İslam ülkelerinin geri kalması, genel olarak geri kalmışlık meselesi belki de sosyal bilimler alanında en çok tartışılan meselelerden birisi. Türkiye'de 60'lı yılların sonu 70'li yılların başındaki düşünce ikliminde bu konu, şu anda olduğundan çok daha fazla ortalığı elektriklendiren ve aydınlarımızın ilgisini cezbeden bir konuydu. İsmail Cem'in Türkiye'de Geri Kalmışlığın Tarihi, Stefanos Yerasimos'un Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye gibi, bugün bile pek çok kişi tarafından beğenilerek ve tartışılarak, yani yazılış amaçlarına uygun biçimde okunarak pek çok eser bu dönemde kaleme alınmış; nasıl ve neden bir zamanlar dünyanın en büyük imparatorluklarından birisiyken Küçük Asya'ya sıkıştırılmış, iç içe geçmiş fasit dairelerde dönmeye mahkum edilmiş bir ülkeye dönüştüğümüz sorusunu cevaplayan pek çok yanıt ileri sürülmüştü. Uzun süre küllenmeye terk edilmiş bir mesele olarak gözüken bu soru, Daron Acemoğlu'nun Ulusların Düşüşü kitabının yayınlanmasıyla ve Türkiye'nin uzun yıllar sonra, yeniden kalıtsal hastalıklarından kaynaklandığı düşünülen bir ekonomik darboğaza girmesiyle yeniden yanıtlarını aramaya başladı, diyebilirim.
Ben, bu soruya, çok basit bir yanıt verebileceğimizi düşünüyorum: İslam'ın ekonomik altyapısıyla ve ideolojik üstyapısıyla yeni sistemle bir tezat oluşturması ve dünyanın değişen koşullarının aleyhine dönmüş olması.
İslam, feodal dönemde ortaya çıkan bir din olarak, siyasi ve ekonomik örgütlenmesini, öncelikli olarak bu ekonomik sisteme göre oluşturmuş; bu sistemin geçer akçe olduğu yıllarda, elinde tuttuğu bölgenin coğrafi imkanlarından da yararlanması ve aynı zamanda sürekli ganimet akışını besleyen bir askeri seferberlik ruhuna sahip olması sayesinde, hatırı sayılır bir dönem boyunca dünyaya ağırlığını koyan ülkelerce temsil edildi. Sadece Müslüman devletler değil, genel olarak Doğu toplumları, değerli emtia malları üretmeleri ve ticaret rotalarını kontrol etmeleri sayesinde, dinç nüfuslarının da yardımıyla Batı'ya göre çok daha üstün bir görünüm sergiliyorlardı. Avrupa'nın Asya'yla girdiği ticarette, uzun yıllar boyunca, para piyasalarını etkileyecek ölçüde açık verdiği bilinir. İpek, baharat, belki de manifaktür ürünleri gibi pek çok nitelikli malın üretildiği esas yer, Yakındoğu ve Uzakdoğu memleketleriydi.
İslam'ın feodal dönemde ortaya çıkması nedeniyle anti-kapitalist çizgilere ve doğum lekelerine sahip olduğu hem sokaktaki sıradan insanların hem de akademik-teorik düzeyde çalışmalar yapan insanların kolaylıkla görebileceği gerçekler. İslami sosyalizm tartışmalarında olabilecek en uç noktaya vardırılan bu anti-kapitalist izler, genellikle, zekat kurumu, fakirlerin himaye edilmesine yönelik güçlü vurgular, faiz karşıtlığı olarak bilinir. Oysa, Müslüman ülkelere, uzun yıllar boyunca sahip olacakları ekonomik gücü veren ekonomik kurum ve düşünceler de İslam'ın iktisadi öğretisi içinde yer alır. Bugün, Marksist tarih anlayışının etkisiyle modern döneme has şeyler olarak gördüğümüz pek çok kapitalist yapı, tarihin erken devirlerinden beri mevcuttur ve İslam toplumları, bir zamanlar, bu kurumların gelişiminde önemli pay sahibiydiler. Bazı yazarlar İslam ülkelerinde tekel, şirket, kayıt defteri, bankacılık, faizcilik gibi kurumların Avrupa'dan çok daha önce ortaya çıktığını ileri sürmüşler; İslam'ın ortaya çıktığı, ilk devlet pratiğini edindiği coğrafyanın önemli bir ticaret güzergahı olduğuna ve tüm önderlerinin de -başta Peygamber olmak üzere- bir hayli zengin girişimciler olarak göze çarptığına dikkat çekmişlerdir. Dolayısıyla, İslam ekonomisi içinde anti-sosyalist unsurlar da bol miktarda mevcuttur. Mülkiyetin İslam'da ne kadar önemli bir şey olduğu, konuyla ilgilenenlerin malumudur.
Burada konunun ekseninden biraz saptığımın farkındayım ama hemen toparlayacağım. Varmak istediğim nokta, İslam'ın, ekonomik kalkınmayı kolaylaştırıcı pek çok unsurla dolu olduğu; genellikle kapitalizme alternatif olarak sunulan iktisadi öğretisinin, sosyal piyasa dediğimiz bir ekonomik modele daha yakın durduğudur. Sosyal piyasa ekonomisi tabirinin ve sisteminin Almanya'daki Katolikler tarafından geliştirilmesi, bana kalırsa bir tesadüf değildir; iki model de dinlerin dengelilik-ılımlılık vurgusundan beslenmiştir. Bu sistem özel mülkiyetin gelişimine düşman değildir, fakat bu gelişimin toplumun zararına olmamasını bir şart olarak ortaya koyar ve devlet müdahalesine önemli bir yer verir. Ancak en temelde bir piyasa ekonomisidir; devletin iktisadi hayata bir denetleyici-düzenleyici olarak girmesine izin verir, onun her şeyi ele almasına değil.
İslam'da böylece iki yönlü bir ekonomik öğreti oluştu: Özel teşebbüsü himaye etmekle beraber onun kar arayışına her zaman bir parantez koyan, lonca gibi geleneksel üretim tekniklerini de taşıyan, faize karşı tartışmalı bir karşıtlığı bulunan, kapitalizmin bireyselci-karcı dürtülerine de sosyalizmin planlama tutkusuna da uzak, ilginç bir öğreti. Dünyanın ana ticaret rotalarını, üretim merkezlerini elinde tuttuğu sürece bu model gayet başarılı sonuçlar verdi. Ancak karşısındaki sistem, başlangıçta cılız kalsa da, en geç 11. yüzyıldaki yeni aşamasına girerken, tüm dış etkenlere rağmen Avrupa'yı uyandırmaya başladı. Kar tutkusunun yarattığı zincirleme etkiler kent hayatını, bilimi, sanatı, tekniği, yasaları ve siyaseti değiştirip kıtanın potansiyelini açığa çıkardı. Bir süre sonra ticaretin nabzı Doğu'dan Atlantik'e kaydı; gelişen manifaktür de Avrupa'nın iktisadi tıkanmışlığını ortadan kaldırdı; özel mülkiyet biriktirmenin ve kar elde etmenin serbest bırakıldığı, teşvik edildiği bir yapı sayesinde bu gelişmeler kıtanın üzerindeki ölü toprağını kaldırdı. Buradaki önemli kırılma noktaları, para kıtlığı yaşayan Avrupa'ya yönelik Amerika merkezli değerli metal akışı, Avrupa'da çeşitli bölgelerde manifaktürün dirilişi ve ticari faaliyetlerin, çarpan etkileri yaparak hızlanmasıdır.
Kapitalist sistem, feodal sistemin uzantısı olan İslam ekonomisi/toplumu/siyasetini, kısa sürede her yerde önce durdurdu ardından mağlup etti: Serbest piyasa ekonomisi İslam ekonomisine kıyasla çok daha fazla zenginlik ve refah üretti; Batılı devletlerin orduları Müslüman devletlerin ordularına kıyasla daha hızlı mobilize olabilmeleri, daha iyi silahlar ve teknikler kullanmaları sayesinde zaferler kazandılar; Batı'nın modern bürokratik devletleri, toplumlarını Müslüman devletlere göre daha iyi kontrol edebilmeye, yönlendirmeye ve eğitmeye başladı. Batı sömürgeciliği, bu açıdan Doğu'nun geri kalmasının sebebi değil, sonucudur. Nitekim pek çok Doğu ülkesi bu sömürgecilik dönemin sona erdikten sonra da bir yokuşta debelenmeye devam etti. Bu esnada İslam'ın iki yönlü ekonomik düşüncesinde ve aslında iki kutuplu tüm öğretilerinde ağırlık merkezleri değişti. İslam Rönesansı'nı baltaladığı düşünülen ekol değişimleri bu açıdan yorumlanabilir belki. Bu uzun süreçte İslam'ın yalnızca ekonomik temelleri değil, geliştirdiği aile, devlet anlayışı, şehircilik anlayışı, genel olarak medeniyet algısı da ekonomik altyapıyla karşılıklı bir ilişki içinde fena halde sarsıldı. Kaba bir maddecilikten kaçınarak, örnek vermek gerekirse, lonca geleneği ve kişisel çıkar düşüncesi aynı anda çökmüş/sarsılmıştır, denebilir.
Buradan, Müslümanların geri kalmalarının tek ve mutlak sebebinin İslam olduğu kanaatini taşıdığım sonucu çıkmamalı; nitekim çeşitli alanlarda ne büyük zaferler kazandığına tarih şahit. Bu konuda, yine İslam'ın sınırları içinde kalmak isteniyorsa, çeşitli zayıflıklarına ve -benim de paylaştığım- eleştirilerine rağmen Meşrutiyet İslamcılığının teknik tutkusunu hatırlatmak; Mehmet Akif'in "İslam'ı asra okutmalı" önerisini anımsamak yardımcı olabilir. Avrupa'daki yeni sistemin oluşumunda büyük pay sahibi olduğu düşüncesi nedeniyle İslam'a da Protestanlık benzeri bir süreci yaşatmayı öneren reçeteler, Protestanlığın büyük bir şiddet dalgası yaratmış olması nedeniyle pek akıllıca bir yol olmayacaktır. Müslümanlar, İslam içinde bir çözüm bulmak istiyorlarsa, dinlerinin ""ilerici"" yönlerini hatırlamak ve öne çıkarmak; bunun yanı sıra ve belki de bundan daha önemlisi, sistemleri dış dünyadaki koşulların değişimiyle tıkandığı için, geri kalmışlıklarına yol açan dışsal etkileri kaldırmak için çabalamalıdırlar.
Ben, bu soruya, çok basit bir yanıt verebileceğimizi düşünüyorum: İslam'ın ekonomik altyapısıyla ve ideolojik üstyapısıyla yeni sistemle bir tezat oluşturması ve dünyanın değişen koşullarının aleyhine dönmüş olması.
İslam, feodal dönemde ortaya çıkan bir din olarak, siyasi ve ekonomik örgütlenmesini, öncelikli olarak bu ekonomik sisteme göre oluşturmuş; bu sistemin geçer akçe olduğu yıllarda, elinde tuttuğu bölgenin coğrafi imkanlarından da yararlanması ve aynı zamanda sürekli ganimet akışını besleyen bir askeri seferberlik ruhuna sahip olması sayesinde, hatırı sayılır bir dönem boyunca dünyaya ağırlığını koyan ülkelerce temsil edildi. Sadece Müslüman devletler değil, genel olarak Doğu toplumları, değerli emtia malları üretmeleri ve ticaret rotalarını kontrol etmeleri sayesinde, dinç nüfuslarının da yardımıyla Batı'ya göre çok daha üstün bir görünüm sergiliyorlardı. Avrupa'nın Asya'yla girdiği ticarette, uzun yıllar boyunca, para piyasalarını etkileyecek ölçüde açık verdiği bilinir. İpek, baharat, belki de manifaktür ürünleri gibi pek çok nitelikli malın üretildiği esas yer, Yakındoğu ve Uzakdoğu memleketleriydi.
İslam'ın feodal dönemde ortaya çıkması nedeniyle anti-kapitalist çizgilere ve doğum lekelerine sahip olduğu hem sokaktaki sıradan insanların hem de akademik-teorik düzeyde çalışmalar yapan insanların kolaylıkla görebileceği gerçekler. İslami sosyalizm tartışmalarında olabilecek en uç noktaya vardırılan bu anti-kapitalist izler, genellikle, zekat kurumu, fakirlerin himaye edilmesine yönelik güçlü vurgular, faiz karşıtlığı olarak bilinir. Oysa, Müslüman ülkelere, uzun yıllar boyunca sahip olacakları ekonomik gücü veren ekonomik kurum ve düşünceler de İslam'ın iktisadi öğretisi içinde yer alır. Bugün, Marksist tarih anlayışının etkisiyle modern döneme has şeyler olarak gördüğümüz pek çok kapitalist yapı, tarihin erken devirlerinden beri mevcuttur ve İslam toplumları, bir zamanlar, bu kurumların gelişiminde önemli pay sahibiydiler. Bazı yazarlar İslam ülkelerinde tekel, şirket, kayıt defteri, bankacılık, faizcilik gibi kurumların Avrupa'dan çok daha önce ortaya çıktığını ileri sürmüşler; İslam'ın ortaya çıktığı, ilk devlet pratiğini edindiği coğrafyanın önemli bir ticaret güzergahı olduğuna ve tüm önderlerinin de -başta Peygamber olmak üzere- bir hayli zengin girişimciler olarak göze çarptığına dikkat çekmişlerdir. Dolayısıyla, İslam ekonomisi içinde anti-sosyalist unsurlar da bol miktarda mevcuttur. Mülkiyetin İslam'da ne kadar önemli bir şey olduğu, konuyla ilgilenenlerin malumudur.
Burada konunun ekseninden biraz saptığımın farkındayım ama hemen toparlayacağım. Varmak istediğim nokta, İslam'ın, ekonomik kalkınmayı kolaylaştırıcı pek çok unsurla dolu olduğu; genellikle kapitalizme alternatif olarak sunulan iktisadi öğretisinin, sosyal piyasa dediğimiz bir ekonomik modele daha yakın durduğudur. Sosyal piyasa ekonomisi tabirinin ve sisteminin Almanya'daki Katolikler tarafından geliştirilmesi, bana kalırsa bir tesadüf değildir; iki model de dinlerin dengelilik-ılımlılık vurgusundan beslenmiştir. Bu sistem özel mülkiyetin gelişimine düşman değildir, fakat bu gelişimin toplumun zararına olmamasını bir şart olarak ortaya koyar ve devlet müdahalesine önemli bir yer verir. Ancak en temelde bir piyasa ekonomisidir; devletin iktisadi hayata bir denetleyici-düzenleyici olarak girmesine izin verir, onun her şeyi ele almasına değil.
İslam'da böylece iki yönlü bir ekonomik öğreti oluştu: Özel teşebbüsü himaye etmekle beraber onun kar arayışına her zaman bir parantez koyan, lonca gibi geleneksel üretim tekniklerini de taşıyan, faize karşı tartışmalı bir karşıtlığı bulunan, kapitalizmin bireyselci-karcı dürtülerine de sosyalizmin planlama tutkusuna da uzak, ilginç bir öğreti. Dünyanın ana ticaret rotalarını, üretim merkezlerini elinde tuttuğu sürece bu model gayet başarılı sonuçlar verdi. Ancak karşısındaki sistem, başlangıçta cılız kalsa da, en geç 11. yüzyıldaki yeni aşamasına girerken, tüm dış etkenlere rağmen Avrupa'yı uyandırmaya başladı. Kar tutkusunun yarattığı zincirleme etkiler kent hayatını, bilimi, sanatı, tekniği, yasaları ve siyaseti değiştirip kıtanın potansiyelini açığa çıkardı. Bir süre sonra ticaretin nabzı Doğu'dan Atlantik'e kaydı; gelişen manifaktür de Avrupa'nın iktisadi tıkanmışlığını ortadan kaldırdı; özel mülkiyet biriktirmenin ve kar elde etmenin serbest bırakıldığı, teşvik edildiği bir yapı sayesinde bu gelişmeler kıtanın üzerindeki ölü toprağını kaldırdı. Buradaki önemli kırılma noktaları, para kıtlığı yaşayan Avrupa'ya yönelik Amerika merkezli değerli metal akışı, Avrupa'da çeşitli bölgelerde manifaktürün dirilişi ve ticari faaliyetlerin, çarpan etkileri yaparak hızlanmasıdır.
Kapitalist sistem, feodal sistemin uzantısı olan İslam ekonomisi/toplumu/siyasetini, kısa sürede her yerde önce durdurdu ardından mağlup etti: Serbest piyasa ekonomisi İslam ekonomisine kıyasla çok daha fazla zenginlik ve refah üretti; Batılı devletlerin orduları Müslüman devletlerin ordularına kıyasla daha hızlı mobilize olabilmeleri, daha iyi silahlar ve teknikler kullanmaları sayesinde zaferler kazandılar; Batı'nın modern bürokratik devletleri, toplumlarını Müslüman devletlere göre daha iyi kontrol edebilmeye, yönlendirmeye ve eğitmeye başladı. Batı sömürgeciliği, bu açıdan Doğu'nun geri kalmasının sebebi değil, sonucudur. Nitekim pek çok Doğu ülkesi bu sömürgecilik dönemin sona erdikten sonra da bir yokuşta debelenmeye devam etti. Bu esnada İslam'ın iki yönlü ekonomik düşüncesinde ve aslında iki kutuplu tüm öğretilerinde ağırlık merkezleri değişti. İslam Rönesansı'nı baltaladığı düşünülen ekol değişimleri bu açıdan yorumlanabilir belki. Bu uzun süreçte İslam'ın yalnızca ekonomik temelleri değil, geliştirdiği aile, devlet anlayışı, şehircilik anlayışı, genel olarak medeniyet algısı da ekonomik altyapıyla karşılıklı bir ilişki içinde fena halde sarsıldı. Kaba bir maddecilikten kaçınarak, örnek vermek gerekirse, lonca geleneği ve kişisel çıkar düşüncesi aynı anda çökmüş/sarsılmıştır, denebilir.
Buradan, Müslümanların geri kalmalarının tek ve mutlak sebebinin İslam olduğu kanaatini taşıdığım sonucu çıkmamalı; nitekim çeşitli alanlarda ne büyük zaferler kazandığına tarih şahit. Bu konuda, yine İslam'ın sınırları içinde kalmak isteniyorsa, çeşitli zayıflıklarına ve -benim de paylaştığım- eleştirilerine rağmen Meşrutiyet İslamcılığının teknik tutkusunu hatırlatmak; Mehmet Akif'in "İslam'ı asra okutmalı" önerisini anımsamak yardımcı olabilir. Avrupa'daki yeni sistemin oluşumunda büyük pay sahibi olduğu düşüncesi nedeniyle İslam'a da Protestanlık benzeri bir süreci yaşatmayı öneren reçeteler, Protestanlığın büyük bir şiddet dalgası yaratmış olması nedeniyle pek akıllıca bir yol olmayacaktır. Müslümanlar, İslam içinde bir çözüm bulmak istiyorlarsa, dinlerinin ""ilerici"" yönlerini hatırlamak ve öne çıkarmak; bunun yanı sıra ve belki de bundan daha önemlisi, sistemleri dış dünyadaki koşulların değişimiyle tıkandığı için, geri kalmışlıklarına yol açan dışsal etkileri kaldırmak için çabalamalıdırlar.
kalemler kaldırılmış ve sayfalar kurumuştur.