşılan.
Yılda: Hadi çocuklar ayakta kaldınız lütfen üstünüzü çıkarıp masaya geçin. Servise başlayacağım.
Yemekler önümüze geldi. Yılda alçakgönüllülük bile yapmıştı. Az bile söylemiş, gerçekten çok lezizdi her biri. Ben sindire sindire yerken, nezaketten yoksun arkadaşlarım masaya çöreklenmiş tabaklarının yanında duran çatal kaşığı yok sayarak elleriyle hayvan gibi yemeye girişmişlerdi.
O sırada ben utancımdan yerin dibine girmekte, babamın ve Yılda'nın önünde giderek küçülüp yok olmaktaydım. Onları izlemekten kendimizi alamıyorduk. Bu tiksinç manzara iştahımızı kapatmaya yetti.
Ronlo: Rune... Arkadaşlarınla nereden tanışıyorsunuz?
Rune: Hah... şey işten. Ya mesai arkadaşıyız değil mi çocuklar?
Etienne Rarnis: Avot.
Niruin: Albatto.
Vipir'de diğerleri gibi ağzındakini yutmadan araya daldı.
Hızlı Vipir: Taboo... tob... doha hok huç oratğa...
Vipir'in boğazına bir anlık refleksle tutup sıktım. Ama sonra nerde olduğumu hatırlayınca gevşetip bıraktım. Yakasını düzeltiyormuş gibi yapıp ilk önce ağzındakini bitirip öyle konuşmasını rica edip dediklerinin anlaşılmadığını söyledim.
Hızlı Vipir: Beni konuşturmadın Rune! Ne diyordum ben? Ha! Suç ortağıyız moruk suç.
Vipir bunları söylerken diğer taraftansa dişlerinin arasına sıkışıp kalan yahni parçalarını tırnağıyla çıkartıp gözümüze soka soka yüksek sesle yutuyordu. İğrençliği Sıçan Yolu'n da yaşayan canlılar için hayranlık uyandırıcı ilham kaynağı olabilirdi.
Dediklerini tabii duymamla şok geçirdim ve boğazıma o sırada yutmak üzere olduğum lokmam takıldı. Deli gibi öksürdüm ve elimle göğsüme yumruğumu sıkıp sürekli vurdum sonra kısık bir sesle şöyle çıkıştım.
Rune: Söz vermiştin!
Ronlo: Ne demek oluyor bu?
Rune: Sadece kötü bir şaka...
Bakışlarımla bana katılması için Vipir'i ve diğer arkadaşlarımı işaretledim. Diğerleri de bana katıldı ve hep birlikte yalandan gülmeye başladık.
Hızlı Vipir: Doğru şaka yaptım amca. Ortam şenlensin diye.
Yılda: Çok şakacıymış arkadaşın Rune.
Rune: Ya öyledir. Öyledir... senin dalağını si... Vipir.
Hızlı Vipir: Ne? Az önce küfür mü ettin sen bana?
Elimle arkadaşça takılıyormuş gibi yapıp sırtına okkalı bir yapıştırdım. Öyle sert kaçtı ki ben bile şaşırdım. Ciğerleri ağzından yemek masasına fırlayacaktı sanki. Babamın laflarında anlaşılmasa da yüzünde arkadaşlarımdan, özellikle Vipir'den memnuniyetsiz olduğu okunuyordu. Bütün yemek boyunca bu durgunluğu sürdü.
Sofra benim için gergin ve stresli geçmişti. Sanki her an Vipir yine çenesini düşürecek ve beni bitirecekmiş gibi davranıyordu ve bunu resmen kasten yapıyordu. Birkaç kez neredeyse yakalanıyor, asıl mesleğim ortaya çıkıyordu ama Dokuzlara şükürler olsun ki güçbela toparlamayı başarmıştım.
Havadan sudan konuşmuş, Vipir'in arsızlıklarıyla uğraşmış ve babamın hoşgörü sınırlarının zorlandığını fark edip dışarıda yaşadıklarımı anlatma niyetinden de vazgeçmiştim. Nihayet yemekten sonra küçük üvey kız kardeşimle tanıştım.
Gerçekten çok sevimli minik bir kızdı. Kanımız birbirimize hemen kaynadı. Abi kardeş gibi biraz oyunlar oynadık ama sonra doyamadan uyku vakti geldi. Kucağıma alıp yatağına kadar taşıyıp yatırdım. Uykuya dalana kadar ona bildiğim birkaç tane masal anlattım.
Yılda eskiden kaldığım odayı bize hazırlamıştı. Her şey neredeyse 6 yıl önceki bıraktığımla aynı gibiydi. Babam odanın düzenini korumuş olmalıydı. Burada beni eski hatıralarımın acılarından başka karşılayan olmadı.
Ancak artık hepsi geçmişte kalmıştı. Onları deşmek düzeltmeyecekti. Dört tane eşek kadar adam ile dara cacık bir oda da ve iki kişilik yatakla mahsur kaldım. Buraya Sığmak zorunda kaldık. Vipir gene şikâyet etmeye başladı. Babamın kulağına gitmesini son anda ağzını kapatıp onu odaya tıkarak engelledim. Görgüsüz ayı! Ne olacak... sıkış tepiş yattık.
Vipir'in bezdirici ısrarlarına karşın ben ve Niruin yerde yatmak zorunda kaldık. Vipir ile Etienne yatağı kapmıştı. Vipir'in ayağı, Niruin'in kolu ve Etienne'nin başı... İçimden o an keşke Safir'im burada olsaydı diye geçirdim. Ona çok yalvarmış, dil dökmüştüm ama benimle gelmeyi reddetmişti.
Onu hala çok seviyordum. Bir yıl boyunca çıktık. Birbirimizi olduğumuz gibi kabullenmiştik. Ondan hiçbir şeyi gizlememiştim. Fakat hayatımla ilgili aldığım bu en önemli kararda beni yalnız bırakmış saygı duymayıp karşı çıkmıştı.
Eğer gidersem diye beni tehdit ederek, terk edeceğini ve ayrılacağımızı söyledi. Bu işi kurcalamamamı, bu yüzden beni kaybetmek istemediğini söylüyordu. Peki, böyle yaparak ilişkimizi kendi askıya almadı mı? Ne kadar kararlı olduğumu gösterdiğimde sevgisi ağır basar belki geri adım atar diye düşünmüştüm.
Ama keçi inadı vardı kadında, o da çok üzülse de yılmadı. Vadikent'te kalmayı seçti. Bu duygu ve düşüncelerle vücudum çalkalanırken gecenin dipsiz zifiri karanlığının kollarına kendimi ağır ağır teslim etmeye başladım...
•
İleti Sayısı: 192
Üyelik Yılı: 2021
Imperium:
0
02-02-2021, 04:25
(Son Düzenleme: 06-02-2021, 00:40, Düzenleyen: Ecdad Computer.)
1.
Tirdas, Morning Star'ın 27. günü, ME 1397
Skyforge'un yakınlarındaki Jorrvaskr Bal Likörü Salonu'nun karşısında... Yarım mil ötede, Snow Elflerin son kuşatmasından kış şartlarının hiddeti sayesinde kurtulan Godvar Kalesi, simsiyah birşekilde duruyordu. Hava bozuktu. Ufku, küflü, kara bulutlar örtüyor, sürülerle geçen kargalar tam kalenin üstünden uçarak acı acı bağırıyordu.
Kale kapısının sağındaki siperde sakince durmaktaydım. Yavaşça kımıldadım. Öğlenden beri rutubetli rüzgarın altında üşüyerek düşünüyordum. Uzakta belirsiz sisler içinde süzülen dağa bakıyordum. Burada kalabalık bir Snow Elf grubu saklanmaktaydı.
Onlara Skyforge yolunu bir ölüm seddi gibi Godvar kapatıyordu. Lanet kargalar hala uğursuz sesleriyle her tarafı gürültüye boğmaya devam ediyordu. Ağlamaktan ıslanmış gözlerimi ovuşturdum. Şimdiye kadar, asker olmadığım halde, elflerle yapılan onlarca savaşa girmiştim.
Küçük kalemizin komutanı Ysgramor'un ordusuna katılıp Solstheim fethine gitti. Oradaki Snow elflerinin lideri Kar Prensi fazla zorluk çıkardığından Skyrim'de seferberlik ilan edilmiş ve ordularımızın büyük çoğunluğu oraya intikal etmişti.
Nihayetinde Kar Prensi devrildikten sonra gözcülerimiz Godvar Kalesi'nin yakınlarındaki dağlara nordların öfkesinden korkup sığınmak zorunda kalan bir grup Snow elf gözlemledi. Bu da yetmezmiş gibi kalemizin komutanı Solstheim'de şehit düşmüştü ve başımıza yeni biri de atanamamıştı. Elimizde yeterli adam olmadığından onlara saldırı düzenleyemedik.
Fakat onlar bir süre sonra sayıca bizden daha üstün olduklarını fark ettiklerinden dolayı çaresizliktenmidir yoksa prenslerinin ölümünün intikamını almak istediklerindenmidir bilinmez kalemizi sürekli kuşatmaya çalışıyorlardı. Onları her defasında geri püskürtüyorduk.
Ancak artık kaynaklarımız tükenme noktasına gelmişti. Bu kuşatmalar sırasında da pekçok iyi adamımızda şehit düşmüştü ve beklediğimiz erzak ve askeri yardımlarda bir türlü bize ulaşamıyordu. Hava şartları nedeniyle olsa gerekti.
Godvar'da komutandan sonra sözü geçen tek kişi bendim. Kalede uzun yıllardır çalışıyordum. Her işi yaptım. Hatta buranın temeli atılırken bile ben vardım. Bir süre daha başımıza yeni bir yönetici gelemeyeceğinden ne istersem yapabilirdim.
Bu zor zamanlarda yönetimi devralıp inaçları zayıflamış bu insanlara önderlik etmek zorundaydım. Çünkü bunu başka kimse yapmayacaktı. Dualarım kabul olmuştu. Bu ilahların bana sunduğu bir fırsattı...
•
İleti Sayısı: 192
Üyelik Yılı: 2021
Imperium:
0
02-02-2021, 17:27
(Son Düzenleme: 06-02-2021, 00:41, Düzenleyen: Ecdad Computer.)
BÖLÜM 1
ÖLÜLER ŞEHRİ
Tarih: 20 Ekim 2281.
Yer: Nipton Yakınları
Vakit: Gecenin ilerleyen saatleri, 05.15
Gün daha ağarmamıştı. Gökyüzünde yalnızca ayın ve yıldızların sanki bir ahenk içindeymiş gibi saçtıkları o büyülü ışık gösterisi vardı. Bütün aile korkmuştu. Herkes yatak giysileriyle apar topar ön bahçede toplanmıştı. Bir tek Elizabetta aralarında yoktu. İnsanlar gözyaşları içinde çığlık çığlığa bağırıp duruyordu.
- Fakat kızım nerede? Hiçbiriniz onu görmediniz mi yani? Nereye kaybolur bu böyle bir anda?
Babası her zamanki soğukkanlılığıyla eşini yatıştırmaya çalışıyordu.
- Olivia telaşlanma! Sakin ol biraz.
Kasabada bu olayların ve konuşmaların yaşandığı sıralarda Elizabetta erkek arkadaşıyla birlikte Nipton'u Novac'a bağlayan yolların yakınlarındaki dağlarda pusu kurarak oradan geçen karavanları yağmalamakla meşguldü. Elizabetta "Engerek" diye bilinen bir haydut grubuna mensuptu. Bu hayata erkek arkadaşı yüzünden bulaşmıştı. Ailesinin bundan haberi yoktu. Sırrını yalanlar ve çeşitli bahanelerle gizlemişti.
Bütün bunları sadece para için değil, körü körüne yaşadığı aşkı için yapıyordu. Elizabetta sevgilisinin de ona aynı yoğun duyguları beslediğine kalpten inanmıştı. Onun uğruna ölmeye bile hazırdı...
Yer: Nipton Otel
Vakit: Gecenin ilerleyen saatleri, 1 saat 45 Dakika Önce
Teğmen telsiz radyosundan Mojeve İleri Karakolu'ndaki yüzbaşına rapor veriyordu. Haberler kötüydü. Nipton yakınlarında gözcüler Lejyon aktivitesine rastlamıştı. Düşmanların ağır silahlara sahip çok kalabalık bir birlik olduğu söyleniyordu.
Zaman yoktu. Engellenemez bir güçle kısa bir süre sonra kasabayı dört bir tarafını çevreleyerek kuşatacaklardı. Geçitler yok olacaktı. İkmal yolları kesilecekti. NCR alayı ne dışarı çıkabilecek ne de onlara destek gelebilecekti. Bu kaçınılmaz bir sondu. Takviye olmadan da Sezar akınının önünde durmak imkânsızdı.
Bunları öngörmek ileri görüşlülük gerektirmezdi. Tabur komutanının başkanlığında kıdemliler arasında aceleyle bir toplantı düzenlendi. Şiddetli tartışmaların yaşandığı toplantıda, çoğunluğun fikri doğrultusunda başka çare kalmadığı kabullenilerek derhal geri çekilme kararı alındı. Ardından bu hemen acemi erlere de duyuruldu.
Askerlerin yarısından fazlası zaten ümitsizliğe kapılmıştı. Kararı duyduklarında bazılarının içi rahatlamıştı. Ama aralarında sadece biri bundan rahatsız olmuştu. Er Erik savaşmadan Nipton'u teslim edeceklerine öfkelenmişti. Hiç vakit kaybetmeden tüfeğini kapıp oteldeki diğer erleri etrafına topladı.
Gözlerinin içinde sanki şimşekler çakıyordu. Parlayan bakışlarını kendisini dinleyen askerlerin üzerinde gezdirdi. Coşkuyla ve cesaretle konuşmaya başladı:
- Ben tek başıma bile kalsam Nipton'u savunmayı bırakmayacağım! Onu kaderine terk etmeyeceğim! Gerçek bir NCR askeri savaşmadan teslim olmaz!
- Lejyonlar bizim birkaç katı büyüklüğümüzde! İyi organize olmuşlar ve teçhizatları kaliteli. Ne yapmamızı bekliyorsun!
- Komutanlarımızın vermiş oldukları bu talihsiz kararı benim gibi kabul etmeyip Niptonluları korumanızı istiyorum!
- Sen kendini ne sanıyorsun be? Kahraman bozuntusu! Hepimizi öldürteceksin! Lejyonerlerle ilgili pek çok anlatılan korkunç hikâye duydum! Onlar esir almazlar! İşkence ederler, kadınlara tecavüz edip köle yaparlar! Kaderiniz böyle mi olsun istersiniz? Nipton gibi değersiz bir yer için.
- O zaman şanımla, şerefimle şehit olurum bende! Onların üzerlerine yürüyeceğim ve asla teslim olmayacağım... Bir vatanseverin yapması gerekeni yapacağım. Yeteri kadar konuştuk. Benimle aynı düşüncede olanlarınız varsa peşime takılsın.
Erik konuşmasını bitirdikten sonra, kararlı ve sert adımlarla otelin çıkışına yöneldi. Onu dinleyenlerin bir kısmı, umursamadı. Diğer kısmı ise ne yapmaları gerektiği konusunda kararsız kalmıştı...
Yer: Nipton Belediye Binası
Vakit: Gecenin ilerleyen saatleri, 1 Saat 30 Dakika Sonra
Belediye Başkanı Steyn'in yozlaşmış bir yöneticiydi. Sahte kapak üretimi ve fuhuş işleri yapıyordu. Ayrıca bir vatan hainiydi. Kasabasını kişisel çıkarları için aynı anda NCR, Lejyona ve Barut Ekibine peşkeş çekiyordu.
Geçen sabah Barut Ekibi üyeleri Nipton'a geldi. NCR Islah Tesisinden kaçan ufak bir gruptu. Başkan elçisini göndererek liderleri Jax ile gizlice temas kurdu. Ona göre cüzi olan bir meblağ karşılığında kasabasında Barut Ekibi kaçaklarına NCR'dan saklayıp, kalacak yer ve kadın temin etme teklifi etmişti. Aksi halde Nipton'u terk etmesini istiyordu.
Miktarı duyan Barut Ekibi akabinde elçiyi öldürdü. Ağzında bir dinamit patlatılmıştı. Yine de gidecek başka yerleri olmadığından dolayı başkanın teklifini kabul etmek zorunda kalmışlardı. Çorak topraklarda şansını denemek çok tehlikeliydi. Lejyon, NCR, yaratıklar ve haydutlar. Bu riskler yanında Steyn'e katlanmak daha cazipti. Tabii fırsatını bulduğunda başkanın götünde dinamit patlatarak öldürmeyi hayal etmiyor da değillerdi.
NCR süvarileri sadece geceleri kasabada aktif olurlardı. Bu yüzden başkan Barut Ekibini o saatlerde belediye binasında tutuyordu. Binanın en büyük ve en konforlu odalarından biri olan toplantı odasını onlara ayırmıştı. Orada onlara fahişelerle, leziz yemekler ve uyuşturucu ilaçlarla hizmetler sunuyordu. Tabii Jax'in psikopat adamları zamanla bundan sıkılmıştı. Steyn'in elinde onları oyalayacak başka bir şeyde kalmamıştı.
- Jax biz burada ne yapıyoruz? Neden Nipton'u yağmalamıyoruz?
- Başkanla bir anlaşmamız var unuttun mu?
- S... anlaşmayı! Ben tecavüz etmek ve bir şeyleri havaya uçurmak istiyorum!
- Evet, patron ellerimiz kaşınıyor.
- NCR'ın dikkatini çekmek mi istiyorsunuz y. kafalılar?
- NCR'ı da s... Nipton'u da! Onları da öldürürüz.
- Bunu nasıl yapacaksınız? Bir planınız mı var?
- NCR askerlerinin ya da kasabanın bizden haberi yok! Onları gafil avlayabiliriz ve koskoca kasaba bizim olur!
- Kulağa fena gelmiyor ama burayı elimizde tutacak kadar kalabalık değiliz.
- Tutmaktan kim bahsediyor ki? Erkekleri, çocukları ve yaşlıları öldürür, kadınları beceririz. İhtiyacımız olanı aldıktan sonra buradan toz olup gideriz!
- Hayır! Böyle bir şey ben yaşadığım sürece olmayacak!
- Benim tanıdığım Jax'in tarzı bu değil. Elçiyi öldürdüğümüz zamanda bize engel olmaya çalışmıştın. Neyin var senin?
- Böyle yaşamaktan yoruldum tamam mı? Zevk için patlatmaktan ya da öldürmekten, ırza geçmekten, bunların sonu yok. Burada yeni bir başlangıç yapacağız. Geçmişi ardımızda bırakacağız.
- Seni başımıza getirende suç! Yufka bir yüreğin olduğunu zaten hep biliyordum! Dostlarım! Benimle gelin ve sizlere kapağa boğayım! Hakkımız olan alınmak için beklerken elimiz kolumuz bağlı burada mı oturacağız? Benimle misiniz?
Topluluk hep bir ağızdan bağırdı:
- EVET!
- Hayır! Durun!
Jax adamlarına karşı koymaya çalıştı ancak hepsiyle baş edemedi. Öldüresiye dövüldü ve toplantı salonunda yerde öylece baygın halde bırakıldı. Barut Ekibi yeni liderleriyle birlikte Nipton'u ele geçirmek için saldırıya geçti. Öncelikle belediye binasından başladılar. Orada bir düzine çalışanı katlettikten sonra üst kata başkanın odasına çıkmayı denediler.
Fakat başkanında adamları vardı. Barut Ekibinin Steyn'e ulaşması engellendi. Korumalar aralarından birkaçını indirdi. Barut Ekibi baktı olmuyor geri çekildi. Dikkatlerini kasabaya yönelttiler. Başkan olup bitenleri pencereden izliyordu ve kılını bile kıpırdatmadı. "Heveslerini alıp giderler..." diyordu...
Tarih: 19 Ekim 2281.
Yer: Cottonwood Koyu
Vakit: Öğle, 13.27
Aurelius Feniks'le Vulpes Inculta ofiste savaş planını gözden geçirmekteydi. Azures ise pür dikkat onların hareketlerini takip ediyor ve can kulağıyla dinliyordu. Bu noktaya gelmek için çok çalışmıştı. Bir kadın olarak Lejyon ordusuna giren ilk kişi olmuştu.
Ama hala kırmak için çok uğraştığı erkeklerin ona olan bazı önyargıları vardı. O Sezar'ın öz ve tek evladıydı. Ama bu ona torpil geçildiği anlamına gelmiyordu. Ona asla bunun ayrıcalığı yaşatılmadı. Sezar kızını bu yola girerken uyarmıştı. Azures'te her şeyiyle kabul etmişti.
Bu yüzden o Lejyon ordusunda sıradan bir askerdi. Hatta kadın oluşu onu bundan daha da aşağılara çekiyordu. Çünkü Sezar'ın yönetiminde kadınlar köle, erkekler katildir. Kadınlar sadece mutfak ve yatakta kullanılır. Onun haricinde başka bir şey yapmalarına izin verilmez. Azures'te askeri hayata atılmadan önce buna maruz bırakılmıştı. Babası tarafından.
Tecavüze uğradı, hizmetçi oldu ardından katil oldu. Dövüş çukurlarında savaştı ve hayatta kaldı. Sonunda pes etmedi ve lejyonerlere katılabildi. Hala kat edeceği çok uzun yollar vardı. Bu ona her zaman üstleri tarafından hatırlatılıyordu.
Phoenix Aurelius ona asker olmasına rağmen hala ayak işlerinde kullanıyordu. Azures'te buna sabrediyordu. Vulpes Inculta ise daha nazik ve kayıtsızdı. Ara sıra Aurelius'un dikkatini kendine çekerek Azures'e nefes aldırıyordu.
Feniks arkasında emirlerini bekleyen Azures'e hızla döndü:
- Üzerine rahat bir şeyler giy. Toplantıdan sonra seninle yapacak işlerim var.
- Ama efendim ben artık o işleri bıraktım. Ben bir askerim ve...
- Emirlerimi mi sorguluyorsun kadın? Sezar'ın kızı olmasan bu noktaya gelebilir miydin acaba?
- Ben bu yere geldim çünkü hak ettim! Sezar'ın kızı olmamla hiçbir ilgisi yok bunun!
Vulpes Inculta araya girdi:
- Azures'in bugün yapacak çok önemli bir görevi var.
- Neymiş o Vulpes söyle bana?
- Nipton'a yapılacak kuşatmada yer alacak askerlerin arasında olacak.
- Sonunda! Buna pişman olmayacaksınız efendim! Kendimi size sahada da kanıtlayacağım.
- O konuda şüphem yok.
- O kadar heyecanlı olma Azures! Seninle yarım kalan bir işimiz var. Bugün kurtulmuş olabilirsin ama bunun yarında var.
- Her neyse elimizdeki önemli meseleye dönelim.
- Anlat o zaman planını.
- Nipton kasabasının başkanıyla iletişime geçtim. Ona adımın Bay Fox olduğunu ve Lejyon olduğumu söyledim. Kasabalarında kalmak istediğimizi belirttim. Kimliğimi öğrendikten sonra başta reddedecek gibi oldu ama ona 8000 kapak önerince balıklama atladı. Başkandan Nipton'daki NCR askerlerinin garnizonuyla ilgili tüm istihbaratı aldım ve işimizi çocuk oyuncağına getirecek daha pek çok şeyle beraber. Bu anlayışla bir kuşatma planı oluşturuldu. Kasabadaki NCR alayı sayı olarak az ve hazırlıksız. Bir avuçta Barut Ekibi bulunuyor. Yani savunmasız ve zayıflar. Pek bir direnişle karşılaşmadan bir taşla üç kuş indireceğiz. Alacakaranlıkta harekete geçeceğiz.
- Bravo. Adamlarım senindir Inculta. Azures sende defol git başımdan elimden bir kaza çıkmadan önce. İyi şanslar bu arada. Ölmemeye çalış çünkü cesedin pek bir işime yaramaz.
- Ben şansa inanmam. Bilgime ve gücüme inanırım.
Vulpes Inculta ile Azures birlikte ofisten çıktılar. Azures ilk görevine çıkacağı için çok heyecanlıydı. Vulpes ona birkaç tavsiye verdi. O da aklının bir köşesine bunları not etti.
- Azures, Aurelius dediklerini takma. Sende bir potansiyel gördüğü için bu kadar üzerine geliyor.
- Anlıyorum efendim.
- Bende öyle düşünüyorum. Aramıza katılan yeni acemiler arasında sen en iyisisin. Aldığın eğitimdeki tehlikeli vazifeleri hiç tereddüt etmeden üstleniyorsun. Sana duyulan güvenin hakkını layıkıyla veriyorsun. Mükemmel bir askerin bütün özelliklerine sahipsin. Ordumuzdaki erkeklerin yarısı senin gibi olsa NCR'ın hiç şansı olmazdı.
- Övgüleriniz için çok teşekkür ederim.
- Şimdi iyi hazırlan. Akşama doğru Lejyon'un vahşetini Nipton'a götüreceğiz..
•
İleti Sayısı: 192
Üyelik Yılı: 2021
Imperium:
0
03-02-2021, 21:50
(Son Düzenleme: 06-02-2021, 00:41, Düzenleyen: Ecdad Computer.)
1
Jorundr kurnaz, gamsız ve serseri bir adamdı. Bir göçmendi. Skyrim'de kuzeyli bir ailede 1 Nisan 3E 403 yılında doğmuştu. Jorundr ikinci sıradaydı. Ağabeyi o daha doğmadan önce mahallede girdiği bir kavga sırasında muhafızlar tarafından öldürülmüştü. Babasını genç yaşta iş kazasında kaybetmişti. Ardından annesiyle birlikte 413 tarihinde Cyrodiil'de ki akrabalarının yanına taşınmak zorunda kaldılar.
Bundan beş yıl sonra da ihtiyar annesi hastalıktan öldü. Okula gitmedi. Hiçbir işte tutunamadı. Akrabalarıyla anlaşamıyordu. Sonunda bir gece yatağının baş ucuna bir veda notu yazıp koydu. Evden ayrıldı. Eski sıkıcı bulduğu hayatını sonsuza kadar geri de bıraktı. Bir süre sokakta kaldı. Aç yattı. Ancak büyüyüp aklı biraz başına gelmeye başlayınca özel bir konuya olan ilgisini ve yatkınlığını fark etti. Yani hırsızlığa...
Gözlerini kırmpmadan, 17 yaşındayken hayata ve Cyrodiil'e tek başına atıldı. Çalınacak, soyulacak, aldatılacak binlerce zengin ve saf insan vardı. Şehir şehir, kasaba kasaba, köy köy dolaşmaya başladı. Önüne gelen her kişi onun kurbanı oluyordu. Meslekteki emekleme döneminde dikkat çekmemek için küçük işlerle başladı. Zamanla hedefleri büyüdü ve gözünü büyük vurgunlara çevirdi.
En karlı bulduğu iş vergi sevkiyatları karavanlarını pusuya düşürmekti. Kazancı yüksek olsa bile riskliydi. Bu tehlikeli soyguna kalkışmak her hırsızın harcı değildi. Jorundr'un keyfi yerindeydi ama memleket hasreti çekiyordu. Bu yüzden Skyrim'e benzerliğiyle ilgili duyduğu Bruma'nın övgüsüyle kulakları dolarak kalktı oraya gitti ve yerleşti. Aynı yıl içinde bizzat Gri Tilki tarafından Hırsızlar Loncası'na davet edildi.
Jorundr'un namı Gri Tilki'nin kulağına gitmişti. Bundan etkilenerek ondan loncaya katılmasını istedi. Jorundr tek başına çalışmaktan hoşlanırdı. Yine de Gri Tilki'nin teklifine hemen cevap vermedi. Düşündü taşındı, reddetti. Ama sonra Gri Tilki'nin ısrarlarına dayanamayıp aralarına katıldı. Hırsızlar Loncası arasında geçirdiği birkaç yıl da pekçok büyük iş başardılar. Ciddi meblağ da altınlar kaldırdı.
Son işlerinde ise terslik oldu. Bruma kontesinin paha biçilemez tablolarını çalarlarken Jorundr bir muhafız tarafından yakalandı. Alarm verilmiş, soygun yatmıştı ve diğer muhafızlar gelmeden önce kaleden derhal kaçması gerekiyordu. Ancak kimliği de ortaya çıkmıştı. Bu yüzden o an bir ikilemde kaldı. Ya elini kana bulayıp bununla yaşayacaktı ya da meslek hayatı bitecekti. Seçimin sonucu belliydi.
Onu gören muhafızı öldürmek zorunda kaldı. İlk cinayetini işlemiş ve katil olmuştu. Bu olaydan sonra loncadan ayrıldı ve uzun süre gözlerden ırak yaşadı. 433'ün yılbaşında uzun süren sessizliğini bozdu. Tekrar sahalara adım atarak çıktı. Ufak ama kesin vurgunlarla yolunu bulmaya devam etme kararı almıştı. Artık daha dikkatliydi. Kimseye güvenmiyordu. Plan yapmadan, olasılıkları değerlendirmeden ve yüzde doksan dokuz emin olmadan işe çıkmıyordu.
Lakin Bruma'da daima işlerini baltalayarak karşına çıkan bir rakip vardı. Onun alacağı karlı fırsatları elinden kapardı. Herkesin "Arnora Auria" diye çağırdığı bu kadının ismini daha yeni öğrenmişti. Esmer, ela gözlü, beyaz tenli, uzun boylu, üstten yapılı, iri ğöğüslü, basenli, ince çatık kaşlı, kırk beşlik bir hatundu. Jorundr'un beğenmeyip bıraktığı her haberi alıp onlardan iyi iş yapıyor, onlarca septim kazanıyordu...
Jerall Seyirtepesi Hanı'na girerken yine bu karıyı gördüm. Zarara uğramış gibi birdenbire canım sıkıldı. Ama, bozuntuya vermedim:
"Merhaba!" dedim.
"Merhaba!"
Şimdiye kadar onunla hiç konuşmamıştım:
"Şarap mı içmeye geldin?"
"Sana ne? Neye geldiysem geldim..."
Güçlü sağ elimle gür kirli sakalımı kaşıyıp bıyığımı kaldırdım. Gözlerimle etrafta bakacak yer aradım. Kalın renkli dudaklarımı kısarak gülümsedim:
"Ortak olalım..." dedi kadın.
"Olalım..."
O da şimdi gülümsedi. Döndük. Hanın alt katına doğru yan yana yürüdük. Merdivenlerden aşağıya indik. Karşımıza ilk çıkan kapıdan odaya girdik. Auria kapıyı hızla kapattı. Ardından kilitledi.
Bana baktı:
"Artık bizi kimse rahatsız edemez..."
Elindeki anahtarı masaya attı. Arkası bana doğru dönük şekilde elbisesinin sırt kısmındaki bağcıkları çözmeye başladı. Yavaşça bana döndü. İlerlemiş yaşına rağmen çok dinç bir güzelliği vardı. Dayanamayarak ivedilikle dudaklarını yapıştım ve onu solumdaki masaya kaldırdım. Bir süre orada öpüştükten sonra kucağıma alıp yatağa attım. O gece sabaha kadar seviştik...
Ertesi gün erkenden horozun sesiyle gözlerimi açtım. O da bir süre sonra uyandı. Gözlerimi tavana diktim. Düşüncelere daldım. Sonra aniden:
"Bunu neden yaptık?" diye sordum merakla.
Yatakta sağ tarafa doğru döndü ve cevapladı:
"Canım yatmak istiyordu. Sana denk geldi sadece. Bunu kafanda o kadar büyütme."
"Hadi üstümüzü giyinelim artık. Bugün seninle yapacak çok işimiz var." diye devam etti.
Verdiği cevap içimde hayal kırıklığı ve tatminsizlik duygusu yaratmıştı. Ama o an bu konunun daha fazla uzamasını istemedim.
Yataktan kalktık. Odadan çıktık. Üst katta bir masaya karşılıklı otururken, hancıya bağırdım:
"Bize iki şarap getir."
Sonra ona soru sordum:
"Sen nerelisin?"
"Colovialı."
"Hangi kısım?
"Bu tarafta..."
Arnora Auria, uzun parmaklı zayıf eliyle hanın kapısını gösteriyordu.
"Chorrol tarafında mı?" diye sordum.
"Hayır canım, daha aşağılarda..."
Daha fazla sohbeti uzatmadım. Direk işlere geçtik. Konuştuk, anlaştık. O günden itibaren birlikte çalışmaya karar verdik. Suç ortağı olduk. Onu o gün yatakta yaptığım gibi hırsızlıktada ilerleyen zamanda becerecektim...
Ertesi gün beraber soygun yaptık. Auria'nın çaldığı altınlar benimkilerden her zaman daha çok duruyordu. Birkaç gün daha bu işe devam edip şehri soyacağımıza sözleştik. İkimizde handa, karşılıklı birer küçük oda kiraladık.
Bir gece ansızın oda kapım vuruldu. Kalktım, sürmeyi çektim, açtım. Baktım ki ortağım...
"Ne oldu?"
"Sabahleyin ben bir yere kadar gideceğim. Sana şimdiden unutmadan söylemeye geldim. İyi bir fırsat var."
Gözlerimi daha çok açtım:
"Ne?"
"Bruma'nın doğu tarafındaki kapısının girişinde bulunan Vahşigöz Ahırı'nın sahibi Petrine benden kanatlı bir beyaz at bulmamı istemişti. Karşılığında 8000 septim alabileceğiz. Ondanda kontes istemiş. "
"Ee?.."
"Ben yarın şehirde yokum. Sen arayıp mutlaka atı bul."
"Sen ömründe uçan bir at gördün mü?"
"Hayır."
"Peki nasıl bunu bulmayı kabul ettin?!"
"Problem değil. Yeter ki yapacağını söyle."
"Pekala, yarın bakarım."
Auria, sahte bir samimiyetle bana yanaşıp akıl vermeye başladı:
"Bak, şehrin batısında oldukça küçük bir çiftlik var. Elmacı Çiftliği derler.Oranın sahibini sen tanımazsın. Şimdi çok ihtiyar olduğu için evinden çıkmaz. Git onunla konuş. De ki: " Akşama kadar bana kanatlı bir beyaz at bul." 5000 septim kadar bir öneri yap."
Saf bir ortakmış gibi karşıladım:
"Pekala!"
Auria'nın ağzından sert bir şarap kokusu yayılıyordu. Küçük lambamın hafif aydınlığı ile gölgelenen yüzünde yorgun bir neşe yansıyordu. Gözleri dumanlıydı. Hafifçe takılmak geldi ona o an içimden:
"Keşke beni de davet etseydin masana! Beraber içerdik..."
Auria hafif bir tebessüm yolladı:
"Artık bir daha ki sefere... İyi geceler Jorundr."
"Sana da..."
Odamın kapısını kapatır kapatmaz yine "Seni gidi Sürtük karı! Seni bir düzeyimde gör!" dedim fısıltıyla. "Beni aptal yerine koyuyor ha" diyerek ellerimi belime dayayıp durdum. Gözlerimi küçülterek yere baktım:
"Kiminle dansa kalktığını göreceksin..."
Döndüm. Odamın kapısını sürgüledim. Soyunmaya başladım. Hemen yatağıma yattım. Ardından kısa bir süre sonra uyudum...
•
İleti Sayısı: 192
Üyelik Yılı: 2021
Imperium:
0
04-02-2021, 21:11
(Son Düzenleme: 06-02-2021, 00:41, Düzenleyen: Ecdad Computer.)
Yıl 10 Ağustos 4. Çağ 211...
Handa eskiden Solitude şehrine çok da uzak olmayan bir yerde, zihnen hasta olan insanların tutulduğu, şuanda terk edilmiş, ıssız, kasvetli, harap olmuş bir malikaneye dönen yere giden ve geri dönmeyen iki adamdan bahsedilirken kulak misafiri oldum. Olay ilgimi çekmişti ve onlara ne olduğunu öğrenmeye karar verdim. Harabelerin yakınlarında ilk yolcuyu kolayca bulmuştum. Bir ağacın yanında hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Bir şey aradığı belliydi.
- Sekiz'e şükürler olsun! Yardım geldi, sonunda! İşimizin bittiğini sanmıştım.
- Ne oldu ? İyi misiniz.?
- Ben iyiyim, fakat arkadaşım şu lanet akıl hastanesinin içinde mahsur kaldı.!
- Söyle bana, bu ilahların bile unuttuğu yerde ne işiniz var. ?
- Adım Lynn Schmidt. Cyrodiil'den bir şifacıyım. Buraya arkadaşımla birlikte oldukça nadir bir bitki türü bulmaya gelmiştik.
- Bu bölge ot toplamak için pek de iyi bir yer sayılmaz.
- Yolculuk öncesi, bizi aynen şuanda senin yaptığın gibi uyarmışlardı. Yaşananlara bakıyorum da, belki de uyarılara kulak asmış olsak tüm bunlar başımıza gelmezdi. Ama yerin cazibesi oldukça fazlaydı. Yangın alanına kadar gittik... otlardan bir ize rastlamadık, ama... aşağıda bir şey vardı... birşeyler...
- Lütfen bize yardım et. Dostumu bul, sana yalvarıyorum.
Lynn bölgeye dostuyla nadir otlar aramak için geldiğini söyledi, ancak anlaşılan o ki hem ormanda hem de harabede kol gezen tehlikeleri pek hesaba katmamışlardı. Beni gördüğü anda kayıplara karışan arkadaşına yardım etmem için yalvarmaya başladı. Metfunların nidalarını duydum ve bunun bir şaka olmadığını anladım. Elimle kılıcıma uzandım. Hastanenin bodrumuna indiğim zaman, paranormal bir şey tecrübe ettim. Bana bir ilüzyon gönderen bir hayalet gördüm. Etrafımdaki her şey yanmaya başladı ve hayalet - tam da ona yakışacak bir şekilde - duvardan yan odaya geçti. Hayaleti takip ettim ve bir grup metfunun saldırısına uğradım. Kendimi savunma esnasında duvarlardan birinin kenarında duran bir sandık farkettim. Sandıkta birkaç doktorun notları bulunuyordu...
Tarih: 10 Ocak 4. Çağ 201
Adam güçlü şizofreni semptomları sergilemektedir. Yakışıklılığını mahvetmekten kaçınmak amacıyla standart terapi yöntemlerinde verilen şifalı ot dozunu arttırmaya karar verdim. Sinir krizleri geçirmeye yatkın olduğundan, hastayı zincirlettim. Duvarlara çizdiği resimler analiz edilmeli.
Tarih: 11 Ocak 4. Çağ 201
Hastane sakinlerinin en yaşlısı olan bu kadın diğerlerinden çok daha uzun süredir bizimle. Soğuk su terapisi onun tedavisinde başarısız oldu ve durumunda gelişmeye dair umut yok gibi. Onu zincrlettim ve hastalığın kuvvetini zayıftlatmak ve kendine zarar verme eğilimlerini sınırlandırmak için ona verilen yiyecek miktarını azalttırdım. Şifalı ot uygulamaya başladım.
Tarih: 12 Ocak 4. Çağ 201
Hasta dizanteri kapmış durumda. Artık onun için hiç umut kalmadı. Diğerlerinden ayrı bir yere naklettirdim ve çalışanlara onun adına ilahlara dua etmelerini emrettim. Ayrıca şifalı otlarının dozlarını da arttırdım. Karışımın bazı iyileştirici özellikleri var gibi görünüyor ve tesadüfen fark ettik ki dilleri de çözüyor.
Tarih: 13 Ocak 4. Çağ 201
Çizimleri şizofreni teşhisini doğruluyor. Çizimlere hakim olan acımasızlığın çocuklukta yaşanan olaylarla bağlantılı olduğu şüphe götürmez. Baskın bir baba ve güçlü bir travma bu zavallının zihnini mahvetmiş. Hastaya tedavi uygulanacak. Şifalı ot dozunu arttırmaya karar verdim. Tedavi etme özelliklerinin yanı sıra karışım, hastaları kendileri hakkındaki gerçekleri açıklamaya itiyor. Ve sadece gerçek bizi özgür bırakır.
Notlara göre, tıbbı personel akıl hastaları üzerinde bir takım deneyler yapmıştı. Okumaya devam ettim ve bir grup lejyonerin hastaneye Fırtınapelerinli bir mahkum getirmiş olduğunu öğrendim. Anladığım kadarıyla askerler onu sorgulamak istiyordu, ama notlarda hikayenin nasıl sonlandığına dair bir bilgi yoktu. Malikaneyi arayıp kayıp adamın bırakmış olabileceği işaretleri aramaya başladım. Sonunda kayıp sıhhiyeciyi bulmayı başardım. Zavallı herif zihnindeki hayaletlerle savaşıyor, bir yangın ve o yangında ölmüş bir kız hakkında sayıklayıp duruyordu.
- Be-be-beni rahat bırak! Uzaklaş benden.!
- Sakin ol. Sana zarar vermem.
- Benim suçum değildi... ben değildim, ben değil...!
- Senin suçun olmayan nedir. ?
- Yan... Yangın her yerde... Olmaması gerekiyordu! Bunu ben istemedim... Yemin ederim.!
- Ne saçmalıyorsun sen. !?
- Ne oluyor ? Neredeyim ben.?
- Sanırım kafan yerine geldi. Rahatla ve bana adını söyle.
- Ben...Ad.. Adım Selakur.
- Arkadaşın Lynn seni bulmamı istedi.
- Lynn... yaşıyor mu.?
- Dinle, sen ve arkadaşın - henüz tam olarak anlayamasamda, sakladığınız birşeyler var, gerçeği söylemediğiniz düpedüz ortada. Bu yerin oldukça karanlık bir geçmişi varmış gibi görünüyor, içerisinde senin de parmağın olan bir geçmiş. Beni anlıyor musun.? Şimdi bu yerde neler olduğunu anlamama yardımcı olur musun Selakur.?
- T- tamam.
- Harika. O halde bana hikayeyi anlatırmısın, hiçbir şeyi atlamadan.
- Biz eski lejyoneriz, bundan tam 10 yıl önce, Fırtınapelerinle yapılan son savaşlardan birinde İmparatorluk için savaştık. Birliğimiz bu malikaneye yerleştiğinde ben Lynn'in yardımcı subayıydım. Burada kimin yaşadığını pek umursamadık. Aslında, hastalar dost canlısıydı... Başlangıçta. Bir gün keşif erlerimiz bir Fırtınapelerinli yakaladı. Özgürlüğünü kazanmak için her şeyi yapacak durumdaydı ve Ulfric Stormcloak'un saklandığı yeri bildiğini iddia etti. Şansımıza inanamadık, ilahların yüzümüze güldüğünü düşündük. Son Ejderdoğan'ın büyük yardımlarıyla Fırtınapelerin isyanı başarısızlığa uğratıldı ancak elinde tuttuğu tüm bölgelerini, ordusunu kaybettikten sonra Ulfric kayıplara karışmıştı. Tüm Skyrim'i yerini bulmak için karış karış tarayıp, yakaladığımız tüm Kuzeylileri sorgulamıştık, herif yoktu sanki yer yarılmıştı ve içine girmiş gibiydi. Sonunda çabalarımız ödüllendirilecekti. Ardından onu konuşturmaya karar verdik.
- İşkence ederek mi.?
- Komutanımız onu işkence sandalyesinde konuşturmak istiyordu, ama Lynn daha iyi bir yol bildiğini söyledi. Yöresel bir ot varmış - eğer bunu kaynatıp içersen sadece doğruyu söyleyebilirmişsin. Komutan mahkumu sorguladı ve harita çıkartıp işaretledi. Bu esnada bizde kutlama yaptık, Ulfric'i nasıl öldüreceğimizi konuştuk, ve de hastanedeki hastalara daha saygısızca davranmaya başladık. Onlara bakan rahibe itiraz etmeye başladı ve adamlarımızdan biri... onu önce dövdü sonra tecavüz etmeye kalktı. Kadıncağız karşı koymaya çalıştı... sanırım adamın suratını tırnaklarıyla çizmişti. Sonra adam balyozunu alıp kadının kafasını parçaladı.
- Sonra ne oldu. ?
- Fırtınapelerinli mahkum Ulfric'in nereye gizlendiğini söylediğinde, komutan onu delilerin gözü önünde boğazını hançeriyle bir kulaktan diğerine kesti. Hastalar daha önce saldırganlık belirtileri göstermişlerdi, ama kanın kokusunu aldıklarında, şey, onları kontrol edemedik, bize saldırdılar ve pek çoğunu öldürmek zorunda kaldık. Ancak yangının nasıl çıktığını bilmiyorum.
- Hastalardan sağ kurtulanlara ne oldu.?
- Yaşlı bir kadını yanan binadan çıkartmayı başardık. İyi, sessiz ve anaç bir bayandı. İki gece sonra komutanımızın boğazını kesti ve bu onu, ve de Ulfric'in saklandığı yeri işaret eden haritayı, son görüşümüz oldu. Cephelerin değişmekte olması bizi kısa bir süre sonra onu aramayı bırakmaya zorladı. O zamandan sonra hayatta şansım yaver gitmedi, Lynn'in hayatıysa benimkinden de beterdi. Bunun, kötü kaderimizi tersine çevirmek için yaptıklarımızla yüzleşmek için bir fırsat olduğunu düşünmüştük.
- Hayalet intikamını alabilmek için sizi suç mahaline sürükleyip, çekmiş gibi görünüyor. Burada oldukça ağır bir lanetle karşı karşıyayız ve görünüşe göre işe şu Fırtınapelerinlinin cesedini, öldürüldüğü yeri bularak başlamamız gerekiyor.
Selakur ve Lynn yıllar önce iç savaş sırasında bu bölgede görev yapmış bir lejyon birliğine mensuplardı ve o dönemde çok ağır suçların altına imza atmışlar. Hastaları ve bakıcıları olan rahibeyi öldürmüş ve hain Ulfric Stormcloak'un yerini öğrenme umuduyla tutsak bir Fırtınapelerin askerine işkence edip öldürmüşlerdi.
Yapılanların izlerini örtmek için ise mekanı kundaklamışlardı. Hikayeyi duyunca bu yerin lanetlenmiş olduğunu ve meselenin çözümünün işkence görmüş Fırtınapelerinlinin hayaletini bulmaktan geçtiğini anladım. Kayıp ruhun istediği tek şey vardı- kendisine zulüm edenlerin ölümü.
Onların bakışlarını hala üzerinde hissediyordu ve ona huzur getirecek tek şey ölümdü. Benden onları öldürmemi istedi, teklifini reddedince öfke içinde bana saldırdı. Fakat karşısında usta bir savaşçı vardı. Kısa sürede hayeletin icabına bakıp, geldiği yere yolladım.
Lanet kaldırılmış ve hayalet Sovngarde'ın uzak diyarlarına gönderilmiş olsada, hala adaletin yerini bulması gerekiyordu. Lynn ve Selakur'u Solitude yetkililerine teslim etmeye karar verdim. Yozlaşmış, suçlu pislikler İstemeyerekte olsa beni şehre kadar takip ettiler. Katiller Muhafız Komutanı tarafından tutuklanıp içeri alındılar ve bu lanetli hikayede sona ermiş oldu.
•
İleti Sayısı: 192
Üyelik Yılı: 2021
Imperium:
0
06-02-2021, 00:11
(Son Düzenleme: 06-02-2021, 00:42, Düzenleyen: Ecdad Computer.)
Solitude şehrindeki bir handayım. O adamı ilk gördüğümde her zaman ki yerimde oturuyor ve her zaman ki içkimden içiyordum. Bu kart herif bütün dikkatleri üzerine toplamış halde etrafta başıboş dolanıyor ve herkesle konuşuyordu. Arkamda ki kazmayı fark ettiğim sırada bardağımdaki içkinin kalan son damlalarını yudumluyordum.
- Selam ben deniz Sewyaze de Rick İmparatorluk Birliği Komutanıyım. Eğer istersen, bana sadece Rick diyebilirsin. "dedi yabancı."
- Pekala Rick ? Ne istiyorsun benden. ? "dedim elimdeki bardağı masaya vurarak."
- Tanıştığıma memnun oldum. Adınızı bahşeder misiniz. ? "dedi Rick alçak bir ses tonuyla."
- Torik. Bak hafiften tepem atmaya başlıyor... Komutan falan dinlemem bir taraflarını kırmadan sadede gel istersen. "diye tersledim adamı."
- Kabalaşmaya gerek yok efendim. Sizi rahatsız ettim çünkü bir sorunum var ve belki de sizin bana biraz yardımınız dokunabilir. "dedi Rick."
- Ne konuda ? ve Nasıl.? diye sordum.
- Kız kardeşim. Hikayesini dinlemek ister misin.? "dedi Rick ve ekledi." - Geçen hafta onu yatakta baygın halde bulduk. Boynundaki diş izlerinden kan süzülüyordu. Hiç kuşkumuz yoktu, sebep bir vampirdi.!
- Her diş izi vampir demek değildir. "dedim uykulu bir ses tonuyla."
- İzler aksini söylüyordu. Ardından bir süre sonra da kız kardeşim kayboldu. Dönüşüp kaçmış olmalı. "dedi Rick."
- Eğer vampir olduysa yapılması gere--
- Her şeyi bir kenara koyalım, Evvela onu bulmanı ve şahet şüphelerimiz doğruysa onaylamanı istiyorum. Sonra yapılması gerekeni yaparsın. "dedi Rick lafımı bölerek."
- Tamam. Kardeşini arayacağım. "dedim."
- Çok teşekkürler. Hizmetlerinin karşılıksız kalmayacağının garantisini verebilirim. "dedi Rick ve ekledi." - Onu tanımada bir sıkıntı çekmezsin. İnce, güzel bir sarışındır ve onun o gök mavisi gözlerini kimse gözardı edemez.
Handa tanıştığım Komutan Sewyaze de Rick iddasına göre kız kardeşinin bir vampire dönüştüğünü ve onun ailesine zarar vermemek için evden kaçtığını söyledi. Kızı bulacağıma dair ona söz verdim. Kız hakkında tek bildiğim harika mavi gözlere sahip olduğuydu. Handan dışarıya çıkıp, şehrin etrafına bir göz atmaya karar verdim.
- Selam asil beyefendi . "dedi Hayat Kadın'ı önümü keserek."
- Ne asilim nede beyefendiyim. Bana uygunsuz şeyler mi teklif edeceksin.? "dedim gülümseyerek."
- Hayır efendim. O teklifi genelde müşterilerim bana yapar. "dedi Hayat Kadın'ı."
- Belki, sonra. Sana birşey sormak istiyorum."dedim ve ekledim." - Kayıp bir kızı arıyorum. Mavi gözlü, sarışın saçlı, ince ve uzun boylu. Bu tanıma uyan biriyle çevrede karşılaştın mı hiç.?
- Hayır, ancak söylediğiniz kadar güzelse muhtemelen Gece Evindedir. "dedi Hayat Kadın'ı."
- Gece Evi. ? "diye sordum."
- Bir Genelev bir kaç ay oldu açılalı. Ama benden söylemesi orası sizin için fazla lüks kaçar şehrin bütün kodaman soyluları orada takılıyor. "dedi Hayat Kadın'ı."
- Sağol güzelim seni yakında, güzel bir şeyle ziyaret ederim. "dedim kadına yanağından makas alarak."
- Sabırsızlıkla bekleyeceğım o zaman. "dedi Hayat Kadın'ı."
Hakkında söylenenlere göre en güzel kadınlar soylu müşterilerini Gece Evinde bekler. Onlara günün kasvetini unutturmak için bir şans, zarif zevkler sunarlar ama yanında boşalan bir keseyle birlikte. Tabi ki sunulan o olağanüstü eğlenceler sonrası kimse kesesiyle alakalı şikayette bulunmaz.
- Merhabalar, efendim. "dedi Hayat Kadın'ı"
- Merhaba mavi-gözlü güzellik. "dedim."
- Ne arzu edersiniz, sizi Gece Evine getiren şey nedir lordum. ? "dedi Mavi Gözlü."
- Konuşmakla başlayalım. "dedim."
- Pekala, konuşalım. İddalara göre, ön sevişme faslını düzeyli bir konuşmadan daha etkili kılan hiç birşey yokmuş. "dedi Mavi Gözlü."
- Ne düşler kuruyorsun, Mavi Gözlüm." dedim."
- Ah... Gecenin sonsuza dek sürmesini istiyorum... "dedi Mavi Gözlü."
- İlginç, senin yaşındaki kızlar genelde beyaz atlı prensler ya da öteki saçmalıklarla ilgili hayaller kurarlar. "dedim."
- Ben bildiğin kızlardan değilim. "dedi Mavi Gözlü ve ekledi." - Kanıtlayabilirim. Sadece iste.
- Abin Sewyaze de Rick seni arıyor. "dedim."
- Ne ? Hayır! Bahsettiğin adamı ne tanıyorum ne de bir ailem var. dedi Mavi Gözlü beni tersleyerek.
- Emin misin.? "diye sordum."
- Elbette eminim.! Benim evim burası. Gecenin Kardeşlerinin yanı. "dedi Mavi Gözlü."
- O zaman yanılıyor olmalıyım. " dedim ve ekledim." - Her neyse. Kendine iyi bak.
"Gece Evi" denilen Genelevde kaybolan kızın tanımına uyan mavi gözlü bir kız ile karşılaştım. Komutanın kızkardeşi bu kız olabilir mi? Ailesinin olmadığını söylesede bana pek inandırıcı gelmedi. Buldukları mı Sewyaze de Rick anlatmak için Genelevden ayrılıp Han'ın yolunu tuttum.
- Efendi Torik! sizi bu kadar çabuk görmeyi beklemiyordum. Lütfen kız kardeşim hakkında iyi haberlerinizin olduğunu söyleyin. "dedi Rick yaşlı gözlerle."
- Genelevde mavi gözlü bir hayat kadını vardı. "dedim."
- Benim kardeşim asla kendisini o derece düşürmez. "diye bağırdı Rick öfkeyle."
- Kanıtım yok, ama bu kadın senin tarifine uyuyor. "dedim."
- Lütfen kanıt bul. Ailemin onuru diken üstünde.! "dedi Rick."
- Elimden geleni yapacağım. "dedim."
Sewyaze de Rick Genelevdeki kızın kendi kızkardeşi olduğuna inanmak istemedi. Bunu ona kanıtlamanın bir yolunu bulmak için Gece Evine tekrar dönmem gerekiyordu.
- Tekrar merhaba. Beni mi özledin. ? "dedi Mavi Gözlü."
- Bu güzelliklerle bir gece geçirmek için ne yapmam gerek?. "diye sordum.."
- Size zevkle eşlik ederim. Ancak öncelikle Gece Evine bir bağış yapmalısınız. Sadece 500 Septimcik. "dedi Mavi Gözlü."
- "Septimcik ?" o rakamı tanımlamak için bu kelimeyi kullanmazdım. Daha iyi bir teklifte anlaşamaz mıyız.? "dedim."
- Her zaman pazarlığa açığız. 750 nasıl.? "dedi Mavi Gözlü."
- Hayatta olmaz. "dedim."
- 1000'e ne dersin. ? "dedi Mavi Gözlü."
- Sanırım, 500 iyiydi. "dedim."
- Anlaştığımıza göre beni takip edin. "dedi Mavi Gözlü ve ekledi."
- Sabredin. Beklediğinize değecek emin olun. İlk olarak sıcak bir banyo, ardından hayelleriniz gerçek olacak.
- Sen emin ol verdiğim o 500 septimi sapır sapır çıkartacam senden. "dedim ellerimi avuşturarak."
- Boynundaki yara...
- Hoşuna mı gitti.? "dedi Mavi Gözlü lafımı bölerek."
- Karakteristik, İlgi çekici. "dedim."
Mavi Gözlü. Gece Evindeki bir güzel. Tesadüfe bakın Sewyaze de Rick'in kız kardeşinin tarifinde olduğu gibi onun boynunda da vampir ısırığına benzeyen ilginç bir yara izi vardı. Yattığım bu kız o komutanın kardeşi olamalıydı. Sewyaze de Rick ile görüşmek için tekrar hanın yolunu tuttum.
- Genelevdeki kızla ilgili kanıtım var. Boynundaki diş izlerini gördüm, tıpkı kız kardeşini tarif ettiğinde söylediğin gibi. "dedim."
- Bu nasıl olabilir.? "dedi Rick ve ekledi." - Bir çeşit büyünün etkisinde olmalı... Belki Onu ısıran vampir tarafından.
- Belki. "dedim."
- Torik... Vampir kesinlikle Genelevde bir yerlerde. Kız kardeşimi onun elinden kurtarmalısın. "diye atıldı Rick."
- Bu iş gittkçe canımı sıkmaya başladı. "dedim iç çekerek."
Komutan Sewyaze de Rick Genelevdeki kız kardeşi'nin zihninin vampir tarafından kontrol altında tutulduğunu söyledi. Bu türden bir kontrol ancak kısa bir mesafeden yapılabilir, yani muhtemelen Rick'in de söylediği gibi vampir Genelevin içinde olmalı. Eğer durum buysa bunu ortaya çıkarmam gerektiğini düşündüm ve tekrar Gece Evi'nin yolunu tuttum.
- Burayı kim yönetiyor. "dedim."
- Gece Hanım." dedi Koruma."
- Onunla görüşebilir miyim. "dedim."
- Hayır. Gece Hanım kimseyi görmek istemiyor uza hadi. "dedi Koruma."
- Param var. "dedim."
- Bana rüşvet sökmez. "dedi Koruma"
- Peki, bu 100 dinarla dolu keseyi kendime saklayayım o zaman." dedim"
- Oblivion kapıları adına... Dur, ver o keseyi bana. "dedi Koruma ardından gülerek ekledi." - Çil çil septimler girebilirsin.
- Pekala, bu bir beyefendiye uygun nazik bir haraket mi? Davet edilmeden buraya böyle dalman.?"dedi kadın."
- Bağışlayın Madam, ama bir iş üzerindeyim. "dedim ve ekledim." Gece Hanımı tanıyor musunuz.?
- Oldukça yakınız," dedi kadın kıkırdayarak ve ekledi. " Ben zaten o kişiyim. Gecenin Kraliçesiyim. Ben müşterilerimin hayellerini okuyup, dokunurum onları rahatlatır ve memnun ederim.
- Ayrıca boş bir keseyle uğurlarsın. "dedim."
- Onların hayallerini gerçekleştiririm, kısa bir süreliğine olsa da. Hayaller paha biçilemezdir. "dedi Gece Hanım."
- Neyse burada bulunmamın sebebi dünyevi zevklerim değil. "dedim ve ekledim." Bir vampir buraya dadanmış. Kızlarınızdan birinin boynunda vampir ısırığına benzer izler gördüm. Ayrıca kızın ağabeyi, onun asla bir genelevde kendi isteğiyle çalışmayacağına inanıyor. Ona göre kıza vampir tarafından büyü yapılmış.
- Yani buna öylece inandın mı? Bu kadar saf olma. Kız burada prensesler gbi yaşıyor. En iyi ipeklerden elbiseler giyiniyor. Müşterileri onunla tek bir gece geçirmek için mülkünü satıyor. O da müşterilerinden zevk duyuyor. Seni öyle rahatlatır ki hayal edemezsin. "dedi Gece Hanım ve ekledi."
- Ağabeyi olacak o herif onu zorla yaşlı bir bunakla evlendirmek istedi. Gel gelelim kız, gecenin prensesi olmak istiyordu. Ebediyen güzel, yasak bir meyve. Skyrim'in rüyası.
- Sen neyden bahsediyorsun be kadın.? "dedim."
- Onun kanını içtiğimde bunu hissettim. Ne bakıyorsun öyle ? Evet, bu Geneleve müptela olan vampir benim. "dedi Gece Hanım alaycı bir bakış ve ses tonuyla ardından ekledi." - Ancak ben asla öldürmem, Asla bir ruhu incitmem. Kan bana güç veriyor, tıpkı alkolün insanlara yaptığı gibi.
- Bu saçmalık...
- Kızlarım ve ben müşterilerimizin kanını içeriz. Onların kanı hizmetlerimizin karşılığı. Kimse ölmez. Herkes karlı. "dedi Gece Hanım lafımı bölerek ve ekledi." Mavi gözlü kıza gelirsek. Beni kendi çağırdı. Rüyalarında, fantezilerinde. Özgürlük için... Ve de ebedi güzellik için çırpınıyordu. Bizler canavar değiliz. Torik. Sana bir teklifim var... Uzlaşma karşılığında bu 1000 septimle birlikte kızlarımla bir gece, bu meseleyi tamamen unutmak adına gösterdiğim bir iyi niyet. Seni öldürmek daha kolay olurdu bizim için ama dediğim gibi biz insan öldürmeyiz.
- Peki ya razı gelmezsem. ? "dedim"
- Biri ölür. dedi "Gece Hanım."
- Canavarlardan nefret ederim. Kişisel değil yani. "dedim."
- İlahlara dua etki ayakta kalacak kadar kabiliyetli olasın. Saldırın kızlar.! "diye bağırdı Gece Hanım."
Patroniçe vampir'in teklifi kulağa ne kadarda cazip gelsede Skyrim'in başkentinde böyle bir canavar topluluğunun var olmasına göz yumamazdım, prensiplerime ters düşüyordu. Uzun süren zorlu bir mücadele sonunda Gece Hanım ve onun kızlarıyla olan çarpışmamdan sağ olarak kurtuldum. Vampirler yerde ölü olarak yatıyordu. Mavi Gözlüyü buradan uzaklaştırıp ağabeyindende ödülümü almanın vakti gelmişti artık.
- Gece Hanım'ı öldürdüm. Ağabeyin de seni handa bekliyor. "dedim."
- Ne.?! "diye bağırdı Mavi Gözlü."
- Evine geri dön. Burada olanlara bakarsak, müşteriler bir süre uğrayacakmış gibi görünmüyor. "dedim."
- Seni şerefsiz! Kim sana başkalarının hayatını mahvetme hakkı verdi? Kim kaderlerine karışmanı istedi.?" diye bağırdı Mavi Gözlü ve ekledi." - Sen nesin biliyor musun? Kiralık bir katil, bir avuç altın için öldürüyorsun.!
- O bir vampirdi, bir ucube, devri geçmiş bir kalıntıydı...
- Hayatlarımızı yıktın! benim ve buradaki bütün kızların. Şimdi hepimiz sokaklarda tıpkı ucuz hayat kadınları gibi çalışmak zorundayız. "dedi Mavi Gözlü lafımı bölerek."
- Kendini satmak zorundaymışsın gibi konuşuyorsun. Senin bir seçeneğin var ağabeyine, evine geri dön. "dedim."
- Biliyor musun ? Sana uygun bir işim var. Ağabeyimi öldür. Ne kadar istiyorsun.? "dedi Mavi Gözlü."
- Ben suikastçi değilim, mecbur kalmadıkça da insan öldürmem. "dedim."
- Umarım aletin maviye döner de kökünden kopar, katil! Defol.! "diye bağırdı Mavi Gözlü."
- Kız kardeşim nerede.? "dedi Rick."
- Genelevdeki vampiri kestiğimi öğrendikten sonra kaçtı. Eğer istiyorsa geri gelecektir.
- Vampir beni zerre ilgilendirmiyor. Kız kardeşimi bana geri getir.! "diye bağırdı Rick."
- Anlaşmamız kız kardeşinin durumu hakkında seni bilgilendirmem ve vampiri öldürmemle ilgiliydi.! Şimdi şehrin ortasında sana meydan dayağı atma mı istemiyorsan ödeme mi ver.! "diye üzerine yürüdüm."
- Kız kardeşim eve dönmeden tek metelik bile göremezsin.! "dedi Rick."
- Pekala, seni uyarmadığımı söyleyemezsin. "dedim."
- Tamam, Tamam! beni aşağı indir ve sakin ol şehrin ortasında beni döversen bütün itibarım iki paralık olur."diye atıldı Rick."
- Öyleyse bana para mı ver! Ayriyetten o kız kardeşin olacak sürtüğü takip ederken harcamalarım oldu 600 septim kadar bununla beraber bana 1000 dinar borcun oluyor. "dedim"
- Siz insanlar asla değişmeyeceksiniz... Al bakalım.! "dedi Rick."
- Teşekkürler. "dedim."
- Yetti artık bu şehir. Üçkağıtçılardan ve dolandırıcılardan başka birşey yok.! diye bağırıp handan dışarıya çıktı Rick.
Komutan vampiri öldürdüğüm için minnettardı ancak kız kardeşini kaçırdığım için bana ödeme yapmayı reddetti. Tabi ki üzerine yürüyüp biraz tartaklayınca hemen yelkenleri suya indirdi. Böylece bu lanet olası gün sona erdi. Kendime bir kadın bulup bayılana kadar içeceğim.
•
İleti Sayısı: 192
Üyelik Yılı: 2021
Imperium:
0
07-04-2021, 09:47
(Son Düzenleme: 18-10-2022, 19:55, Düzenleyen: Penetrator God. Toplamda 1 kere düzenlenmiş.)
Temsili Teias'L
Hikaye Müzikleri:
Giriş Bölümü
Biricik ozanınız Usta Dandelion'un kaleminden...
Rivialı Geralt Nilfgaard'ın vasal dükalığı Toussaint de ki Beauclair Yaratığı'nın kontratını alıp onu öldürdükten sonra Haşmetmeapları Düşes Anna Henriatta tarafından kahraman ilan edildi ve ünvanlarının arasına şeref madalyası Vitis Vinifera Nişanı'nı da ekledi. Ayrıca yanında Corvo Bianco üzüm bağları ile yüksek miktarda altınla ödüllendirildi.
Witcherı en çok heyecanlandıran yeni malikanesi ve arazisinin tapusunu almaktı. Hayatında ilk defa bir mülk sahibi olmuştu Geralt. Bunun için günlerce çalıştı çabaladı. Çünkü bölgenin etraflıca elden geçirilmesi gerekiyordu. Corvo Bianco tadilatı tamamlandıktan sonra tıpkı eski günlerinde olduğu gibi pırıl pırıl olmuştu.
Ardından Geralt buraya kalıcı olarak yerleşmeye karar verdi. Bir asırlık witcher hayatı onu çok yorgun düşürmüş olmalıydı. Canavarları ve canavarlaşmış insanları kesmekten sanki bıkmıştı. Artık dinlenmeyi hak ettiğini düşündü ve ondan hiç beklemeyeceğim şeyi yaptı; 1272 sonlarında gümüş ile çelik kılıçlarıyla zırhını evinin bir köşesine astı. Geralt inzivaya çekildi.
Sessiz ve sakin geçen birkaç ay sonunda Geralt'ın başlarda önyargı ve şüpheleri olmasına rağmen bu hayata oldukça rahat uyum sağladığını fark etti. Corvo Bianco halkı da yeni yöneticilerine alışmış ve benimsemişti. Herkes Geralt'ın yönetiminden çok memnundu. Sadece bazen Geralt'ın witcher oluşu sorun yaratıyordu ama bunlar konuşarak çözülmeyecek şeyler değildi.
O da insanlarının bu inancını ve güvenini boşa çıkarmamak için elinden geleni yapıyordu. Bahçelere cıvıl cıvıl renklerde çicekler ekiyor, fidanlar dikiyor, tarlaları sürüp biçiyor, hayvan sürülerini otlatıp yemliyordu. Gününün sekiz saatini çiftlikte köylülerle çalışarak geçiriyordu.
Varını yoğunu Corvo Bianco'nun gelişimi uğruna harcıyordu. Kısacası yılların Blaviken Kasabı sıradan bir köylü gibi yaşıyordu. Bunlar normal bir insanın hayatı için sıradan şeylerdi ama konu Geralt olunca çok şaşırtıcı geliyordu kulağa.
Hafif esen serin bir yaz sabahı Geralt, sevgilisi Mariborlu Triss Merigold'dan bir mektup aldı. İçinde yazanları okuyan Ak Kurt çok şaşırmıştı. Triss yakın zamanda yaptığı olağan dışı bir keşiften bahsediyordu.
Triss, bazı bulduğu eski el yazmalarından Profesör Moreau adındaki birinin witcher genetikleri üzerinde gerçekleştirdiği araştırmaları öğrenmişti. Tesadüf üzere bu adamın atölyesi, Toussaint de bulunuyordu.
Keşfin onun için önemini kısa sürede kavrayan Geralt, profesörün laboratuvarını bulmaya karar verdi. Geralt bu imkansız gibi görünen macerasında zihnen, ruhen, hemde bedenen yıpranmış ve onlarca çeşit engelle karşılaşmıştır. Her şeye rağmen oraya ulaşmayı başardı tabii ki.
Geralt atölyeyi araştırdıktan sonra Profesör Moreau'nun amacının mutasyonları tersine çevirerek oğlu Jerome'nin witcher oluşuna bir çare bulmak olduğunu öğrendi. Profesör planlarında deneklerinin üzerinde yaptığı acımasız testlerle istediği sonuca ulaşmıştı.
Ancak oğlunu tedavi etme fırsatı bulamamış. Çünkü bunun öncesinde Jerome aldığı bir yaratık kontratı sırasında Tepegöz tarafından öldürülmüş. Profesör de daha sonra kendini intihar etmiş.
Bu acıklı hikaye karşısında soğuk bir witcher kalbi bile dayanamazdı. Profesörün yaşadıklarına Geralt üzülmüş fakat diğer yandan bu başarısı hoşuna gitmiş. Yine de üzerinde nasıl bir etki yaratacağı kesin olmayan belirsizliklerle dolu gizli bir formülü kendi üzerinde deneyip denememesi konusunda kararsız kalmıştı.
Ama sonra her zaman derinlerinde bir yerlerde bastırdığı normal bir insan gibi yaşama arzusunun hayaline kendini kaptırarak büyük bir risk alıp bu iksiri kanına karıştırmış. Neyse ki şansına korktuğu başına gelmemiş ve içindeki tüm mutasyonlardan arınmış. Geralt yabancısı olduğu bu hayatı yaşamak için sabırsızlanıyormuş.
Onu diğer insanlardan ayıran fiziksel özellikleri, becerileri yok olmuş. Kedi gözleri, süt beyazı saçları, gece görüşü, hastalık bağışıklığı, güç,hız,dayanıklılık, refleksler, işaretler, altıncı his, hızlı vücut iyileşmesi, ve diğer witcher yetenekleri. İşten eve evden işe, her sabah erkenden kalkıyor yüzünü ve ellerini yıkıyor, kahvaltısını edip işine gidiyormuş.
Evine geldiğinde ise ellerini yıkıyor ve akşam yemeğini yiyip erkenden yatıyormuş. Çevresindeki insanlar artık ona bir ucubeymiş gibi bakmıyorlarmış. Daha sonra Triss Geralt'a bir süpriz yaparak Corvo Bianco'ya taşındı. Sonra görkemli Beauclair Sarayı'n da herkesin davetli olduğu bir törenle nikahlarını kıyarak evlendiler. Ne yazıktır ki sevgilim Priscilla'nın tedavisi nedeniyle o zaman katılma şansı yakalayamamış, onlara bu günlerinde eşlik edememiştim.
Ve İkisi gerçekten mutlu mesut yaşadılar. Çok mutlulardı ancak her yeni kurulan alede olduğu gibi mutluluklarında hissettikleri tek eksikleri vardı o da evin içinde bir çocuk sesiydi. Geralt evlatlık almak istiyormuş ama Triss bu konu her açıldığında somurtarak reddediyormuş.
Triss birkaç yıl boyunca Geralt'tan gizlice bir büyü üzerinde çalıştı. Bu büyü sahirelerin kısırlığını düzelten türden bir büyüydü. Nihayet Triss 1274'te bunu yaptı. Kendi kısırlığını tedavi etti. Artık önlerinde çocuk sahibi olmalarıyla ilgili bir engel kalmamıştı. Geralt başlarda Triss'in ondan bunu gizlemiş olmasına kızdı. Ama sonra anladı ve kabullendi.
Bir buçuk yıl sonra 11 Aralık 1275'te erkek bir bebekleri oldu. Adını Teias'L koydular. Aen Elle elflerinin dilinde anlamı: Soylu kan, başkan yani asil bir soydan gelen kimse demekti. Ciri'nin ısrarlarıyla bu ismi koymuşlardı ona. Evet sabırlı okuyucu Geralt'ın manevi kızı Cirilla'da ziyaretlerine gelmişti Toussaint'a. Yanında Geralt'ın Kurt Okulu'ndan olan witcher dostlarıyla, Eskel ile Lambert'la gelmişti.
Geralt ile Triss'in evliliklerini kutladılar, küçük Teias'L'ı görüp birkaç hafta Corvo Bianco'da kalıp ve ayrıldılar. Geralt'ın tüm ricalarına rağmen Ciri yanlarında kalmayı kabul etmemişti. Hayatından memnundu ve yarı witcher olduğundan yapılacak tonla kontrat birikmişti.
Tabii ki bu olaylardan kısa sürede bizde haberdar olduk. Cirilla gideli çok olmamıştı ki eski tanıdığım Zoltan'la ve o sırada y iyileşme aşaması neredeyse tamamlanmış olan Priscilla ile beraber birlikte Toussaint'a seyahat ettik. Hiç oyalanmadan direk ayağımızın tozuyla Corvo Bianco'ya geldik. Geralt'la eşi Triss bizi çok güzel karşılayıp ufak bir kutlamayla ağırladılar.
At arabasından inene kadar çevremizi pek görememiştim. Geralt'ın evine geldiğimiz sırada etrafı biraz gözlemleme şansı yakaladım. Bu diyar çok göz kamaştırıcıydı. Sanki "fani dünyanın cenneti" denilebilecek kadar kusursuzdu.
İhtişamlı topraklarının manzaralarıyla bana yeni yazdığım şiirlerimde ve baladlarımda ilham kaynağı oldu. Güzelliklerini tasvirlemeye kalksam buraya sığmaz ayrı bir bölüm gerekirdi. İçimden doğal olarak o leş kokulu bataklıkla kaplı harabe Velen'e tekrar dönmek hiç gelmedi.
İşte siz değerli okuyucularımın fark ettiği üzere olaylar bu noktadan sonra Geralt'ın oğlu küçük Teias'L'ın etrafında şekillenecekti. Bu bölümü daha fazla uzatıp amacından saptırmak istemiyorum ve okurlarımı bekleyen savaş, aşk, dram ve macera dolu kitabımla başbaşa bırakıyorum...
I. Bölüm - Bedel ve Savaş Oyunları
1276 yılı. Toussaint pek de sert geçmeyen bir kıştan yeni çıkmıştı. Martın son günleri yaşanıyordu. Birkaç gündür tam manasıyla bir bahar şenliğiyle renklenmişti Corvo Bianco'nun bahçeleri. Çünkü ağaçlar erken çiçek açmıştı bu sene...
O gün malikanede ise birkaç aydır süregelen bir başka şenlik devam ediyordu. Sabah Mariborlu Triss Merigold'un kucağı, bebeğinin sıcaklığıyla ısınmıştı. Teias'L'ın yüzü de pencereden ışık saçarak parlayan güneş gibi aydınlıktı.
Triss, minik oğlunun güzelliğini seyrediyordu. Diğer taraftanda tanrıya dualar edip şükrediyordu. Ancak ne yazık ki Teias'L'ın bahtı, annesi Triss'in dilediği gibi açık olmadı pek... Küçük Teias'L daha dört buçuk yaşındayken babası Geralt, amansız bir hastalığın pençesine yakalandı.
Geralt Profesör Moreau'nun ilacını kendine enjekte ettikten sonra kaybettiği pek çok insan üstü yeteneğinin yanında bazı diğer olumsuz yan etkiler yaşadı. Witcherların uzun ömür ve uzun süreli gençliğinden de mahrum kaldı. Bu onun bedenen daha hızlı çökmesine ve hastalıklardan daha çok etkilenmesine neden oldu.
Zaten Geralt witcher iken yüz yaşını geçmişti. Mutant özellikleri yok olunca gerçek yaşı birkaç yıl içerisinde vücuduna yansıdı. Witcher olduğu zamanlarda daha orta yaşlarında bir adam gibi görünürdü.
Fakat zayıf ve kırılgan sıradan insan bedeninde bunu daha fazla kaldıramadı. Rivialı Geralt ölüm döşeğine düştü. Triss baş ucundan hiç ayrılmadı. Bildiği tüm şifa büyülerini Geralt'ın üstünde denedi ama hiçbiri çare olmadı.
Geralt'ın birkaç ay süren yaşam mücadelesinin sonunda, yağmurlu bir günde sabaha karşı yatak odasında uyurken 17 Eylül 1280 tarihinde, 115 yaşında hayatını kaybetti. Teias'L yetim kaldı.
Cenaze töreni yapılarak Geralt'ın naaşı malikanenin bahçesine defnedildi. Sevgili dostum, huzur içinde yat. Gözün arkada kalmasın....
Ayrıca cenaze sırasında bir süprizde yaşanmıştı. Son dakika davetsiz bir misafir Geralt'ın eski sevgilisi Vengerbergli Yennefer'de katılmıştı törene. Ancak aramıza girmedi. Uzaktan izledi. Uzun zamandır ortalarda görünmüyordu. Tam olarak hatırladığım gibiydi. Zerre kadar değişmemişti. Mağrur ama üzgün haliyle bakışlarını bizden kaçırıyordu.
Her zaman ki gibi tavırları soğuk ve mesafeliydi. Geralt gömüldükten sonra bizle hiç konuşmadan arkasına bile bakmadan çekip gitti ve o günden sonra onu bir daha gören olmadı.
Triss Corvo Bianco'dan taşınmayacağını yani kalacağını açıkladı. Ardından üzüm bağlarının yönetimini devraldı. Eşi ve tek yakını olduğundan Geralt vefat edince ona geçmişti hakları. Kırk gün Triss ve Corvo Bianco halkı Geralt'ın yasını tuttu. Onun anısına merkeze küçük bir anıt yapılarak dikildi.
Triss henüz daha çok gençti. Buna rağmen yeniden evlenmek istemedi. Öyle veya böyle bu konu açıldığında ve talipleri çıktığında, çok erken yitirdiği kocasının da sevgisini yükleyerek, yavrusunu bağrına bastırıp:
"Geralt'ın hatırası Teias'L'ım bana yeter." diyordu...
Teias'L zekiydi, yetenekliydi, çalışkandı. Birçok yönden yaşıtlarına göre üstün olduğunu, okuldayken kanıtladı. Üstelik yaşının çok üstünde bir güç ve cesarete sahipti Teias'L. Ondaki bu özellikler şövalyelerde yoktu. O, bunu da mahalledeki yaşıtlarıyla oynadığı oyunlarla ispat etti.
Nilfgaard'ın bitmek tükenmek bilmeyen savaşlarla geçirdiği bir diğer yıl daha geri de kalmıştı. Askere gidenlerin çoğunluğu geri dönmüyordu. Dönenlerse, bir uzvunu yitirerek savaş dışı kalanlardı. Yeni nesil çocuklar, bu gazilerden dinledikleri gerçek kahramanlık hikayelerinden etkilenerek büyüyorlardı. Bu nedenle de oynadıkları oyunların pek çoğu vurdulu kırdılıydı.
Teias'L da bu tür oyunları seviyor, bütün oyunların baş kahramanı o oluyordu. Grup oyunlarında takım arkadaşları tarafından hep o komutan seçiliyordu. Çünkü onların arasında güç ve cesaret konusunda Teias'L'nın üstüne yoktu.
Tarih 20 Ekim 1285. Teias'L mahalle arkadaşlarıyla birlikte Turnuva Alanı'na inmişti. Bu yer Toussaintlılar için kutsal olan gelenekselleşmiş yerel festivaller sırasında dünyanın dört bir yanından gelen görkemli şövalyelelerin turnuvalarına ev sahipliği yapmaktaydı.
Teias'L'da büyüdüğünde bir şövalye olup burada düzenlenen müsabakalara katılarak en iyisi seçilip bu onuru yaşamak istiyordu. O gün işte Teias'L ve tayfası oynayacakları 'Fatih' adındaki oyun için büyük arenanın yakınlarında ağaçlık bir alan seçtiler. Ardından hazırlıklara hemen koyuldular.
Ağaçların etrafını büyük kayalarla ördüler. Bir kale inşaa ettiler. Bir taraf savunan olacaktı diğer tarafta saldıran. Saldırı ordusundaki savaşçıların amacı kaleyi fethetmekti. Bunun içinde surlarda gedik açmaları gerekiyordu. Tıpkı gerçek savaşlarda olduğu gibi...
Kayalar çok ağırdı. Bazıları iki üç çocuğun kaldırabileceği büyüklükteydi. Bunların sökülüp atılması için kas gücüne ihtiyaç vardı. Tabii savunan taraftaki askerlerinde bunu püskürtmek için kayaların üstünden tahtadan kılıçlarla, kalın ağaç dallarından mızraklarla veya çubuktan yapılmış yay ile oklarla her yolu denemeleri serbestti.
Oyun kararlaştırılıyor, ekipler kuruluyordu. Tam o anlarda birden tartışma başladı çocuklar arasında:
"Teias'L kimden olacak bu sefer?"
"Elbette bizdendir."
"Hayır, geçenki 'Arena' oyununda sizin taraftaydı."
"Eski dosttan düşman olmaz! O, bizim komutanımız olmalı."
"Ama olmuyor ki! O zaman kesin siz kazanırsınız yine!"
"O halde biz Teias'L'ı alalım sizde ona karşılık bir kişi fazla olun."
"Hayır! İki kişi olursa kabul."
Teias'L için bu hiç fark etmezdi. Sonunda yine onun bulunduğu taraf kazanacaktı. Birliğin komutanı olarak en önce o ileri atıldı. Tek başına, kendisine yapılan saldırılara karşı korunmaya çalışıyor, diğer yandanda devasa kayaları tuttuğu gibi tek eliyle sağa sola savurmakla uğraşıyordu.
Yani beş altı kişilik taarruz birliğinde, bütün işin neredeyse yarısından fazlasını Teias'L üstlenmişti. Diğer savaşçılarda ancak ona yardımcı olmaya çalışmakla meşgullerdi. Nihayet gedik açıldıktan sonra fetih kuvvetleri, kaleye girdi. Ama şehrin sahipleri, ağaçların gövdelerine sarılmış ya da üstüne çıkmıştı. Teias'L ve savaşçıları onları birer birer söküp ya da aşağa indirip yere yatırıp ellerini bağlayarak esir aldılar.
Sonucu zaten baştan belliydi. Galip taraf Teias'L olmuştu. İşte verdiğim örnek bu tip oyunlarda onun paylaşılamamasının sebebiydi. Anladığınız gibi onun bulunduğu taraf ister savunmada olsun ister taarruzda, mutlak zafere erişiyordu. Çünkü Teias'L daha 10 yaşında bir çocuk olmasına rağmen arkadaşlarının hepsinden hem daha cesur hem de her birinden neredeyse on kat daha kuvvetliydi...
II. Bölüm - Güzel Helga İçin Turnuva
Yıl 5 Mart 1297... Teias'L yirmi bir yaşına gelmişti. Yakışıklılığıyla artık Toussaint'te onu gören evlenme çağında olan genç kızların gönüllerinden ve dillerin düşmüyordu. Tanrı onu pekçok konuda olduğu gibi yüz güzelliğinde de kusursuz yaratmıştı.
1.93 cm boyundaydı ve 103 kg ağırlığındaydı. Geniş omuzları, kaslı pazılı kollarıyla üçgen vücut yapısıyla da birleşen karizması onu karşı cinste inanılmaz çekici ve seksi kılıyordu. Corvo Bianco bağlarında çalışan genç güzellerin kendi aralarında ettikleri sohbetlerde, bir kezde olsa mutlaka 'Teias'L' ismi geçerdi.
"Dün akşam üstü Triss hanımın oğlu geçti bizim sokağın önünden gördünüz mü kızlar?"
"Gördüm ya şekerim... Gördüm de içim öyle bir tuhaf oldu ya, inan ki..."
"Geçen hafta da atıyla bizim evin önünden geçmişti. Arkasından ağzımız açık öylece bakakalmıştık..."
"Ben yeni gördüm. Geçen gün ablam pencereye çağırıp da gösterdi, 'Bak, merhum beyimiz Geralt'ın oğlu bu' diye. Ben böyle erkek ömrümde ilk defa gördüm. Görür görmez aşık oldum! İlk fırsatta onunla yatmayı kafaya da koydum! (Kahkaha Atar)"
Ama onlar mecburen şanslarına küsecektiler. Çünkü zaten Teias'L çoktan birine aşık olmuştu. O Düşeş Anna Henrietta'nın biricik kızı Helga'dan başkası değildi. Helga daha on sekizinde bir esmer güzeliydi. Toussaint'in en güzel kızıydı. Güzelliği öylesine dillere destanki bir masal gibi. Onu bir kere görenin bir daha unutması neredeyse imkansızdı. Ülkedeki her erkeğin rüyasıydı onunla evlenebilmek. Herkes ona tutkun, gönlünü kaptırmış. Ancak o da, Teias'L'a aşıktı. Bu yüzden ondan başka her talibine gözünü ve gönlünü kapatmıştı.
Teias'L ile Helga, Geralt'ın Toussaint'i Beauclair Yaratığı'ndan kurtarışının yıl dönümü kutlamalarında tanışmışlardı, bundan beş yıl kadar önce. Birbirlerini görür görmez de hemen sevmişlerdi. O gün, Helga Beauclair Sarayı'ndaki kutlama sırasında bir kuzeni onları tanıştırdı. Bahçedeki çardağın altında tek başına oturuyordu Teias'L. Daha sonra Helga'yla kuzeni yanına gelip oturdular. Sohbet etmeye başladılar.
"Bak Helga, bu Geralt'ın oğlu Teias'L olur. Ayrıca benim en yakın çocukluk arkadaşlarımdan biridir."
İşte o an ilk defa göz göze geldiler. Bakışları birbirlerine değdiğinde yürekleri tatlı, sıcacık bir sevgiyle dolup taştı. İşte o günden sonra her gece gündüz birbirlerini düşündüler. Akıllarından bir türlü çıkmadılar. Teias'L iki günde bir şehre sırf onu görmek için gidiyordu. Fakat sevgilerinden kimseye bahsetmiyorlardı.
Daha kendileri bile bir fırsatını bulup karşılıklı bu konuda açılamamışlardı. İçten içe, gizliden gizliye, daha fazla sevdiler birbirlerini günden güne. Teias'L iki günde bir sarayın Helga'nın odasının bulunduğu bölümün önünden geçiyordu. O geçerken Helga, balkonda bekliyordu. Ancak bir göz atımı mesafesinde çok kısa bir süreliğine görebildiler birbirlerini her defasında. Ama bu bile yetiyordu karşılıklı duygularının kabarıp aşka dönüşmesine.
Ama sevgili okuyucular, daha öncedende dediğim gibi Teias'L ile Helga kimsenin bu ilişkilerini bilmesini henüz istemiyordu. İkiside birbirlerine karşı duydukları sevdadan emindi. Sadece doğru zamanı bekliyorlardı. Bu olduğunda hemen evlenmeyi planlıyorlardı. Kurdukları hayellerin gerçek olması için hergün Aziz Lebioda'dan dualarla diliyorlardı.
İki tarafta bunu annelerine nasıl söyleyeceğini düşünüyordu. Teias'L ile Helga bunu sabırla beklerken, annelerinin bu konuyu onlara açmasıyla evlenme vakitleri aniden beklemedikleri şekilde kendiliğinden gelmişti...
Triss Merigold ve Düşeş Anna Henrietta evlatlarının artık evlenme çağına geldiklerini düşünüyorlardı. İki anne de bilmeden onları üzecek şekilde mutluluklarını istiyordu. Elbette ikisininde sayısız talibi vardı.
Anneleri de aralarından onlar için bir an önce münasip birilerini seçmeleri gerektiğini söylediler. Bu konu aniden açıldığında Teias'L ve Helga bunu şiddetle reddettiler. Onlarda evlenmek istiyorlardı fakat sadece birbirleriyle.
Anneleri bundan habersiz olduğundan çocuklarının bu tepkilerini anlayamadılar. Bu yüzden bir açıklama bekliyorlardı. Teias'L'a bu konu da daha rahat olan taraftı çünkü annesi Triss ona karşı çok anlayışlıydı. Helga'yı sevdiğini öğrendiğinde oğlu için mutlu oldu ama diğer taraftanda kafasında şüpheler oluştu.
Helga ülkenin en önemli insanının kızıydı. Kendi oğlu ise sıradan bir vatandaştı. Tamam rahmetli Geralt'ın oğlu olması sebebiyle her tarafta saygı duyuluyorlardı fakat bununda bir sınırı vardı. Bu ünleri bile koskoca Düşeş'in sarayının kapılarını çalıp biricik kızlarını isteme gibi bir cürretkarlık sağlamıyordu ki Teias'L'dan soylu tabaka da yer alan Toussaint'lıların gözünde onlarca daha iyi soylu aileye mensup genç dururken.
Triss bu durumu oğluna anlatmaya çalışsa da Teias'L'a dinlemek istemedi. Sevgilerinin önünde kimsenin durmasına izin vermeyeceklerini belirtti. Triss'te buna saygı duymak zorunda kaldı çünkü başka türlü oğlunu kaybedecekti.
Helga'nın ise bunu annesine açıklaması daha zordu. Yanlış bir şeyler söyleyerek sevdiği adamın başını derde sokmak istemiyordu. Anna Henrietta'ta buna çok ters bir şekilde davranabilirdi. Bir saygısızlık olarak algılayıp şiddetle karşılık verebilirdi. Ya da hiçbirşey demeyedebilirdi.
Ama Helga bu tür konularda annesinin tutumlarındaki dengesizliklerini bilecek kadar onu iyi tanıyordu. Risk büyüktü ve güvenemiyordu. Bu yüzden ne yapması gerektiğine karar veremedi. Öteki taraftan Düşeş ülkedeki kızı için en iyi adayı seçebilmesi için bir yol olduğunu söyledi.
Turnuva Alanı'nın da düzenlenecek büyük bir mücadele tertiplemeyi planlıyordu. Kızıyla kendilerini evlenmeye layık gören her şövalye bu turnuvaya katılabilecekti. Ancak sadece sonunda galip gelen bir kişi olacaktı.
Ve karşılığında Düşeş Anna Henrietta'nın en büyük hazinesine sahip olma hakkı kazanacaktı. Güzeller güzeli kızı Helga ile evlenmek tabii ki de. Helga annesinin emrivaki tavrından çok rahatsız oldu fakat bunu annesine karşı dile getiremedi. Annesi ona fikrini sormadan önce çoktan nasıl evlenmesi gerektiğini Helga'nın yerine düşünmüştü. Bu ondan gelen bir rica da değildi ayrıca.
Helga, Teias'L'ya bir mektup yazarak kötü haberleri ulaştırdı. Teias'L bunu öğrenir öğrenmez çok öfkelendi. Ancak mektupta Helga'nın yazdığı bazı şeylerle kendini yatıştırmayı başardı. Helga onu ne olursa olsun onu tüm kalbiyle sevdiğini ve ona turnuva konusunda sonuna kadar güvendiğini yazmıştı.
Teias'L'da kararını verdi. Yaşanan olayı annesine anlattı ve onunda rızasını aldıktan sonra turnuvaya adını yazdırmak için yola koyuldu...
III. Bölüm - Vahşi Av'ın Dönüşü
Cazibelerle dolu bir masallar diyarı olan Toussaint'ta kutsal olan iki gelenek vardır: Birincisi Peygamber Lebioda'nın öğretileri, ikincisi de onun şövalyelerine rehberlik eden erdemler. Bunlar, genç adamları, kabiliyetlerini yiğitlikleriyle ve zorlu turnuvalarla ispatlamaya davet eder.
Aşk çok hızlı açan bir çiçek gibidir. Ya da kıvılcımları çok daha hızlı alev alan bir yangın. Teias'L, acı verici bir güzelliği olan Helga'yla güzel tutkulu bir aşk yaşıyordu. Uzun yıllar önce annesi Anarietta ile benimde benzer anılarım olmuştu. Ama konumuzdan sapmadan Teias'L'nın maceralarına dönelim.
Çarpıcı Helga, yakışıklı Teias'L'ya sıkıntı dolu bir mektup yollamıştı. Annesi onu zorla evlendirmek istiyordu. Buna bir turnuvanın sonucunun karar vermesine izin verecekti. Bu konu da sevdiğinden yardım istediğini yazmıştı. Tabii ki Teias'L'da hemen tüm hararetiyle sevgilisi için turnuvanın çeşitli yarışmalarında yer almayı kabul etti.
Geleneğin bir diğer gerekliliği olan şey turnuvaya katılan kişinin seçebileceği bir isimdi. Teias'L babasının en sevdiği takma isimlerinden biri olan Sör Gwynbleidd'i seçti. Teias'L oyunların hepsinde üstün bir başarı sergiledi. Rakiplerinin hepsine fazla zorlanmadan fark attı.
Bu aslında onun çocukluğundan beri tek hayaliydi. Birgün büyüyüp bu arenada mücadele edip kazanan olmak. Ama şu an bu umrunda bile değildi. Çünkü bunu aşkı için yapmıştı. Onu kaybetmemiş olmak her şeye bedeldi. Yaşadığı mutluluk bunun içindi sadece.
Ancak bu kısa sürdü. Turnuva Alanı kutlamalar sırasında Vahşi Av tarafından saldırıya uğradı. Olay birden oldu ve ne olup bittiği anlaşılana kadar kontrolden çıkıp insanlar ölmeye başladı. Seyirciler korku içinde çığlıklar atarak kaçışıyorlardı. Muhafızlar ise Vahşi Av'ın askerlerine karşı savaşıyorlardı.
O anlarda Teias'L'da muhafızlara yardım ediyordu. Bunu gören diğer yarışmacı şövalyelerde ona katıldılar. Birkaç şövalye ile muhafız düşmüştü fakat Vahşi Av'ın kayıpları bundan daha da fazlaydı. Geri püskürtüldüler. Çekilmek zorunda kaldılar. Teias'L'nın aklı hala Helga'daydı. Gözleri onu arıyordu. Güvende olduğunu görmeliydi.
Helga annesiyle birlikte hala korumalarla dolu avludaydı. Endişe içinde olan biteni takip ediyorlardı. Teias'L onun iyi olduğunu görünce bir an rahatladı. Ardından avlunun ortasında bir portal açıldı. İçinden büyücü bir Vahşi Av askeri çıktı. Korumalar hemen üzerine atıldılar fakat büyük bir patlama yaşandı.
Korumaların hepsi ölmüştü. Ancak büyücü sapasağlam şekilde elinde asasıyla orada kalmıştı ve Anna Henrietta ile kızı Helga'yla arasında başka bir engel kalmamıştı. Teias'L bunu görünce hemen yanlarına doğru hızla koşarak yetişmeye çalıştı.
Tam avlunun olduğu kata gelmişti ki büyücü Helga'yı yakaladı. Anna Henrietta buna engel olmaya çalıştı fakat büyücü onu elinin tersiyle vurup yere düşürüp bayılttı. Teias'L tam kılıcını çekip büyücünün üzerine atlıyordu ki birden portal açılıp içinden geçerek Helga'yla birlikte kayboldular.
Bu olduğunda Teias'L ne yapacağını şaşırdı. Kendini kaybederek öfkeden çılgına döndü. Kendine gelmesi birkaç dakika sürdü. Sonra yerde baygın olarak yatan Düşeş'e ve artık müstakbel kayınvalidesine yaklaşıp kontrol etti. Nefes alıyordu.
Tam her şey yoluna girmeye başlamıştı. Teias'L ile Helga'nın aşklarının arasında hiçbir engel kalmamış gibiydi. Evlenip sonsuza kadar mutlu olacaklarını sandıkları anda bu olay patlak verdi. Şimdi Teias'L ondan çalınan kayıp eşini bulmalıydı. Bunun için yapamayacağı şey yoktu...
Devam Edecek...
•
İleti Sayısı: 192
Üyelik Yılı: 2021
Imperium:
0
•
İleti Sayısı: 192
Üyelik Yılı: 2021
Imperium:
0
24-05-2021, 16:14
(Son Düzenleme: 18-10-2022, 19:55, Düzenleyen: Penetrator God. Toplamda 1 kere düzenlenmiş.)
Işığın yokluğunda gölgeler büyür…
Dışarıdan bir ejderhayı andırıyordu ama içinde sıradan hiçbir ejderha da bulunmayan korkunç bir güç barındırıyordu. Karanlık onun etrafında dönüyordu çünkü karanlık aslında onun ruhuydu…
“Lekelenmiş Eski Tanrı’nın çağrısında bizlere katılın kardeşlerim. Bizlere uyumadan nöbet tuttuğumuz gölgelerde katılın. Tahammül edilemez acılarla yerine getirdiğimiz asla bitmeyecek görevimizde bize katılın. Şayet bu şanlı yolumuzda bizlere eşlik ederken düşerseniz, fedakarlığınızın asla unutulmayacağına ve bir gün Yaratıcı’nın yanındaki sizlerin arasına katılacağımızı emin olun. Daha büyük bir iyilik adına kendinizi karanlık lekenin kollarına bırakmaya hazır olun.”
İlk Bölüm: 9 Mayıs 2018
Final Bölümü: 9 Nisan 2021
11-12-13-14-15-16-17-18-19. Bölümleri Wattpad üzerinden okuyabilirsiniz.
GİRİŞ BÖLÜMÜ
Amaranthine adlı diyarın topraklarının eteklerinde küçük bir çiftlikte yaşayan, çok özel bir kızın etrafında şekillenecek destansı bir fantastik hikâye.
Ağabeyi ve babası tarafından hiç sevgi görmemiş, annesini ise doğar doğmaz kaybetmiş olan Bertha nefret dolu bir çocukluk geçirir.
Kendisini her zaman ailesinden daha farklı biri olduğunu hisseder. Bir gün büyük bir Gri Muhafız savaşçısı olup komutanın adamlarına katılmayı ve Derin Yollarda ki kara nesil ordularından Thedas’ı korumayı düşler.
Fakat babası tarafından Gri Muhafızlara katılması yasaklanıyor. Ama Bertha asla hayırı cevap olarak kabul eden bir insan değildir. Tek başına yollara koyuluyor. O şehirdeki büyük turnuvaya katılmaya ve ciddiye alınmaya kararlıydı.
Ancak çıktığı bu yolda onu hiç beklemediği şeyler bulacaktır. Soyluların aile dramları, iktidar savaşları, ihtirasları, aşk, entrika, kıskançlık, şiddet ve ihanetler ile uğraşmak zorunda kalacak. Ayrıca kendisinin de bilmediği gizemli özel bir kaderi olduğunu keşfedecek.
Bertha tehlikelere atılıp, tüm engellere rağmen olmak için can attığı Gri Muhafızlık için çabalarken öldü bildiği annesinden haber alıyor ve kendi hakkında bildiği her şeyin sadece bir yalandan ibaret olduğunu öğreniyor.
Sizleri güçlü bir kızın yaşayarak anlatacağı üzgün ama şanlı bir hikaye bekliyor.
BÖLÜM 1 - HAYALLERİM
“Savaşta, zafer. Barış içinde, tedbir. Ölüm de fedakârlık.”
Gri Muhafız Sloganı
Tarih: 9:33 Ejderha Yılı…
Thedas’ın güneydoğu krallığı olan Ferelden’in kuzeydoğusu kıyısı boyunca uzanan Amaranthine arlığı topraklarındaki yüksek bir tepenin üzerinde duruyordum. Bakışımı kuzeye çevirmiş ve yeni doğan güneşi izliyordum.
İnişli çıkışlı sanki bir Bronto’nun sırtını andıran vadiler ve tepeler, gözün alabildiğince uzanıyordu önümde. Bronto, çoğunlukla yer altında yaşayan devasa boynuzları olan güçlü hayvanlar. Cüceler tarafından yönetilirler.
Güneşin koyu turuncu ışınları sabah sisinin içinden parıldayarak, etrafa ruh halime uyum sağlayan büyülü bir hava veriyordu. Normalde ne bu kadar erken kalkarım, ne de babamın öfkesini üzerime çekeceği için evimden bu kadar uzaklaşıp, bunca yükseklere tırmanırdım.
Ancak bugün bunu içimden artık umursamak gelmiyordu. Özellikle bugün, beni yirmi bir yıldan beri baskı altında tutan onlarca kural ve görevi yok saymaya hazırdım. Sebebini bilmediğim bir şekilde bugün, diğerlerinden farklı hissediyordum. Sanki kaderimin çizileceği gün, bugün gibiydi.
Benim adım Bertha. İki çocuktan en küçüğü ve kız olanı, ayrıca babamın gözdesi arasında en son sırayı alan kişi, bugün nedense uzun yıllardır yaşamadığım kadar çok heyecanlıydım. Tüm gece gözüme uyku girmemişti.
Uykulu gözlerimle sürekli yatakta dönüp durmuş ve bir an önce güneşin doğmasını beklemiştim. Bugün özel bir şey yaşanacağını hissediyordum. Sanki elime hayatımı değiştirebilmem için geçecek ilk ve son fırsatım olacaktı.
Sonsuza dek bu çiftlikte mahsur kalarak ömrümün geri kalanı boyunca huysuz yaşlı babamla ve aptal ağabeyimle ilgilenmek zorunda kalmayı düşünmeye bile tahammül edemiyordum. Hayatım boyunca sadece tek bir şeyin hayalini kurmuştum o da: Gri Muhafızlara katılabilmek. Benim için yaşamın tek amacı buydu. Sizlere izin verirseniz hayranı olduğum bu savaşçılardan biraz bahsetmek istiyorum.
Gri Muhafızlar, Thedas’ın tümünde Yıkım’ın lideri olan Baş iblisleri ve onun kara nesil ordularıyla savaşmaya adanmış olağanüstü yeteneklere sahip savaşçılardan oluşan antik bir düzen. Ana karargâhları Anderfels’in güneyinde bulunan Weisshaupt Kalesi’dir, fakat diğer birçok ülkede de askeri varlıklarını sürdürmektedirler.
Beşinci Yıkım’ın bitiminde eski arlımız Rendon Howe’un hain olduğu ortaya çıkmış ve infaz edilmiştir. Ardından Amaranthine toprakları ise Ferelden Monarşisi tarafından büyük hizmetlerinden ötürü bir ödül olarak Gri Muhafızlara verilmiştir. Ayrıca tüm yönetim hakları hükümlerinden sıyrılmıştır.
Gri Muhafızlar, kişiyi karakter, yetenek veya beceri bakımından değerli bulursa, ırksal, sosyal, ulusal ve hatta suçlu bir geçmişi olsa bile göz ardı ettikleri herkesçe bilinen bir gerçektir. Küçük sayılarına rağmen, Gri Muhafızlar, şu ana kadar yenilen her bir Yıkım’da büyük etkileri olmuştur ve bu nedenle, yüzlerce yıl boyunca dünyanın bir bütün olarak ayakta kalması için yaptıkları faaliyetler insanlık için hayati önem taşımaya devam etti.
Gri Muhafızlar eyaletleri inceleyerek, seçkin ordularına halktan ya da soylular arasından bile katılmaya gönüllü olanları ya da büyük özenle kendi seçtikleri kişiler için gezerler. Bir Gri Muhafız komutanı statü gözetmeksizin istekleri dışındaki kişilerinde gruplarına katılmaya zorlayabilirler. Yine de bu olumsuz tepki çekeceğinden pek tercih etmezler.
Fakat bu olay, nadiren gerçekleşiyordu. Çünkü bir muhafız kolay seçilmiyordu. Buna layık görülenler kaliteli zırhlar ve iyi dövülmüş silahlarla donatılırlar. Ancak komutan tarafından katılımcılar onaylansa bile hala gerçek bir Gri Muhafız sayılmazlar.
Bunu Gri Muhafızlara katılmaya giden herkes maalesef bilmez. Öncelikle gizemli bir iştirak ayinine sokulur katılanlar. Bu sınav bir Gri Muhafız ve bir Gri Muhafız Komutanı gözetiminde yapılır. Seremoni sırasında kişi veya kişilere bir kâse dolusu kara nesil kanı içmesi gerektiği söylenir. Ancak bu genellikle ölümlerle sonuçlanır. İçen herkes hayatta kalmamaktadır. O ana kadar bu ödenecek bedel katılımcılardan gizlenir.
Hayatta kalanlar ise sonsuza kadar lekelenerek değişirler. Artık yaşlanmaları durur ve çevrelerindeki kara nesil hareketlerini görmeden uzun mesafelerden hissedebilirler. Yine de otuz ya da bilemedin kırk yıl içinde vücutları içlerindeki leke yüzünden zarar görür ve kaçınılmaz sonlarıyla yüzleşerek ölürler.
Bu efsanevi grup hakkında tüm bunları nasıl bildiğime aranızda şaşıranlar olabilir, sanırım hayatım boyunca yakaladığım her fırsatta bu konularla alakalı çok fazla kitap okuyup araştırma yaptığım içindi. Gri Muhafızları tanımak benim hayata olan bakış açımı değiştirdi ve belki de onlara olan sevgim sayesinde şu ana kadar hayata tutunabildim.
Onlar sanki benim gerçekten hiç tanışamadığım ama uzaktan bildiğim ailem gibiydiler. Öz babam ve ağabeyimden bana daha derinden olan bağlarla yakındılar. Bir gün Yüce Yaratıcı’nın beni onlara kavuşturacağını hissediyordum. Eğer gerçekten olur da bunu başarırsam; ömrümün geri kalanında, kalbimde Yaratıcı’ya ve Gelini Andraste’ye olan inancımın gücüyle ve Gri Muhafızlara olan adanmışlıkla beraber şanlı yolumda ilerleyecektim.
BÖLÜM 2 - GERÇEKLERİM
“Yaratıcı, Gri Muhafızlara üzüntüyle gülümsüyor, bu yüzden Mabet diyor ki, hiçbir fedakârlık onlarınkinden daha büyük değildir.”
Ufku izliyordum, Gri Muhafızlardan gelecek bir hareketlilik görebilmeyi umuyordum. Çiftliğimize uzanan tek yol olan bu noktadan gelmek zorunda olduklarını biliyordum ve onları gören ilk kişi olmayı umuyordum.
Etrafa dağılmış vahşi Halla sürüleri isyan ediyor, otlakların daha lezzetli olduğu dağın aşağısına inmek için hep beraber homurdanarak ses çıkarıyorlardı. Halla: ormanlarda yaşayan boynuzlu büyük beyaz kürklü bir geyik türüdür.
Dalish Elfleri kültüründe zerafetin ve güzelliğin sembolü olan bu akıllı hayvanlar tarafından bile olsa, dikkatimin dağılmasını istemiyordum. Onları umursamamaya çalışıyordum. Yıllarca ev işleriyle ilgilenip, babamın ve ağabeyimin uşaklığını yapmamın dayanılabilir hale getiren tek şey, bir gün buradan ayrılacağıma dair beslediğim umuttu.
Bir gün, Gri Muhafızlar geldiğinde, beni küçümseyen herkesi şaşırtacak ve aralarına seçilen kişi ben olacaktım. Sonra hızlı bir hareketle Gri Muhafızlara ait at arabasına atlayarak, eski olan her şeye veda edecektim. Beni hiçbir zaman ciddiye almayan babam, tabii ki beni ne Gri Muhafızlara ne de herhangi bir iş için aday olarak görmüyordu.
Babam tüm sevgisini ve ilgisini ağabeyime ayırmıştı. Büyüğüm olan kardeşimle aramda sekiz yaş vardı. Hayatım oldukça zorlayıcı hale geldi ben daha doğar doğmaz. Ya yaşça birbirimize uzak olmamızdan ya da hiçbir ortak noktamız olmadığı için her zaman benden uzak dururdu kardeşim. Bir araya geldiğimizdeyse, küçük düşürücü sözleriyle ve hırpalayıcı hareketleriyle, bana hiç huzur vermezdi .
Babam ise çoğu zaman varlığımdan haberdar değilmiş gibi gözükürdü. Bunun hissettiğim bir diğer sebebi ise benim doğduğum gün annemin vefat etmesiydi. Onun ölümünden hep beni sorumlu tuttuklarını düşündüm.
Yüzüme karşı bunu itiraf etmeseler bile içlerindeki bana karşı olan nefretin kaynağının bu olduğuna neredeyse emindim. Bu yüzden hiçbir zaman doğum günü kutlamam yapılmadı. Çünkü o kötü günü hatırlatıyordu onlara.
İşleri daha kötü bir hale sokan ise ağabeyimin benden daha uzun ve güçlü olmasıydı. Her fırsatta bunu bana fark ettirirdi. Bende çok kısa sayılmazdım ama bacaklarım, ağabeyimin devasa gövdesi karşısında titrerdi.
Babamsa bu durumu düzeltmek bir yana, sanki bundan hoşlanıyormuş gibi görünüyordu. Ağabeyim dövüş eğitimi alırken, ben ev işleriyle ilgilenmek ve onun körelen kılıçlarını bilemem için yollanırdım.
Babam bundan sesli olarak bahsetmese bile, hayatımın sonuna kadar burada kalıp, büyük işler başaracak ağabeyimi izlemek zorunda kalarak geçirmemi planladığı belliydi. Babamla ağabeyimin benim için gerçekleşmesini istedikleri tek dilekleri, kaderimin ailemin ihtiyaçları için bu çiftlikte unutulup gitmekten başka bir şey olmamasıydı.
İşin garip tarafı ise, ağabeyimle babamın nedense bazen benden korktuğunu da hissediyordum. Bu durum, bana attıkları tüm bakışlarda, yaptıkları tüm hareketlerde belli oluyordu. Nedenini bilmesem bile, ağabeyim ve babamda kıskançlık veya tedirginlik gibi bir his uyandırdığımı fark etmiştim.
Belki bunun sebebinin onlardan daha farklı olmam, onlar gibi hareket etmeyip, konuşmuyor olmamdan kaynaklanıyor olabilirdi. Onlar gibi bile giyinmem yasaktı. Babam en güzel giyecekleri mor ve kızıl cüppeleri ve en gösterişli kılıçları ağabeyim için ayırırken, ben ise sadece en ucuzundan paçavraları giyerdim ya da bunlar genellikle ağabeyimin eskittiği kıyafetler olurdu.
Defalarca yıkamama rağmen üstlerindeki pis koku gitmezdi, yırtık pırtık delik içindeydiler. Sürekli iğneyle dikiyordum ve benim için fazla büyüktüler. O şeylerin içindeyken kendimi hiç kadın gibi hissetmiyordum. Uzun saçlarım olmasa neredeyse erkek gibiydim. Bana dayatılmış tüm bu zorluklara rağmen, elimdekilerle yapabileceğimin en iyisini yapmaktan geri durmazdım.
Üzerime oturmayan cübbemin etrafına bir kuşak sararak, onu giyilebilir hale getirirdim. Yaz da gelmiş olduğuna göre artık cübbemin kollarını kısaltarak, hafifçe esen rüzgârların bir kıza göre yapılı duran kollarımı serinletmesine izin verebilirdim.
Sahip olduğum tek pantolon kalitesiz keten kumaşından yapılmıştır ve ayaklarıma geçirdiğim en ucuz deriden imal edilmiş botların bağcıkları, kaval kemiğimin ardında birleşiyordu. Yani kısacası, tam bir dilenci gibi giyiniyordum.
Fakat fiziksel özelliklerim açısından hiç de bir dilenciye benzer halim yoktu. Uzun ve hayli çeviktim. Heybetli ve asil görünümlü çenem, yüksek elmacık kemiklerim, ela renkteki gözlerim ile yanlış işe verilmiş bir savaşçıya benziyordum.
Dalgalar halinde sırtımın hizasına inen düz kahverengi saçlarım, ışıkta parıldayan gözlerle birleşiyordu. Her gün ağabeyimin geç saatlere kadar uyumasına izin veriliyordu. Bense sabahın beşinde kaldırılarak çiftliğimizdeki hayvanlarla ilgilenmek zorunda bırakılıyorum.
Deliksiz uyku ardından doyurucu bir yemek ziyafeti çekiyordu. Diğer taraftan ben öğlene kadar aç çalıştırılıyorum. Özellikle bugün en iyi silahlarla donatılarak babamın desteğiyle Amaranthine Şehrinde efsanevi Gri Muhafız Komutanı Ireial’ın şerefine tertiplenen büyük bir turnuvaya seçmeler için gönderilecekti.
Haftalardır bunun için antrenmanlar yaparak hazırlanıyordu. Bana ise bunu izlemem için bile izin verilmeyecekti. Bir kere babamla bunun hakkında konuşmaya çalışmıştım. Fakat babam konuyu kesin bir dille kapattığı için, bir daha onunla böyle bir tartışmaya girmek istemedim.
Ancak bu durumu hiç de adil bulmuyordum. Âmâ ben babamın belirlediği yazgıya karşı çıkmakta kararlıydım. Babamla yüzleşecek ve onun cevabı ne olursa olsun, mücadeleye katılmak için gidecektim ve bunu kazanarak kendimi Gri Muhafızlara tanıtacaktım.
Babamın beni durdurmasına imkanı yoktu. Bunları düşünmek bile şimdiden midemde düğümlenmeye benzer bir his uyandırıyordu.
BÖLÜM 3 - ŞAFAK SÖKÜYOR
“Onları koruyacaksın ama yine de fırsat bulduklarında senden nefret edecekler. Ne zaman aktif bir şekilde yüzeye sürünen bir Yıkım tehdidi yoksa insanlık sana ne kadar ihtiyaç duyduklarını unutmak için elinden geleni yapacaklar ve aslında bu bizler için iyi bir şey. Bunu yapman için seni zorlasalar bile onlardan uzak durmalıyız. Zamanı geldiğinde zor kararlar verebilmemizin tek yolu budur.”
Kristoff, Kutsal Çağ’da Orlais’li Gri Muhafız Komutanı İştirak Ritüeli Konuşması
Yeni doğmaya başlayan güneş artık epeyce yükselmişti ve mor gökyüzünün üzerine nane yeşili bir katman ekliyordu. İşte tam o an ufukta beliren kafileyi tespit ettim. Dimdik ayaklarım üzerinde doğrulmuştum ve tüylerim diken dikendi.
Ufukta silik şekilde görünen at arabalarının kaldırdığı tozlar, etrafa yayılıyordu. Seçebildiğim her yeni at arabasıyla beraber, kalbim daha hızlı atmaya başlıyordu. Bu mesafeden bile Griffon armalı koyu gökyüzü mavisi renkli at arabalarının güneşin altında parlayışını görebilmek mümkündü, tıpkı sudan fırlayan bir Muhafız Balığının asaletine sahiptiler.
Tamı tamına altı araba saydıktan sonra artık daha fazla dayanamayacağımı fark ettim. Göğsümde hızla atan kalbimle, hayatımda ilk defa sıkıntılarımı unutarak, düşe kalka tepeden aşağı inmeye başladım. Kendimi onlara gösterene kadar durmak niyetinde değildim.
Var gücümle tepeden aşağı inerken, ne soluklanmak için duruyor ne de vücudumu çizikler içinde bırakan dalları umursuyordum. Bir açıklığa vardığım zaman durup, önümde uzanan yaşadığım alana baktım. Uzaktan bu sessiz sakin görünen çiftliğin içinde, çatıları sazla örtülmüş, duvarları kille sıvanmış yapılar yer alıyordu.
Evimizin bacasından çıkan dumanı görünce, ailemin çoktan uyanmış olduğunu ve kahvaltılarını hazırladıklarını anladım. Amaranthine’ın liman kentine bir buçuk günlük mesafede olan bu huzursuzlukla dolu yerleşkenin bir zamanlar amacı, olası tehlikeleri önceden tespit edebilmekti. Tıpkı bölgenin sınırlarında yer alıp, tarımla uğraşan diğer köyler veya çiftlikler gibi, burası da vatanımızın çarkında işleyen dişlilerden sadece biriydi.
Tozu dumana katarak koşuyordum, çiftliğimize uzanan son açıklığı da hızla geçtim. Beni gören tavuk ve köpekler, dehşetle önümden çekildiler ve ardımdan ses çıkararak bağırmaya başladılar. Fakat ne bu hayvanlar ne de herhangi bir şey için yavaşlamak niyetinde değildim. Hızla evimin yolunu tutmaya devam ettim.
Ortadan ayrılan evimizin tek odasının bir tarafında babam, diğer tarafında ağabeyim uyuyordu. Eve bitişik haldeki tavuk kümesi ise benim uyumak için kaldığım kısımdı. İlk başlarda ağabeyimle birlikte yatıyordum, fakat onun zamanla büyüyüp, kabalaşması ve babamın gözünde daha özel bir yere gelmesiyle beraber, yanlarında istenmediğimi anlamıştım.
Başlarda buna çok bozuluyordum, ama zamanla kendime ayrılan bölümde hayvanlarla birlikte memnuniyet duymaya ve hatta ağabeyim ile babamdan uzak olduğum için keyif almaya bile başlamıştım. Zaten evin istenmeye kişisi olduğumu düşündüğümden, kümese yollanmamla beraber artık bundan iyice emin olmuştum. Hızla ön kapıdan içeri daldım, hızımı kesmeden ilerlemeyi sürdürdüm.
“Baba!” diye bağırdım, bir yandan soluklanmaya çabalarken. “Gri Muhafızlar geliyorlar!”
Çoktan üzerine en güzel kıyafetlerini geçirmiş olan babam ve ağabeyim, kahvaltı masasının üzerine çökmüşlerdi. Haberi alır almaz yerlerinden fırladılar. İkisi de suratıma bile bakmadan ve omuzlarını çarparak, doğru evden dışarı fırladılar.
Peşlerinden koşuyordum, onlarla beraber ufku izlemeye başladım.
Ağabeyim, “Ben kimseyi göremiyorum” dedi kalın sesiyle. Geniş omuzları ve kısa kesilmiş saçları olan ağabeyim, bana her zamanki gibi küçümseme dolu olan kahverengi gözlerini çevirdi.
“Bende göremiyorum” diye onayladı babam. Şaşırmadığım şekilde her zaman yaptığı gibi onun yanını tutarak.
Onlara, “Geliyorlar!” diye karşılık verdim. “Yemin ederim!”
Babam bana dönerek, omuzlarımdan sertçe tuttu.
“Geldiklerini nereden biliyorsun?” diye emreder gibi sordu.
“Onları gördüm.”
“Nasıl? Nereden?”
Köşeye sıkışmıştım. Şüphesiz ki babam, onları görebileceğim tek yerin tepenin üstü olacağını çok iyi biliyordu. Bu yüzden ne cevap vermem gerektiğinden emin olamadım.
“Ben… Tepeye tırmanmıştım-”
“O kadar uzaklaşmaman gerektiğini biliyordun! Ayrıca bugün ağırdaki hayvanları yemleyip sulamayı da unutmuşsun.”
“Ama bu sıradan bir gün değil ki. Onları görebilmek istiyordum. Bu benim hayalim.”
Babam bana öfkeyle dolu bir bakış attı.
“Derhal içeri gir ve ağabeyinin kılıçlarını getirdikten sonra, silahlarının kınını cilalamaya başla. Muhafız konvoyu geldiği zaman, oğlumu en iyi haliyle takdim edebilmek istiyorum.”
Benimle işi biten babam, tekrar ağabeyimle beraber yolu izlemeye koyuldu.
Ağabeyim, “Sence turnuvayı geçebilecek miyim?” diye babama sordu.
Babam, “Bu fırsatı kaçırman senin aptallığın olur” diye cevapladı ve sonra konuşmasına devam etti:
"Geçen birkaç yılda ellerindeki adam sayısı epey bir düştü. Hasat bu kadar kötü olmasaydı, kapıları gezerek katılımcıları toplamaya tenezzül bile etmezlerdi. Dik dur, göğüs dışarı ve kafa hafif yukarı.
Doğrudan gözün içine bakma, fakat bakışların etrafta da dolaşmasın. Güçlü ve kendinden emin dur. Sakın ola ki herhangi bir zayıflık belirtisi gösterme. Gri Muhafızlar katılmak istiyorsan, sanki çoktan onun bir mensubuymuş gibi davranmayı unutma."
Babamın talep ettiği pozisyonu alan kardeşim, “Emredersin, baba” dedi.
Arkasını dönerek babam, bana ters bir bakış attı.
“Sen neden hala buradasın?” diye sordu. “Doğru içeri!”
İki arada kalmıştım, yerimden kıpırdayamadım. Her ne kadar babamın emirlerine karşı çıkmak istemesem bile, onunla konuşmam gerekiyordu. Ne yapmam gerektiğini düşünürken kalbim heyecandan duracak gibiydi.
Babamın sözünü dinleyip, kılıçları getirdikten sonra içimden geçenleri onunla paylaşmanın en iyisi olacağına karar verdim. Doğrudan onun karşısına dikilmenin, işleri daha da kötü yapacağının farkındaydım.
BÖLÜM 4 - ASLA PES ETME
“Bizler Gri Muhafızlarız! Birimiz ve hepimiz! Savaş adalet için, kalkan intikam için! Düşmanlarımızı ezmek için! Birimiz ve hepimiz!”
Gri Muhafız Şarkısı
Eve girip ağabeyimin odasında silahın bulunduğu kısma ilerledim. Ağabeyime ait kılıca yaklaştım. Bu kılıcın gördüğüm en güzel şey olduğunu düşünürdüm her zaman. Kusursuz bir işçiliğin ürünü gümüş kabzayla taçlandırılan kılıcı ağabeyime alabilmek için babam yıllarca çalışıp durmuştu. Yerinden aldım, her zaman olduğu gibi bu sefer de ağırlığı karşısında şaşırmıştım. Kılıçla beraber evden dışarı çıktım.
Kılıcı sahibine verdikten sonra, babama yaklaştım.
“Cilalamadın mı?” diye sordu ağabeyim.
Sinirlenen babam henüz ağzını açmadan, ben konuştum.
“Baba, lütfen. Seninle konuşmam gerekiyor!”
“Sana cilalama-”
Öfkeli gözleri bana çevrili olan babam, meraklanmıştı. Yüzümdeki ciddi ifadeyi görünce dayanamadı ve sordu, “Evet?”.
“Ben de ağabeyimle beraber takdim edilmek istiyorum. Gri Muhafızlara katılabilmek için.”
Ağabeyimin yükselen kahkahası, beni utandırdı. Ancak babam gülmemişti. Bilakis, suratındaki düşünceli ifade hepten derinleşti.
“İstediğin bu mu?” diye sordu bana.
Hevesli şekilde kafamı salladım.
“Yirmi bir yaşındayım. Yani katılmak için uygunum.”
Omzunun üzerinden bana küçümseyen bir bakış atan ağabeyim “Bunun yaş ile ilgisi yok.” dedi “Ben varken, gerçekten de seni seçebileceklerini mi düşünüyorsun?”
“Seni alacak olsalar, sanırım bir ilk olurdun. Çok küstahsın, her zaman olduğun gibi.” diye ekledi ağabeyim.
Ona dönerek, “Sana bir şey sorduğum yok” dedim ve ardından tekrar, kaşları halen çatık olan babama döndüm.
“Baba yalvarırım” dedim. “Bana bir şans tanı. Tüm istediğim bu. Zaman içinde kendimi kanıtlayacağım.”
Babam olumsuz manada kafasını salladı.
“Bak kızım, sen bir asker değilsin. Kardeşin gibi hiç değilsin. Çiftçilik bizim işimiz. Hayatın burada, benim yanı başımda geçireceksin. Sana verdiğim görevlerin hepsini hakkıyla yerine getireceksin. İnsanlar, kendilerini hayallere fazla kaptırmamalı. Yaşamını olduğu gibi kabullen ve onu sevmeyi öğren.”
Kalbim kırılmıştı. Kurduğum tüm hayaller, gözlerimin önünde yıkılıyordu. Hayır, diye düşündüm. Bunun olmasına izin veremem.
“Fakat baba-”
“Sessizlik!” diye kükredi babam. “Seninle daha fazla uğraşamam. İşte, geliyorlar. Yoldan çekil ve onlar buradayken sakın yanlış bir hareket yapayım deme.”
İlerlemeye başlayan babam, beni sanki bir eşyaymış gibi iterek, yoldan uzaklaştırdı. Babamın beni iten avucu, adeta göğsüme saplandı.
Yaklaşan gürültüyü duyan hayvanlar fırlayarak yolun kenarından kaçışmaya başladılar. Kafilenin geldiğini haber veren büyük bir toz bulutunun ardından çiftliğe giren bir düzineye yakın at arabasından çıkan ses, adeta bir gök gürültüsü gibiydi.
Kafile, bize yakın bir mesafede durdu. Şahlanan atlar, burunlarından soluyorlardı. Kalkan tozun içinde kalan kafileyi görmeye çalışıyor, askerlerin üzerindeki zırh ve kılıçları seçebilmeye uğraşıyordum.
Gri Muhafızlara daha önce hiç bu kadar yaklaşmamış olduğumdan, aşırı heyecanlanmıştım. Kafilenin en önündeki askerin atından inmesi ile, hayatımda ilk defa gerçek bir Gri Muhafız İle karşı karşıya geldim.
Gri Muhafız armalı parlayan gümüş zincir zırhı ve sırtında asılı duran uzun bir yayı, belinde de takılı çift hançeri olan bu adam, otuzlarının başlarında olmalıydı. Arkadan bağlı uzun saçı, kirli sakalı, yaralarla dolu suratı ve savaştan kırdığı burnu ile gerçek bir askerdi. Hayatımda bu kadar sağlam yapılı bir adam hiç görmemiştim. Kafiledeki herkesten daha iri ve geniş omuzları olan bu askerin suratındaki ifade, onun yetkili biri olduğunu belli ediyordu.
Sıraya dizilmiş hazırola geçmiş bekliyorduk. Ardından adam toprak yola atladıktan sonra yanımızda ilerlemeye başlamıştı. Mahmuzları şakırdıyordu. Gri Muhafızlara katılmak demek, savaş meydanlarında geçirilecek onurlu bir yaşam, şan, şöhret, zafer ve zenginlik manasına geliyordu. Kişinin ailesini de onurlandıracak böylesi bir yaşam için atılması gereken ilk adımdı bu.
İçi büyük turnuva için ağzına kadar katılımcılarla dolu olan geniş, at arabalarını inceliyordum, bunların fazla kişi alamayacağını biliyordum. Çünkü burası büyük bir arlıktı ve bu askerlerin daha gezmeleri gereken onlarca yer olmalıydı. Seçilme şansımın düşündüğümden bile az olduğunu fark edince, yutkundum.
Kendi ağabeyim de dahil, diğer dövüşçüler olan tüm adayları yenmem gerekecekti ve bunu düşünmek, beni iyice kaygılandırıyordu. Sessizce bizi inceleyen askere bakıyordum, umut dolu gözlerim istemeden onunkilerle buluştuğunda nefesim, tıkanacak gibi olmuştu. Adam yavaşça ilerliyordu.
At arabalarının pencerelerinden bize bakan kalabalığa gözüm takıldı. Her ırktan genç ya da orta yaşlı erkek ve kadınlar vardı. Her biri kendileri veya aileleri için bu turnuvaya adlarını yazdırmalarına rağmen, içten içe yaşadıkları ama Gri Muhafızlara yansıtmak istemedikleri şeyi yani tedirginliği yüzlerinden okuyabiliyordum. Pek çoğu seçilebilmek için bildiği tüm duaları içlerinden okuyor, bazıları ise korkularına teslim olup titriyordu. Aralarında çoğunun iyi bir Gri Muhafız olamayacağı baştan belliydi.
Bu adil değildi. Çünkü bana göre, en az onlar kadar turnuvaya katılma hakkım vardı. Ağabeyimin benden sadece iri ve güçlü olması, benimde oraya çıkıp, seçilemeyeceğim anlamına gelmemeliydi. Babama karşı içim büyük bir öfkeyle doldu.
Babama doğru yaklaşan asker, tam önümüzde durdu. Ona bakarak “Benim adım Nathaniel Howe. Yüksek kıdemli bir Gri Muhafız’ım. Burada bulunuş sebebimizi bildiğinizi farz ediyorum.” dedi. Bu muhafızı tanıyordum. Eski Arlımız rahmetli Rendon Howe’un oğluydu.
Sonra dikkatini ağabeyimi çevirip baştan aşağı süzen adam, etkilenmiş gibiydi. Adam da oldukça uzun olduğu halde boyu ağabeyimin sadece burnuna geliyordu. Kılıcının kınını tutarak, sıkılığını görmek için yerinden çekti, ardından suratında sırıtan bir ifade belirdi.
Ağabeyime “Henüz kılıcını hiçbir savaşta kullanmadın değil mi dostum?” diye sordu.
Hayatımda ilk defa o an ağabeyimin endişelendiğini görmüştüm.
Yutkunan ağabeyim, “Hayır, komutanım. Ancak onunla çok fazla idman yaptım ve umuyorum ki-”
“Ha! Umuyormuş,”
Kâh kayı basan asker, dönüp de diğer Gri Muhafızlara bakınca, onlar da eşlik ederek ağabeyime gülmeye başladılar.
Utançtan suratı kızaran ağabeyimin bu hali, beni şaşırtmıştı. Çünkü genelde başkalarını utandıran kişi, hep kendisi olurdu.
“O zaman unutturma da karanesile senden korkmaları gerektiğini söyleyeyim. Hani idmanlarda çok iyiymişsin ya!”
Muhafızlardan oluşan güruh tekrar kahkahalara boğuldu.
"Ardından babama dönen asker, kirli sakalını okşayarak, “Oğlunun malzemesi sağlam” dedi. “Bu işimize yarayabilir. Cüssesi uygun. Gerçi deneyimi yok ama neyse. Elemeleri geçebilmek istiyorsa, daha çok çalışması gerekecek.”
Bir an durdu.
“Seni koyabilecek bir yer buluruz sanırım. Biraz sıkışacaksın.”
Kafasıyla yük arabalarından birini işaret etti.
“Çabuk ol. Fikrimi değiştirmeden hemen önce bin.”
Büyük bir sevinçle yerinden fırlayan kardeşim, hızla arabaya doğru ilerledi. Babamın yaşadığı sevinç, gözümden kaçmamıştı. Ancak yine de Gri Muhafızın görmesini istemediğin den belli etmese de onun böyle ayrıldığını görmek, babamı hüzünlendirmişti.
Asker atına doğru ilerlemeye başlamıştı ki, daha fazla dayanamadım ve “Efendim!” diye bağırdım.
Öfkeyle bana dönen babam bile artık umurumda değildi.
İlerleyişini kesen adam, yavaşça bana doğru döndü.
Kendimden eminmiş gibi bir tavırla ileri doğru bir adım attım, aslında heyecandan bayılacak gibiydim.
“Beni incelemediniz, efendim.” dedim.
Şaşıran asker, bunun bir şaka olup olmadığını anlamak ister gibi baktı bana.
“Öyle mi yapmışım güzelim?” diye sorduktan sonra, kahkahalara boğuldu.
Fakat artık ne onun ne de diğer adamların kahkahalarına aldırmıyordum. Bu benim tek fırsatımdı. Başka bir şansın daha çıkmasını bekleyemezdim.
“Ben de Gri Muhafızlara katılmak istiyorum!” dedim askere.
Adam bana doğru ilerlemeye başladı.
“Gerçekten mi?”
Eğleniyormuş gibi bir havası vardı. Sonra bana cevap şansı tanımadan avazı çıktığınca bir kahkaha daha attı ve diğerleri de gene ona katıldı.
“Seni gören düşmanlarımızın kaçacak yer arayacaklarından hiç şüphem yok.”
Gururum kırılmıştı. Bir şeyler yapmam gerekiyordu. Bu işin peşini bırakamazdım. Asker tam benden uzaklaşmaya başlamıştı ki, ileriye fırlayarak bağırdım, “Efendim! Büyük bir hata yapıyorsunuz!”
Asker tekrar bana döndüğünde kalabalık, nefeslerini tuttu.
Bu sefer askerin bakışları sertleşmişti.
Omzumdan çekiştiren babam, “Salak kız, içeri gir!” diye bağırdı fısıldayarak.
“Girmeyeceğim!” diye bağırdım, babamın elinden kurtuldum.
Askerin bana yaklaştığını gören babam, geriye çekildi.
Asker öfkeyle, “Bu dönemde bir Gri Muhafıza hakaret etmenin cezasının ne olduğunu biliyor musun?” diye sordu.
Bu işin geri dönüşünün olmadığını biliyordum.
“Lütfen onu affedin, efendim” dedi babam. “O henüz çok cahil ve-”
Asker “Seninle konuşan yok babalık” diyerek babama attığı bakış, onu geri çekilmeye zorladı.
Ardından tekrar bana dönen asker, “Bana derhal cevap ver.” dedi.
Yutkundum, nutkum tutuldu. İşler hiç de kafamda planladığım gibi gitmiyordu.
Başımı önüme eğmiştim. Hafızamı yokladıktan sonra, “Gri Muhafızlara hakaret etmenin, Ferelden Kralı’nın kendisine hakaret etmekten hiçbir farkı yoktur.” diye cevapladım.
“Evet, bu,” dedi asker sonra “Aferin tatlım. Yani istesem şu an sana kırk kırbaç cezası verebilirim demek oluyor.”
"Hakaret etmek istememiştim, efendim. Tek istediğim fırsat. Lütfen! Hayatım boyunca bunun hayaliyle yaşadım. Rica ediyorum. İzin verinde katılayım. "diye karşılık verdim.
Askerin suratındaki sert ifade biraz yumuşadı. Bir süre bana baktıktan sonra, başını salladı.
“İtiraf etmeliyim gerçekten çok güzelsin. Ayrıca cesursun ama kayıtlar bir hafta önce kapandı. Belirli listenin dışındaki kişileri alamıyoruz. Kusura bakma, yapamam. Emirler böyle.”
Bunu dedikten sonra bana hiç bakmadan atına doğru ilerledi ve hızla hayvanın üstüne çıktı.
Yıkılmış haldeydim, köyden ayrılmak için harekete geçen kafilenin ardından bakakaldım. Gelmesiyle gitmeleri bir olmuştu.
Gördüğüm son şey, yük arabasının arkasında oturan kardeşimin, benimle dalga geçen suratıydı. O buradan uzağa, daha iyi bir hayata doğru gözlerimin önünde yol alıyordu.
Sanki içimde bir şeyler ölmüş gibiydi. Demin yaşananların içimdeki heyecanı dindi.
Omuzlarımdan yakalayan babam, “Yaptığının ne kadar salakça olduğunun farkında mısın, şapşal kız?” diye öfkeyle bağırdı. “Senin yüzünden ağabeyin de seçilemeyebilirdi!”
Babamın ellerini sertçe ittim ve onun verdiği karşılık, elinin tersiyle vurmak oldu. Hızla yere yapışıp suratımı çarptım.
Canım yandı, öfkeyle yerden babama baktım. Ömrümde ilk defa babama karşılık vermek istiyordum ama zor da olsa kendimi tuttum.
“Git ve koyunlara yem ver. Derhâl! Ve geri döndüğün zaman, benden yemek falan bekleme. Bu gece hiçbir şey yemeyecek ve yaptığın hatayı düşüneceksin.”
“Senden nefret ediyorum!” diye bağırarak, öfkeyle oradan ayrıldım. Evimden bir an önce uzaklaşmak için tepeye doğru yöneldim.
Babam ardımdan “Bertha!” diye bağırıyordu.
Her şeyi geride bırakmak istiyordum. Koşmaya başladım, o sırada gözlerimden süzülen yaşların bile farkında değildim.
BÖLÜM 5 - KAYBOLMUŞ
“Her ırktan erkekler ve kadınlar, savaşçılar, büyücüler, barbarlar ve krallar… Gri Muhafızlar karanlığın dalgasını durdurmak için her şeylerini feda etti ve galip geldi.”
Duncan Ferelden’in Eski Gri Muhafız Komutanı
İçimde dolup taşan öfkeyle, saatlerce tepelerde dolaşmıştım. En sonunda yorgunluktan oturacak bir yer buldum ve buradan ufku izlemeye koyuldum. Derin düşünceler içine dalarak, uzakta kaybolan at arabalarını ve arkalarından kaldırdıkları tozu uzun süre izledim.
Burayı bir daha kimsenin ziyaret etmeyeceğini biliyordum. Artık benim kaderim, elime geçecek başka bir şans umuduyla, yıllarca bu çiftlikte beklemekti. Tabii eğer dönerlerse ve babam da izin verirse. Hayır, bu ihtimal imkansıza yakındı. Gerçekleşecek tek şey vardı o da: ömrümün geri kalanını babamla o evde tek başına geçirecek olmamdı.
Babamın ayrıca bunu burnumdan getireceğine dair hiçbir şüphem yoktu. Ben, babamın uşaklığını yaparken yıllar geçecek ve onun gibi önemsiz, sıradan bir hayatın içerisinde hapsolarak yok olacaktım. Kardeşim ise bu sıralarda belki zafer, şöhret gibi şeylerin peşinde koşacaktı.
Ailemin beni böyle küçük düşürmüş olmasına tahammül edemiyordum. Beni bekleyen hayat bu olmamalıydı. Bundan emindim ve bu gidişata bir çözüm bulmak için saatlerdir kafa patlatıyordum. Ancak acı da olsa, yapamayacağım bir şey olduğu gerçeğini kabul etmek üzereydim. Hayatın bana dağıttığı kağıtlara isyan edemezdim.
Bu halde saatlerce oturduktan sonra, umutsuz bir şekilde yerimden doğruldum. Çok iyi bildiğim bu tepelerde tekrar dolaşmaya ve sürekli daha yükseğe doğru çıkmaya başladım. En sonunda ise kaçınılmaz olarak en yüksek noktaya, yani Halla sürüsünün olduğu yere geri dönmüştüm.Tepeye tırmandıkça güneş batmaya başlamıştı ve havaya yeşilimsi bir ton katıyordu.
Acelem yoktu, bu yükseklikten harika görünen Amaranthine’nın manzarasını bir kez daha hayranlıkla seyretmeye başladım. O an içimde biriken öfkeyi boşaltma isteği uyandı. Bunun için uzanıp yerden pürüzsüz bir taş aldım. Kafam o an pek yerinde değildi, sanki karşımda babam ve ağabeyim varmış gibi tüm gücümle elimdeki taşı fırlattı verdim.
Hızla fırlayan taş, uzakta üzerinde sevimli bir sincabın bulunduğu ağaçlardan birinin dalını yerinden düşürdü. Neyse ki hayvana bir şey olmamıştı. Hayvanı neredeyse öldürecek olduğumu fark ettikten sonra bunu bir daha yapmamaya karar verdim, çünkü bana hiçbir zararı olmayan bir hayvanın canını bu şekilde yakmak istemiyordum.
Ağabeyimin şu anda nerede olabileceğini düşünüyordum. Hala çok öfkeliydim. Muhtemelen bir gün içinde Amaranthine Şehrine varırlardı. Onu şehrin girişinde karşılayan şık giyimli insanları ve onurlarına yapılacak töreni kafamda canlandırabiliyordum.
Ferelden Kralının ve Kraliçesinin, yanında ünlü Gri Muhafız komutanı ve diğer savaşçıları da onları selamlamak için orada olacaklardı. Büyük turnuva sonrası eğer kazanırsa ağabeyime kışlalarda kalacakları bir yer temin edilecek, komutanın özel arazisinde Vigil’s Keep kalesinde en iyi silahlarla eğitimine başlayacaktı.
Kıdemli bir Gri Muhafızın yanında silahtarlık görevine atanacaktı. Sonra bir gün eğer şanslıysa hayatta kalarak Gri Muhafızlık unvanını alacak ve şahsına özel atına binip, onun için özel olarak dövülmüş bir kılıcı kuşandıktan sonra, kendi silahtarına emirler yağdıracaktı.
Thedas’ın kurtarıcılarından biri olacaktı. Tüm dünyadaki festivallerin ve Kralların, Kraliçelerin yemek masasının ayrılmaz bir parçası haline gelecekti. Bu büyülü yaşam şansı, parmaklarımın arasından kayıp gitmişti.
Kendimi tükenmiş hissediyorum. Tüm bu olumsuz düşünceleri kafamdan uzaklaştırmaya çalışıyor, fakat bunu pek başaramıyordum. Kafamın derinliklerindeki bir ses, sanki bana haykırıyordu. Pes etmemem gerektiğini, beni bundan daha önemli bir yazgının beklediğini söylüyordu. Gerçi bunun ne olduğunu bilmesem bile, en azından bu yerde olmadığını biliyordum.
Her zaman kendimi diğerlerinden daha farklı hissetmiştim. Hatta belki biraz daha özel biriymiş gibi. Diğer insanlar beni anlayamıyor ve üstüne üstlük bir de küçümsüyorlardı. Kendini beğenmiş bir insan asla değildim ama hissettiğim buydu işte.
Tepenin en üstüne çıkmıştım, her zamanki tanıdığım Halla sürümü gördüm. Benim için bu hayvanların özellikle de bu sürünün önemli bir yeri vardı. Bu tepenin eteklerine yıllardır çıkıyordum ve onlar ile tesadüf üzeri karşılaşmıştım.
Zamanla arkadaşlar gibi olmuştuk. Aslında onlar dostum diyebileceğim tek canlılardı. Beni hiç sıkılmadan dinleyerek, derin yalnızlığımda bana destek oluyorlardı. Canım çok sıkıldığında hep buraya onları ziyarete geliyordum.
Onları görünce moralim hemen düzelirdi. Hayvanlar bir arada duruyor ve kayda değer ne kadar ot varsa çiğniyorlar. Hep yaptığım gibi can sıkıntısından onları saydım. Fakat ardından dehşete düştüm. Çünkü içlerinden biri eksikti. Tekrar ve tekrar saydım. Sahiden de birinin kaybolmuş olduğuna hala inanamıyordum.
Daha önce sürüden doğal yollar dışında tek bir hayvan bile kaybolmamıştı. Bunun arkasında hastalık veya yaşlılık olsa hemen anlardım. Endişelenmeye başlamıştım. Hallalarımdan birinin tek başına, vahşi hayvanların arasında kalmış olabileceği düşüncesi beni kahretti. Böylesine masum ve kutsal bir şeyin acı çektiğini görmek dayanabileceğim bir şey değildi.
Tepenin kenarına ulaştım. Buradan etrafı incelemeye başladım. Hayvanı uzaktaki tepelerden birinde tespit ettim. Bu sürünün asisi olandı. Hayvan kaçarak batıda ki ormana girmişti. Bunu görünce yutkundum.
Çünkü o ormana sadece hallaların değil, insanların da girmesi yasaktı. Çiftliğin sınırları dışında kalan bu yere girilmemesi gerektiğini neredeyse yürümeye başladığım günden beri biliyordum. Bu yüzden daha önce oraya adımımı dahi atmamıştım. Efsanelere göre oraya giren kişiyi kesin bir ölüm beklerdi.
İçerisinin canlı delirmiş ağaçlarla ve vahşi kurt adamlarla kaynadığı söylenirdi. Kararan gökyüzüne bakıyordum, ne yapmam gerektiğini düşünüyordum. Hallamı öylece bırakıp bu duruma kayıtsız kalamazdım. Eğer hızlı olursam, eski dostumu zamanında kurtarıp, tepeye geri dönebileceğimi düşündüm.
Son bir kez sürüme baktıktan sonra, gökyüzünde toplanmaya başlayan bulutların altından batıya, yani lanetli olduğu iddia edilen ormana doğru hızla koşmaya başladım. Kendimi güçsüz hissetsem de, bacaklarımı zorluyordum. Zaten istesem bile artık geri dönemeyeceğimin farkındaydım.
Yaptığım bu işin, bir kâbusun içinde uyanıp kurtulmak için koşmaktan hiçbir farkı olmadığını biliyordum.
BÖLÜM 6 - KARŞILAŞMA
“Gri Muhafızlar, dünyayı kötülükten korumak için fedakârlıklarla dolu zorlu bir yaşam süren yalnız nöbetçilerdir. Bunun için çok az kişi gönüllü olur: acı, yalnızlık ve şiddetli bir ölümün uğruna edilen yemin. Fakat Gri Muhafızların yolun da mutlak cesarette yer alan en önemli erdemlerden biridir. Kendilerini bu davaya adayanların alacakları tek ödül, geride bıraktıkları eski benliklerinden daha ulu bir şey haline geleceklerini bilmeleridir.”
Ireial Ferelden Gri Muhafız Komutanı ve Amaranthine Arlı
Hızımı hiç kesmeden tepeleri aşarak, lanetli ormanın sınırına vardım. Hallaya ait izler, ağaçların başladığı noktada kesiliyordu. Ayaklarımın altında kalan yaprakları ezerek, bu ürkütücü yerin içine doğru ilk adımlarımı attım.
Ormana girer girmez etrafımı saran ağaçlar, gökyüzünü kararttı. Burası, dışarıya göre epey soğuktu. Daha girişte olmama rağmen bir esinti hissetmeye başlamıştım. Fakat bu esintinin kaynağı tek başına karanlık veya soğuğun kendisi değil, şu an adını koyamadığım başka bir şey gibiydi sanki. Bir şeylerin beni izlediğini düşünmeye başlamıştım.
Gövdeleri iki yetişkin insan kalınlığında olan tarihi ağaçların, rüzgârda sallanan ve çatırdayan dallarını izliyordum. Ormanın elli metre kadar içine girmiştim ki, ne tür bir hayvana ait olduğunu bilmediğim sesler duymaya başladım. Dönüp arkama baktığım zaman, giriş yaptığım yeri zar zor görebildim. Biraz daha ilerlersem buradan asla çıkamayacağımı düşünüp, tereddüt ettim.
Bu orman her zaman düşüncelerimin dışındaki gizemli bir yer olarak kalmıştı. Şimdiye kadar buraya girmeye cesaret edebilen hiçbir insan olmamıştı. Hatta buna babam ve ağabeyim bile dahil. Bu ormanla ilgili efsaneler hem korkutucu hem de akılda kalıcıydı.
Ancak bugünü benim için farklı kılan o şey her neyse bu efsaneleri umursamamak ve tüm tedbirleri elden bırakmama neden oluyordu. Çünkü içten içe sınırlarımı zorlamak ve evimden olabildiğince uzaklara gitmek istiyordum. Hayatın beni nereye sürükleyeceğini merak ediyordum.
Biraz daha gittikten sonra hangi yöne ilerlemem gerektiğinden emin olamadığım için durakladım. Yerdeki ezilmiş dalları takip etmeye karar verdim. O anda kara bulutların içinde saklanan yağmur taneleri kendilerini göstermişti ve şiddetli bir sağanak yağmur başlamıştı.
Sırıl sıklam ıslanmış bir şekilde ormanın derinliklerinde ilerlerken, tamamen kaybolduğumu fark etmem bir saati buldu. Arkamı dönerek geldiğim yönü anlamaya çalışsam bile, bunu başaramadım. Yağmur sonunda durmuştu ama ben yeterince üşümüş ve korkmuştum.
Ürpermeye başladım, tek çıkış yolumun ilerlemek olduğuna karar verip, yürümeye devam ettim. İlerdeki ağaçların arasından sızan güneş ışıklarını fark ettim, adımlarımı o yöne çevirip gitmeye başladım. Işığın düştüğü yerdeki küçük bir açıklığa ulaştım, karşımda gördüğüm şeyden sonra yerimden kıpırdayamadım.
Yeşil satenden önü açık bir elbise giyen elf kadını, sırtı bana dönük halde duruyordu. Sırtında asılı duran bir asa vardı. Bir büyücü olmalıydı. Kısa boyluydu ve dimdik duruyordu. Çok sakin ve umursamaz görünüyordu.
BÖLÜM 7 - KADERİM
Bayan elfin sağ omzunda gri muhafız armasını görmem ile kendimi hemen tek dizimin üstüne doğru atarak çökmem bir oldu. Derhal başımı eğdim çünkü gri muhafızlara yapılacak bir saygısızlığın cezasının hapis olacağını biliyordum.
“Ayağa kalk insan.” dedi elf. “Diz çökmeni isteseydim, bunu sana söylerdim.”
Yavaşça doğrularak bakışlarımı kadına çevirdim. Bana doğru ilerleyen kadın, bakışlarını üzerime dikti. Bundan rahatsız olmuştum.
Birden arkasını hızla dönen elf, yürümeye başladı.
Arkası bana doğru dönük olan elf, “Hava kararmadan önce geldiğin yoldan geri dönerek ormandan çık.”
Uzaklaşan kadını izlerken kafam karışmıştı. Sarsıcı ve gizemli bir karşılaşma olmuştu. Anlamsızca aniden olup bitivermişti. Gri Muhafızın bu şekilde ayrılmasına müsaade edemeyeceğime karar verdim ve onun peşinden koştum.
Elfin arkasından, “Burada ne arıyorsunuz?” diye seslendim. Demir ağacından yapılma kadim bir asa taşıyan elf, insanı şaşırtacak derecede hızlı yürüyordu. “Buraya ne için gelmiştiniz, acaba?” diye tekrarladım sorumu.
Elf, “Bilirsin işte muhafızlık işleri.” dedi omzundaki armayı işaret ederek.
Onu yakalamaya çalışıyordum. Kadın ardından açıklığı geçip, tekrar ormanın içine daldı.
“Fakat neden burası? Burada ne arıyorsunuz?”
“Ne çok soru soruyorsun” dedi elf. “Etrafı soruyla doldurup taşırdın. Bunun yerine dinlemeyi öğrenmelisin.”
Yoğun ağaçların arasından kadını takip ediyordum. Elimden geldiğince sessiz kalmaya çalıştım.
“Bende kayıp halla mı bulmak için buraya geldim.” dedim ortamdaki sessizliği bozmak ve onu konuşturmak için.
“Asil bir davranış. Ancak vaktini boşa harcadın.” dedi elf.
Gözlerim endişeyle açıldı.
"Ne demek istiyorsunuz?
“Bu yerde varlıklarını asla hayal edemeyeceğin tehlikeler var.”
Hala kadının peşinden ilerliyordum. Meraklanmış ve üzülmüştüm.
“Gerçi sözümü dinler misin bilmiyorum. İnatçı birine benziyorsun. Israrla yılmadan hallanı kurtarmak için peşinden gittin.”
“Ama cesur bir kızsın.” diye ekledi elf. “Güçlü bir iradeye sahipsin. Aşırı gururlusun da. Bunlar iyi özelliklerdir. Ancak bir gün sonunu da hazırlayabilirler.”
Elf yosun tutmuş kayalık bir yoldan kolayca çıkmaya başlamıştı.
“Gri Muhafızlara katılmak istiyorsun.” dedi.
Heyecanlanarak, “Evet!” diye haykırdım. “Peki, hiç şansım var mı?” Bunun gerçekleşmesini sağlayabilir misiniz?"
Gülen elfin ince ama derinden gelen kahkahası tüylerimi diken etti.
“Kaderin yolları çoktan çizildi. Fakat takip etmek senin elinde her zaman.”
Kadının ne kastettiğini anlamamıştım.
Yolun tepesine çıktığımız zaman, elf arkasını döndü ve gözlerimin içine baktı. Aramızdaki mesafe o kadar azdı ki, kadından yayılan büyüsel enerjinin tenimi yaktığını hissediyordum.
“Her şeyin olmasını ya da hiçbir şeyin olmamasını sağlayabilirim. Ancak sen kaderini sakın terk edeyim deme.”
İyice şaşırmıştım. Benim kaderim nasıl önemli olabilirdi ki? O an kendimle biraz gurur duymadım desem yalan olurdu.
“Bulmaca gibi konuşuyorsunuz. Anlamıyorum, benimle lütfen daha açık konuşabilir misiniz?”
Ancak tekrar kısa bir sessizlik ardından elf bir anda yerin altından fırlayıp onu saran sarmaşıkların arasında kayboldu.
Tüm bu olanlara inanamıyordum. Her tarafa dikkatli baktım, olası sesleri dinledim. Ancak kadına dair hiçbir ipucu yoktu. Acaba bunların hepsini hayal etmiş olabilir miydim, diye düşündüm. Bu gördüklerim bir çeşit düş müydü?
Bulunduğum yerin bana iyi bir görüş açısı sağladığını fark ettim. Etrafa biraz bakındıktan sonra, uzakta bir hareket gördüm. Ardından sesini de duyunca, halla mı bulduğumu anladım.
Yosunlu yoldan düşe kalka aşağı inerek, hallamın olduğu tarafa doğru, tekrar ormana girdim. Elf ile yaşadığım karşılaşmayı aklımdan bir türlü atamıyordum. Bunun gerçekten olduğuna inanabilmek, bana imkânsız geliyordu.
Komutanın muhafızlarından birinin burada ne işi vardı ki? Beni beklediği ortada gibiydi. Fakat neden? Hem şu kaderle ilgili söyledikleri de neyin nesiydi?
Ne kadar uğraşırsam uğraşayım, anlayamıyordum. Elf hem devam etmem için beni uyarırken, bir yandan da vazgeçmem için aklımı çeliyordu. İçim kötü bir hisle dolup, sanki izleniyormuş gibi hissetmeye başlamıştım.
BÖLÜM 8 - VAHŞİ
Başka bir yola doğru girdiğim sırada, karşılaştığım görüntü karşısında donup kalmıştım. En korkunç kâbuslarım gerçek olmuştu sanki. Vücudumdaki tüm tüyler diken oldu. Ormanın bu kadar içlerine dalarak ne büyük bir hata yapmış olduğumu o an anladım.
Tam karşımda, en fazla yirmi metre ilerde vahşi bir Sylvan duruyordu. Neredeyse iki katlı bir ev kadar büyük olan bu canlı kereste canavarı, ormanların en çok korkulan yaratıklarından biriydi. Daha önce bu tarz bir yaratığa hiç rastlamamış olsam bile hakkında yazılmış ve çizimlerinin olduğu kitaplardan çok okumuştum.
Hikâyelerde denir ki, dünyamızda biz faniler farkında olmasak ta yaşayan iblisler vardır ve insanlar her zaman içlerine girmek için tercih ettikleri avlar değildir. Bir iblisin insanın içine girmesi demek, güçlü iradeli büyücülerle, tapınakçılarla veya diğer istemeyeceği durumlarla uğraşması demektir.
Bazı iblisler, hayvanların hatta bitkilerin aracı olarak kullanmayı daha kolay bir yol olarak bulur. Tabii bu bedenler insanlar kadar uygun bir ev sahibi değildir. İşte bir iblisin içine girmiş olduğu ağaçlar Sylvan olarak bilinmektedir.
Genel olarak bunu yapan iblisler hiyerarşi de en zayıf olan öfke iblisleridir. Nadirde olsa bu tarz ağaçların bazılarında zekâ belirtileri gözlemlendiği olmuştur. Bu türleri daha az şiddete meyilli ve sakindirler, ancak bunlara oldukça nadir rastlanmaktadır.
Sylvan yavaş ama son derece güçlüdür. Kurbanlarına pusuya düşürerek saldırmayı tercih ederler. Öldürmek için tuzağa çekerler. Bir Sylvan ile normal bir ağaç arasındaki fark dikkatli şekilde bakıldığında anlaşılır derecededir fakat onlar doğal ortamlarında olduklarında neredeyse saptanamayan bir gizlenme yetenekleri vardır. Düzenli sık ağaçlar arasında hareketsizce gizlendiklerinde fark etmek çok zordur.
Bir Sylvan uzun boylu bir insanı andırır. Kapkara iki göz yuvası ile açılamayan bir ağza ve kök bacakları ve ayaklarla, kollar gibi uzanan dallardan oluşur. Bilinen tek zayıf yönleri doğal olarak ağaç olduklarından ateşe karşı çok duyarlı olmalarıdır.
Daha önce çiftlikteyken bu yaratığı gördüğünü söyleyen insanlarla karşılaşmıştım ama bunlara fazla inanmamıştım. Çünkü bu yaratıkla karşılaşan sıradan birinin sonunun ölüm olacağı baştan bellidir. Bu yüzden çiftçilerin iddialarına aldırmamıştım. O adamları bu hilkat garibesi hiç farkında olmadan saniyeler içinde öldürürdü muhtemelen.
Ayrıca o anlarda bile aklımda hala kısa bir süre önce karşılaştığım elf kadın vardı. Onunla ve bu Sylvanla olan karşılaşmam neyin belirtileriydi? İyi bir alamet miydi? Yoksa kötü mü? Bunu şu an bilmiyor ama çok merak ediyordum ve bunu ne olursa olsun öğrenecek kadar hayatta kalmalıydım.
BÖLÜM 9 - SON DUA
Geriye doğru temkinli bir adım attım. Yaratık gözlerini bana doğru çevirmişti. Elinin içinde ise baş aşağı dönmüş halde Hallam inliyordu. Sylvan’nın dikenli sarmaşıklarıyla doladığı hayvan ölmek üzereydi. Yaratık halinden memnun bir şekilde hayvana eziyet ediyordu. Bundan sanki zevk alıyor gibiydi.
Can çekişen hayvanın görüntüsüne ve çıkardığı acı dolu seslere daha fazla tahammül edemiyordum. O an aklıma gelen ilk şey arkamı dönüp, tüm gücümle kaçmaktı. Ancak bir Sylvan’ı sinirlendirmenin sonu iyi olmazdı. Beni yakalaması imkânsızdı. Hızlı değildi ama doğaya hükmedebiliyordu. Beni kolaylıkla ormandan çıkmadan önce sarmaşıklarla yakalayabilirdi.
Ayrıca yaratığın bundan daha fazla zevk alacağını biliyordum. Yine de Halla mı arkamda bu şekilde bırakmakta istemiyordum. Korkudan titriyordum ve artık bir şeyler yapmam gerektiğinin farkındaydım.
İçgüdülerimi izlemeye karar verdim. Yerden yavaşça ucu sivri ağır bir taş aldım. Titreyen elimle taşı fırlattım. Havayı yararak ilerleyen taş hedefi tam on ikiden vurdu. Hallanın gözünden giren taş, hayvanın beynine saplandı.
Hareket etmeyi anında kesen hayvanın çektiği acılar son bulmuştu. Oyuncağının elinden alındığını anlayan Sylvan, öfkeyle bana baktı. Dikenli sarmaşıklarını gevşeten yaratık, hallayı bıraktıktan sonra beni göz hapsine aldı.
Yaratığın tahta ağzından gelen derin ve ürkütücü bir sesin eşliğinde bana doğru ağır adımlarını sürüyerek ilerlemeye başladı. Dehşete düşmüştüm, yerden iki tane taş aldım, birbirlerine hızla sürtmeye başladım. Tam bu sırada birden yerinden fırlayan yaratık sanki bütün ormanı sarsıyormuş gibi yerde bir etki yaratarak, ondan hiç beklemediğim bir hızda üstüme gelmeye başladı.
Ben ise ettiğim dualar eşliğinde taşlarla yerde duran birkaç kuru yaprağın üstünde kıvılcımlar yaratarak sonunda bir ateş yaktım. Tek zayıflığı buydu. Yanan ateşle bir parça dalı tutuşturdum ve fırlattım. Yaratığın sağ gözüne çarpan sopa yerine takıldı.
Kusursuz bir atıştı. Suratı yanmaya başlamıştı ve bunun etkisiyle haykıran yaratık, hızını biraz kesti. Yine de tek gözü tamamen yanmış olmasına rağmen ateşi söndürdükten sonra şiddetle halen üzerime doğru gelmeye devam etti. Artık yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Tek şansımı kullanmıştım.
Bana ulaşan yaratık sarmaşıklarını bana doğru savurdu. Acı içinde bağırdım. Sıkıca beni sarıyordu. Dikenler bedenime saplandı. Yaralarımdan dışarıya kanlar akmaya başladı. Devasa yaratık beni o kadar sert sıkıyordu ki omurgamdan gelen çatırdama seslerini duymaya başlamıştım. Beni tuttuğu elini yavaşça kaldıran yaratık sanki fırlatacakmış gibi bir pozisyon almaya çalışıyordu. Resmen benden kör ettiğim gözünün intikamını alıyordu.
Son gücümle onu engelleyebileceğimi umut ederek, kafasının üstündeki dallardan birine asıldım. Bu hareketim ne yazık ki pek bir işe yaramadı. Çünkü neredeyse yaratık beni ormanın girişine sallayarak uçurabileceği kadar yükseğe kaldırmıştı. Yaratığın çekim gücü karşısında kollarım titremeye başladı.
Tuttuğum dal ise kopmak üzereydi. Diğer taraftan başka büyük bir sorunum vardı. Çok fazla kan kaybetmiştim. Kükreyen yaratığın çıkardığı ses kulak zarıma zarar vermişti. Kendimden geçmek üzereydim. Öleceğime dair hiçbir şüphem kalmamıştı. Gözlerimi kapattım ve son dua mı etmeye başladım.
Yüce Yaratıcım, kutsal gelinin Andraste hürmetine ne olur bana güç ver. Bu yaratıkla mücadele etmeme müsaade et. Lütfen, sana tüm içtenliğimle yalvarıyorum. Benden ne istersen hayat boyu yapacağım. Bu sana sözüm olsun.
BÖLÜM 10 - VELANNA
Dua mı bitirmemle, bir şeyler oldu. Çevrede birden artan ısı, vücudumun üstünde dolaşmaya başladı. Sanki bir enerji alanı oluşuyordu. Gözlerimi açtığım zaman şaşırtıcı bir görüntüyle karşılaştım. Ormanda karşılaştığım o elf kadın asasından yeşil bir ışık çıkartarak canavarın önünde duruyordu.
Daha sonra bir büyü gönderdi üzerine. Bu yaratığı iterek, uzaklaştırdı. O anda bende elinden aşağı düşüp kurtuldum. Yaratık öfkeyle yerden elfe ve bana bakıyordu. Elf asasından bir enerji dalgası daha oluşturarak canavara doğru savurdu. Bu sefer Sylvan’nı en az on metre geriye ağaçların üzerine uçurdu.
Bende yerden yaralarımı tutarak verdikleri açı içinde kalktım ve elfin arkasına geçerek saklandım.
Şiddetli bir şekilde çarparak düştüğü yerden tekrar doğrulan yaratık, elfe doğru saldırıya geçti. Ancak elf kendine sarsılmaz özgüveniyle olduğu yerde kalmaya devam etti. Bunu gördükten sonra bende yaratıktan korkmayı bıraktım. Ayrıca elfin üzerinden yayılan enerjinin giderek güçlendiğini hissetmiştim.
Üzerine atılan canavarı dilini bilmediğim birkaç sihirli sözcükle durdurdu. Ardından bir şeyler daha geveledi. Yaratık yerde kendi kendine yuvarlanmaya başladı ve sonra tüm gücüyle boğazını sıkarak kendi kafasını koparttı. Birkaç saniye içinde yaratık cansız bir odun yığınına dönüştü. Ben ise bir dakika boyunca gözlerimi cesedinden ayıramadım.
Hala yaralarımdan akan kanı engellemek için baskı yapıyordum. Olanlar karşısında nefesim kesilmiş bir halde yavaşça doğruldum. Gri muhafızın beni kurtarmasına ve duamın hemen kabul olmasına inanamıyordum.
Bu kadar olayın böylesi bir günde yaşanmasının bir işaret olduğuna emindim artık. Bu yaşadıklarım sahiden önemli şeylerin habercisiydi sanki. Tüm ormanların en korkulan canlılarından biriyle karşılaşmıştım ve ölmemiştim.
Üstüne üstlük bir gri muhafız tarafından kurtarılmıştım. Gerçi beni tüm bu yol boyunca takip ettiğinden şüphem yoktu. Bunları babama anlatsam kesinlikle inanmazdı. Başım dönüyordu.
Gri muhafıza “Sana ne kadar teşekkür etsem azdır herhalde.” dedim.
Ama elf bana kulak asmadan az önce öldürdüğü yaratığı düşünceli bir ifadeyle incelemeyi sürdürdü.
“Beni nasıl buldun? Neden buradasın?” diye sordum.
“Başına bu gün merak duygun yüzünden gelmeyen kalmadı ama sen hala ısrarcısın.” dedi.
Elf ile konuşmaya çalışmanın anlamsız olduğunu görünce dikkatimi acıdan kıvrandığım yaralarım üzerine verdim. Ellerim kan içinde kalmıştı. Sersemlemiştim ve yakında yardım almazsam tüm bunlara rağmen ölebilirdim.
Elf elimi tutup çekti ve kendi elini yaramın üzerine koyarak gözlerini kapattı. Büyülü sözlerinden mırıldanmaya başladı, birden rahatlatıcı bir hissin damarlarımda akmaya başladığını hissettim. Saniyeler içinde acılarımın kaybolduğunu ve yaralarımın tamamen kapandığını fark ettim.
Baktığım zaman gördüklerime inanamamıştım. Yaratığın açtığı yaraların izleri bile gitmişti. Hiç olmamış gibiydi.
Hayranlıkla elfe baktım.
Elf gülümsedi.
“Anlayamıyorum tüm bunları neden?”
Elf bakışlarını benden çekti.
“Bazı şeyleri zaman içinde öğrenmen daha iyi olur.”
Heyecanla," Peki en azından Gri muhafızlara katılmama yardımcı olur musun?" diye sordum.
Elf, “Hayır.” diye cevapladı.
“Fakat neden?” diye cevapladım.
“Cesur bir kızsın ama sana böyle bir ayrıcalık tanıyacak yetkim yok. Sende herkes gibi turnuvaya katılsaydın.”
“Fakat denedim zaten! Beni değil, ağabeyimi seçtiler. Yani çoktan reddedildim. Katılma şansım tekrar var mı?” dedim.
Elf, " Şehre git ve Nathaniel’i bul. Seni Velanna’nın gönderdiğini söyle, o anlayacaktır."
Duyduğum sözlerden sonra mutlu olmuştum, “Tekrar çok teşekkür ederim!” dedim.
“Unutma bir gri muhafız savaş için asla davetiye beklemez! Kaderini belirlemekten asla vaz geçme.”
Bir an gözlerimi kırptım, kadının ortadan tekrar kaybolduğunu fark ettim. Etrafıma onu görebilmek için bakındım ama bu çabam nafileydi.
Bu arada biraz kaybolmuştum. Nerede olduğumu anlamak için ormandaki en uzun ağacın tepesine derhal tırmanmaya karar verdim.
Bu yükseklikten ormanı kaplayan tüm alanı görebiliyordum. Ormanın bittiği noktada koyu kızıl ışıklar saçarak batan güneşin, Amaranthine Şehri’ne uzanan uzun yolu aydınlattığını gördüm.
Daha fazla vakit kaybetmek istemiyordum, ağaçtan hızla inerek, kaderime doğru koşmaya başladım.
|