29-01-2022, 19:49
(Son Düzenleme: 30-01-2022, 00:41, Düzenleyen: Onur34. Toplamda 1 kere düzenlenmiş.)
Hatırlayabildiğim en eski anı bir çayırla ilgili. Çimler yeşildi. Ayaklarım nehrin içindeydi ve karşıda hocalarım savaş esirlerinin kafalarını kesiyordu. Nehrin karşısında bir kedi gördüğümü hatırlıyorum. Kara bir kediydi. Gözlerimin içine baktı. Ardından arkasını dönüp gitti. Kendimi ne kadar zorlasam da hatırlayabildiğim en eski anım bu.
Eski hocalarımın tabiriyle halkımdan "kurtarıldıktan" sonra gençliğimin büyük kısmını Abdülrezzak'ın Askerleri'nde geçirdim. Dediğim gibi en eski anılarımda bile örgütteydim. O yüzden halkımın neye benzediğini ya da ne yapmaya çalıştıklarını bilmiyorum. Buralarda benim gibi derisinde yer yer pulları olan başka biriyle de karşılaşmadım.
Gençliğime dönecek olursak, on yaşıma kadar örgütte büyütüldüm. On yaşını geçtikten sonra bazı işlere veriliyorduk. Kimi silah yapımına yardım ediyordu, bazıları gözcülük yapıyordu bazıları da evlendiriliyordu. Bana da gözcülük işi çıkmıştı. Örgütün saldırmaya hazırlandığı bir şehirde gözcülük yaparken pazarda tek başıma dolanıyordum. Muhafızların yerlerini ezberliyor, sayılarını çıkarıyordum. Ve bir adamla karşılaştım. Daha doğrusu çarpıştım. Muhafızları fazla dikizlediğimden olsa gerek görmemiştim adamı.
Adam bana ben de adama baktım. Kapşonunu başına geçirmiş, yaşlı bir adamdı. Gözleri soğuktu ama ona karşı ilginç bir yakınlık hissettim. O da bana karşı bir yakınlık hissetti sanırım. Herhangi bir şekilde gülmedi. Sadece kol çantasından bir kitap çıkartıp bana verdi. Kitaba şaşkınlıkla baktım. Kara ciltli, kalın bir kitaptı. Ciltinin ortasında bir taş parçası vardı. Mor, ışıltılı ve uğursuz bir havaya sahip bir taştı bu. Ne kadar uzun süre bakarsanız sizi içine çeken bir şeydi. Soru sormak için kafamı kaldırdığımda adam gitmişti. Sanki buhar olup uçmuştu.
Kitabımı aldıktan sonra birkaç yılımı daha örgütte geçirdim. Geceleri kitabımı gizlice okuyor, daha doğrusu okumaya çalışıyordum. İçindeki resimler gece rüyalarımı karartıyordu. Ama yazıları okuyamasam da bu kitabı anlamam lazımdı. Anlamalıydım. Örgütün sınırdan kaçırıp satarak para kazandığı yasadışı kitapçık ve posterleri de inceleme fırsatım olmuştu daha önceden. Çoğu resimli yazılar olan bu şeyler yine birkaç basit kelime dışında anlayamadığım çok yabancı bir dilde yazılmış olurdu. Ama onların resimleri normal insanları tasvir eden, insani şeylerdi. Bu kitabın tasvirleri ise insan aklının almak istemeyeceği şeylerdi. Ama anlamam lazımdı. Beni belki ilk ve son kez anlayan, birkaç saniyeliğinde de olsa gördüğüm ve halkımdan olduğuna inandığım adam vermişti bu kitabı bana. Bir amaç, bir anlam olmalıydı. Ve bir gece, uyurken o anlamı yakaladım.
Rüyamda ıssız bir arazideydim. Arazi paramparça haldeydi ama nasıl oluyorsa birlikte duruyordu. Elimde adamın bana verdiği kitap, karşımdaysa da bir dağ kadar büyük bir yaratık vardı. Kolları yüzlerce yıllık meşeler kadar uzun ve kalın, gövdesi ur ve şişliklerle dolu, ağzı sonuna kadar açık, bir dudağı yerde diğeri gökte. Dişleri o güne kadar gördüğüm bütün kılıçlardan daha uzun, parlak ve keskin. Gözleri ölü balıklarınki gibi ruhsuz ve beni dikizliyor. Sivri kulakları... Karşımdaki yaratık bir kediydi. Ya da en azından kediye benzeyen bir şeydi.
Korkuyla geri çekildim. Kaçıp kurtulmak istiyordum. Bana doğru gülümseyen yaratık ise tek bir şey söyledi. "Oku."
Yaratığın emrinden sonra uyandığımı hatırlıyorum. Örgütte kaldığım yıllarda Allah'ın peygamberleri ile rüyalarla konuştuğunu öğrenmiştim. Ama gördüğüm şey Allah olamazdı. Sonra aklıma geldi. Azrail'in birinin canını almadan önce güzel ya da korkunç suretlere büründüğü. Etrafıma baktım. Hala yatağımdaydım. Diğerleri da uyumaya devam ediyordu. Yastığımın içini kontrol ettim. Kitap hala oradaydı. Ölü değildim. Allah bana ikinci bir şans vermişti. Ama ne yapacağımı söylememişti.
O günden sonra eskisi gibi olamadım. AA'dan kaçıp amacımı keşfetmek için oradan buraya savruldum. Aç kalmamak için avcılık yaptığım oldu. Ama okla avlanmıyordum. Zira artık yanımdan bile ayırmadığım kitabı okuyabiliyordum. Okudukça yeni şeyler öğrendim. Büyüler yapabilmeye başladım. Kitabı açıp cümleleri tekrar edip söylenenleri yaptıkça ellerimden alevler çıkartmaktan ışınlanabilmeye kadar bir sürü şey yapma yetisi kazandım.
Örgütten kaçtıktan sonra çok bir şey yaptığım söylenemez. Oradan buraya dolandım. Kitabı okumaya devam ettim ve altında yatan ilmi anlamaya çalıştım. Ama Allah'ın işine akıl sır ermez. O yüzden meleği bana yeniden kedi formunda görünene kadar çok önemli bir şey yapmamaya karar verdim. Etrafta dolanıp kedi kulağı ameliyatım için altın biriktirmek dışında daha önceden bahsettiğim resimli kitapları okuyarak zamanımı harcıyordum.
O günü çok iyi hatırlıyorum. Mzange'nin ünlü şelalesine doğru bir iş için gidiyordum. Gece kampımı kurmuş çantamdan okumak için dergilerimi çıkarıyordum. Ve dergilerimin arasından bir mektup buldum. Daha önce burada değildi. Açıp okumaya başladım. Dergilerden sıkıldığımda ise uyumaya başladım. Rüyamda yine Azrail çıktı karşıma. Yine devasa bir kedi formundaydı. Büyük dişlerini göstere göstere sırıtırken bana şunları söyledi. "Kâfir... ateş."
Azrail'in sözleri ardından uyandım. Kamp alanımda değildim. Elimde kitabım, sırtımda çantam vardı. Ama kamp alanında değildim.
Eski hocalarımın tabiriyle halkımdan "kurtarıldıktan" sonra gençliğimin büyük kısmını Abdülrezzak'ın Askerleri'nde geçirdim. Dediğim gibi en eski anılarımda bile örgütteydim. O yüzden halkımın neye benzediğini ya da ne yapmaya çalıştıklarını bilmiyorum. Buralarda benim gibi derisinde yer yer pulları olan başka biriyle de karşılaşmadım.
Gençliğime dönecek olursak, on yaşıma kadar örgütte büyütüldüm. On yaşını geçtikten sonra bazı işlere veriliyorduk. Kimi silah yapımına yardım ediyordu, bazıları gözcülük yapıyordu bazıları da evlendiriliyordu. Bana da gözcülük işi çıkmıştı. Örgütün saldırmaya hazırlandığı bir şehirde gözcülük yaparken pazarda tek başıma dolanıyordum. Muhafızların yerlerini ezberliyor, sayılarını çıkarıyordum. Ve bir adamla karşılaştım. Daha doğrusu çarpıştım. Muhafızları fazla dikizlediğimden olsa gerek görmemiştim adamı.
Adam bana ben de adama baktım. Kapşonunu başına geçirmiş, yaşlı bir adamdı. Gözleri soğuktu ama ona karşı ilginç bir yakınlık hissettim. O da bana karşı bir yakınlık hissetti sanırım. Herhangi bir şekilde gülmedi. Sadece kol çantasından bir kitap çıkartıp bana verdi. Kitaba şaşkınlıkla baktım. Kara ciltli, kalın bir kitaptı. Ciltinin ortasında bir taş parçası vardı. Mor, ışıltılı ve uğursuz bir havaya sahip bir taştı bu. Ne kadar uzun süre bakarsanız sizi içine çeken bir şeydi. Soru sormak için kafamı kaldırdığımda adam gitmişti. Sanki buhar olup uçmuştu.
Kitabımı aldıktan sonra birkaç yılımı daha örgütte geçirdim. Geceleri kitabımı gizlice okuyor, daha doğrusu okumaya çalışıyordum. İçindeki resimler gece rüyalarımı karartıyordu. Ama yazıları okuyamasam da bu kitabı anlamam lazımdı. Anlamalıydım. Örgütün sınırdan kaçırıp satarak para kazandığı yasadışı kitapçık ve posterleri de inceleme fırsatım olmuştu daha önceden. Çoğu resimli yazılar olan bu şeyler yine birkaç basit kelime dışında anlayamadığım çok yabancı bir dilde yazılmış olurdu. Ama onların resimleri normal insanları tasvir eden, insani şeylerdi. Bu kitabın tasvirleri ise insan aklının almak istemeyeceği şeylerdi. Ama anlamam lazımdı. Beni belki ilk ve son kez anlayan, birkaç saniyeliğinde de olsa gördüğüm ve halkımdan olduğuna inandığım adam vermişti bu kitabı bana. Bir amaç, bir anlam olmalıydı. Ve bir gece, uyurken o anlamı yakaladım.
Rüyamda ıssız bir arazideydim. Arazi paramparça haldeydi ama nasıl oluyorsa birlikte duruyordu. Elimde adamın bana verdiği kitap, karşımdaysa da bir dağ kadar büyük bir yaratık vardı. Kolları yüzlerce yıllık meşeler kadar uzun ve kalın, gövdesi ur ve şişliklerle dolu, ağzı sonuna kadar açık, bir dudağı yerde diğeri gökte. Dişleri o güne kadar gördüğüm bütün kılıçlardan daha uzun, parlak ve keskin. Gözleri ölü balıklarınki gibi ruhsuz ve beni dikizliyor. Sivri kulakları... Karşımdaki yaratık bir kediydi. Ya da en azından kediye benzeyen bir şeydi.
Korkuyla geri çekildim. Kaçıp kurtulmak istiyordum. Bana doğru gülümseyen yaratık ise tek bir şey söyledi. "Oku."
Yaratığın emrinden sonra uyandığımı hatırlıyorum. Örgütte kaldığım yıllarda Allah'ın peygamberleri ile rüyalarla konuştuğunu öğrenmiştim. Ama gördüğüm şey Allah olamazdı. Sonra aklıma geldi. Azrail'in birinin canını almadan önce güzel ya da korkunç suretlere büründüğü. Etrafıma baktım. Hala yatağımdaydım. Diğerleri da uyumaya devam ediyordu. Yastığımın içini kontrol ettim. Kitap hala oradaydı. Ölü değildim. Allah bana ikinci bir şans vermişti. Ama ne yapacağımı söylememişti.
O günden sonra eskisi gibi olamadım. AA'dan kaçıp amacımı keşfetmek için oradan buraya savruldum. Aç kalmamak için avcılık yaptığım oldu. Ama okla avlanmıyordum. Zira artık yanımdan bile ayırmadığım kitabı okuyabiliyordum. Okudukça yeni şeyler öğrendim. Büyüler yapabilmeye başladım. Kitabı açıp cümleleri tekrar edip söylenenleri yaptıkça ellerimden alevler çıkartmaktan ışınlanabilmeye kadar bir sürü şey yapma yetisi kazandım.
Örgütten kaçtıktan sonra çok bir şey yaptığım söylenemez. Oradan buraya dolandım. Kitabı okumaya devam ettim ve altında yatan ilmi anlamaya çalıştım. Ama Allah'ın işine akıl sır ermez. O yüzden meleği bana yeniden kedi formunda görünene kadar çok önemli bir şey yapmamaya karar verdim. Etrafta dolanıp kedi kulağı ameliyatım için altın biriktirmek dışında daha önceden bahsettiğim resimli kitapları okuyarak zamanımı harcıyordum.
O günü çok iyi hatırlıyorum. Mzange'nin ünlü şelalesine doğru bir iş için gidiyordum. Gece kampımı kurmuş çantamdan okumak için dergilerimi çıkarıyordum. Ve dergilerimin arasından bir mektup buldum. Daha önce burada değildi. Açıp okumaya başladım. Dergilerden sıkıldığımda ise uyumaya başladım. Rüyamda yine Azrail çıktı karşıma. Yine devasa bir kedi formundaydı. Büyük dişlerini göstere göstere sırıtırken bana şunları söyledi. "Kâfir... ateş."
Azrail'in sözleri ardından uyandım. Kamp alanımda değildim. Elimde kitabım, sırtımda çantam vardı. Ama kamp alanında değildim.